25 Şubat 2009 Çarşamba

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI Howard, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu. O gün, hiçbir şey
satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı.
Yiyecek bir şeyler yerine - "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca. Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman
bir bardak süt getirdi ona. Çocuk, sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra - "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana. Genç
bayan, "Borcunuz yok" diyerek, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti; - "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini
beklemememizi öğretti bize" dedi. Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi. Howard Kelly, evin önünden ayrıldığı zaman kendisini
yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu. Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar
çaresiz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar yapılması için onu büyük kente gönderdiler. Dr. Howard Kelly, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın
hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun
yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı. Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Kelly, denetlemesi için önüne getirilen faturaya
şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi. Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline. Açmaya korkuyordu...
Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu. Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş
bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı: - "Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.".

--
Ey Rahmân ve Rahîm olan Allah'ım!

"Bismillâhirrahmanirrahîm" hürmetine, rahîmiyetine yaraşır şekilde bize merhamet et,
Rahmâniyetine yaraşır şekilde, bize "Bismillâhirrahmânirrahîm"in sırlarını anlamayı nasip eyle.
Âmin.
--------------------
çocuk oLsam yeniden...

bir tek düştüğüm için acısa içim...

kaLbim; çok koştuğum için çarpsa sadece...

İNFİTÂR SÛRESİ

İNFİTÂR SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

13 - Şüphesiz ki iyiler, cennettedirler.
(İnne’l-ebraare lefiy na‘iym)
14 - Ve şüphesiz ki, kötüler de alevli ateştedirler.
(Ve inne’l-fuccaare lefiy cahiym)
15 - Din günü oraya girerler.
(Yaslevnehaa yevmed-diyn)
16 - Ve orada kaybolacak değildirler.
(Ve maa hum ‘anhaa biğaaaaibiyn )
17 - Din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin?
(Ve maaaa edraake maa yevmud-diyn)
18 - Yine sen nereden bileceksin, din gününün ne olduğunu?
(Summe maaaa edraake maa yevmud-diyn)
19 - O, öyle bir gündür ki; kimse kimseye hiç bir şeyle fayda sağlamaz.
(Yevme laa temliku nefun linefsin şey’a)
Ve o gün, emir Allah'ındır.
(ve’l-emru yevmeizin lillaah.)
.……………………………….

İbn Kesir’in açıklaması:

Aziz ve Celîl olan Allah'a itaat edip
O'na isyanla karşı çıkmayan iyilerin
içinde bulundukları nimetleri Allah Teâlâ haber veriyor.

* İbn Asâkir, Mûsâ İbn Muhammed'in hal tercümesinde Hişâm kanalıyla... Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :

- Allah'ın onlara iyiler adım vermesinin sebebi
onların atalarına ve çocuklarına iyi davranmış olmalarıdır.

Sonra da Hak Teâlâ, kötülerin yer alacağı sürekli azabı ve cehennemi zikrederek :

- Din günü oraya girerler, buyuruyor.
Hesâb, ceza ve kıyamet günü.

“Ve oradan kaybolacak değildirler.”
Bir dakika bile azâbdan uzaklaştırılmazlar ve
üzerlerinden azâb hafifletilmez.
Ölmek veya rahat arasında ikisinden birisine dâir isteklerine
bir gün de olsa cevâb verilmez.


“Din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin?”
Bu ifâde kıyametin durumunu büyütmek içindir.
Sonra bu durumu te'kîden:

“Yine sen, nereden bileceksin din gününün ne olduğunu?”
buyuruyor ve ardından da şu âyetle bunu açıklığa kavuşturuyor :

“O, öyle bir gündür ki; kimse kimseye hiç bir şeyle fayda sağlamaz.”
Hiç bir kimse diğerine fayda veremeyeceği gibi
bulunduğu halden de onu kurtaramaz.
Allah, dilediği ve hoşnûd olduğu kimseye
fayda sağlayıp kurtarma izni verirse müstesnadır.
Burada şu hadîsi zikredelim:

- Ey Hâşim oğulları; kendinizi cehennem ateşinden kurtarın.
Allah'a karşı size hiç bir şeyle fayda sağlayamam.

Şuarâ sûresinin sonunda (Âyet: 214) bu hadîs geçmişti.
Bu sebeple Allah Teâlâ :

“Ve o gün, emir Allah'ındır” buyuruyor.
Bu âyet tıpkı şu âyetler gibidir :
“Kimindir bugün mülk? Vâhid, Kahhâr olan Allah'ındır.” (Gâfir, 16),
“O gün de gerçek mülk, Rahmân'ındır.”
(Furkân, 26),
“Din gününün mâlikidir.” (Fatiha, 4)
Katâde: “O, öyle bir gündür ki; kimse kimseye hiç bir şeyle fayda sağlamaz. Ve o gün, emir Allah'ındır.” âyeti hakkında şöyle der :

‘Vallahi o gün, emir Allah'ındır.
Ama hiç bir kimse orada O'nunla tartışma cür'etini gösteremez.’


( İbn Kesir; “Tefsir” ; c: 15; s: 8350-8351) ; Çev: Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner)

::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Mevdudi’nin açıklaması: ‘Tefhimu'l-Kur'an’

13- Hiç şüphesiz ebrar olanlar, elbette nimetler(le donatılmış cennetler) içindedirler.
14- Ve hiç şüphesiz facir (kötü) olanlar da, elbette çılgınca yanan ateşin içindedirler.
15- Onlar, din günü oraya yollanırlar.
16- Ve kendileri ondan ayrılıp-kaybolacaklar değildirler.
17- Din gününü sana bildiren şey nedir?
18- Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
19- Hiç bir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.
Yani hiç kimsenin
verilen bir cezadan, bir başkasını kurtarmaya gücü yoktur.
O gün Allah'ın adaletini icra ettiği bir sırada,
kimsenin böyle bir cesareti olmayacak ve
"Filan şahıs benim dostumdur, benim müridimdir. Dünyadaki günahlarından dolayı ceza görmesin" diyemeyecektir.

http://www.enfal.de/tefhim/index.htm
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Seyyid Kutub’un açıklaması:

"Şüphesiz iyiler cennettedirler. Kötüler de cehennemdedirler. Din günü oraya sürülürler. Oradan bir daha çıkamazlar."
Bu kesin bir sondur. Belirlenmiş bir akıbettir.
İyiler cennete gideceklerdir, kötüler cehenneme..
İyiler sürekli iyi iş yapan, bunu alışkanlık haline getiren ve
vazgeçilmez sıfatı haline getiren kişilerdir.
İyi işler, bütün hayırlı işleri kapsamına alır.
Bu sıfat bütün çağrışımları ile kerem ve insanlıkta uyum sağlamaktadır.

Bunun karşısında olan “kötüler” sıfatı ile de uyum içine girmektedir. Bu da edepsizlik, günah ve isyanın her çeşidini içine almaktadır.
Cehennem ise bu`kötülüklerin karşılığıdır.
Sonra onların hallerini daha da açığa çıkarmaktadır.
Din günü oraya sürüleceklerdir." Bu da onu bir daha pekiştirip sağlamlaştırmaktadır.
"Oradan bir daha çıkamazlar."
Başta kaçıp kurtulamazlar! Belli bir süreye kadar dahi olsa oraya girdikten sonra artık kurtulamazlar.
Böylece iyiler ile kötüler cennet ile cehennem arasındaki karşılaştırma açıklanmaktadır. Cehenneme gireceklerin durumu daha açık ve daha kesin biçimde vurgulanmıştır!
Yalanlama konusu din günü olduğundan
orada meydana gelecek olaylar ifade edildikten sonra tekrar ona dönülüyor. Böylece bu günün gerçek dehşetini ve büyüklüğünü ortaya koymak, onun gerçek mahiyetinin, korkunçluğunu bilinmezlikle ön plana çıkarıyor,
o gün insanları kuşatacak olan sınırsız acizliğin
yardım ve yardımlaşma konusundaki her türlü umudun kırılması dile getiriliyor.
Ayrıca bu zor günün tek yetki mercinin Allah olduğunu vurgulanıyor.

17- Din gününün ne olduğunu bilir misin sen?
18- Hem din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin?
19- O gün kimsenin kimseye faydası olmaz. O gün yetki sadece Allah'ındır.

İnsanların bilgisizliğini ortaya koymak için soru sormak,
Kur'an'ın ifade üslubunda kullandığı bilinen bir yöntemdir.

Bu soru ile insanın gönlüne ve hissine,
işin insanın anlama kapasitesinin ve sınırlarının
çok ötesinde bir büyüklüğe ve korkunçluğa sahip olduğu yerleştirilmektedir.
Yani o tüm düşüncelerin tüm beklentilerin ve alışılagelen her şeyin çok üstünde çok ötesindedir.
Sorunun tekrar edilmesi ise bu korkuyu daha da artırmaktadır.
Sonra bu tasvirle uyum sağlayan açıklama gelmektedir.

"O gün kimsenin kimseye faydası olmaz."
Bu tam bir acizlik, tam bir yıkılmışlıktır.
Bu gerçekten kuşatma altına alınma ve ezilip büzülmedir.
Kendi acısı ve yükü ile uğraşan insanların
tanıdıkları herkesten ayrılmalarıdır. El etek çekmeleridir.

"O gün yetki sadece Allah'ındır."
Yalnız yüce Allah'ın elinde.
Aslında hem dünyada hem de ahirette hüküm ve yetki sahibi zaten Allah'tır.
Fakat bu günde yani kıyamet gününde bu gerçekle;
gafil ve gururlu insanların bu dünyada kendisinden habersiz kalabildikleri bu gerçekle kesinlikle yüz yüze gelecekler.
Hiçbir gizli taraf kalmayacak,
aldatılmış ve saptırılmış hiç kimsenin gözünden kaçmayacaktır.
Surenin girişindeki dalgalı, coşkun, hareketli korku atmosferi ile
surenin sonundaki bu sessiz, durgun, heybetli korku birbirini bütünlemektedir. His bu iki korku arasında sıkışıp kalmaktadır.
Her ikisi de korkutucu, titretici ve insanın aklını başından alacak niteliktedir. Bu ikisinin arasında ise insanı mahcup düşüren, eriten yüce sitem yer almaktadır!

http://www.sevde.de/Kuran-Tevsiri/Kuran_Tefsiri.htm
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Elmalılı Hamdi Yazır’ın açıklaması:

13. (İnne’l-ebraare) “Kuşkusuz iyiler”, sözünde ve fiilinde doğru, hayır ehli iyi kişiler -Geniş bilgi için Dehr Sûresinin tefsirine bkz.- (lefiy na‘iym)
“Muhakkak bir Naîm cennetinde”
14. (Ve inne’l-fuccaare) “ve kuşkusuz ki suçlular”,
Rabb'ine karşı terbiyesizlik edip
aşırı isyan ve muhalefet yoluna sapanlar
(lefiy cahiym) “muhakkak bir Cahîm”, (yani şiddetli bir cehennem ateşi) içindedirler.
15. (Yaslevnehaa yevmed-diyn)
“O din günü, yani yalanladıkları o ceza günü, ona yaslanacaklardır.”
16. (Ve maa hum ‘anhaa biğaaaaibiyn) “Ve onlar o cehennemden gaip olmayacaklardır.”
Daima ve sonsuza kadar onun içinde kalacaklardır.
İşte o yaratılışın, o ilmin, o yazının, o korumanın neticesi
iyiler ile kötüleri böyle ayırt ederek
iyileri cennete, kötüleri cehenneme gönderecek olan sonsuz cezadır.

İbnü Kuteybe'nin ‘Kitabu'l-İmâme’sinde ayrıntıları anlatıldığı üzere şöyle nakledilir:
Süleyman b. Abdülmelik Mekke'ye giderken Medine'ye uğradığında ileri gelen zatlardan biri olan Ebu Hazim'i getirtmiş ve onunla karşılıklı bir sohbette bulunmuş idi.
Ebu Hazim ona çok acı öğütler vermiş,
neticede aralarında şu sorulu cevaplı konuşma olmuştu.
Süleyman: ‘Ey Eb u Hazim! Yarın Allah'a varmak nasıl olacak?’
Ebu Hazim: ‘İhsan sahibine gelince o,
yolculuğundan evine ve çoluk çocuğuna dönen bir yolcu gibi;
isyankâr ise efendisine geri dönen kaçak köle gibi Allah'a varacak.’
Bunun üzerine Süleyman ağladı da:
‘Keşke Allah yanında bize ne var bilseydim’ dedi.
Ebu Hazim: ‘Amelini Allah'ın kitabına arzet.’
Süleyman: ‘Allah'ın kitabının neresinde?’
Ebu Hazim: “iyiler cennette, kötüler cehennemde.”
Bu hatırlatmadan sonra o ceza gününün
zeka ile ve akıl yürütmeyle tahmin edilemeyen
azamet ve dehşeti haber verilmek üzere buyruluyor ki:

17. (Ve maaaa edraake maa yevmud-diyn) “Sana o din gününün ne olduğunu ne bildirdi?”
Yani, onun ne büyük ceza günü olduğunu bildin mi?
Ey muhatap! Hayır sen onu akıl yoluyla bilemezsin.
Çünkü o, dünyada bir benzeri olmuş,
akıl yürütmeyle bilinebilecek ceza günleriyle ölçülemez.
Bazıları buradaki hitabın,
engel olma ve korkutma yoluyla kâfire olduğu kanaatine varmış ise de çoğunluğun açıklamasına göre Resulullah (s.a.v)'a hitaptır.
Çünkü vahiy gelmezden evvel bunu bilmiyordu.
Bununla beraber önceki sûrede geçmiş olan:
(‘alimet nefsüm maaaa ahdarat) "Her nefis ne hazırlayıp getirdiğini bilecek." (Tekvir, 81/14) âyeti ile bu sûrenin başında geçmiş bulunan (‘alimet nefsüm maaaa ahdarat) âyeti gereği
her nefis için o günün dehşet ve azametini hakkıyla bilmek
ancak bizzat bu olayın meydana gelme ve görülme zamanında olabileceğinden dolayı
hitabın her nefse yapılmış genel bir hitap olması bizce daha uygundur.
18. (Summe maaaa edraake maa yevmud-diyn) “Evet, bildin mi nedir o ceza günü?”
Bu tekrarda iki nükte vardır:
Birisi, korkutmayı desteklemek için te'kit (vurgu)tir.
Biri de, cennetliklere ait olan ile cehennemliklere ait olana ayrı ayrı işaret olmasıdır.

Bu sorudan sonra şöyle haber veriliyor:
19. O din günü, o ceza (Yevme laa temliku nefun linefsin şey’a) “o gündür ki, hiçbir nefis bir nefis için bir şeye mâlik olamaz.”
Hiç kimse ne mümin ne kâfir, ne iyi ne kötü
hiç kimsenin hesabına zerre kadar bir şey yapamaz.

(ve’l-emru yevmeizin lillaah.) “O gün emir yalnız Allah'ındır.”
O ne emrederse ancak o olacaktır.
Onun için, (Veylün li’l-mutaffifiyn) “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline...”(Mutaffifin, 83/1) –hemen sonraki ayet-
(Elmalılı Hamdi Yazır; “Hak Dili Kuran Dili” ; c:7; s: 55-56)

……………………….

Ömer Nasuhi Bilmen’in açıklamaları:

13. Şüphe yok ki: Takva sahibi zatlar, hoş nimetler içindedirler.
13. Bu mübarek âyetler de Allah'ın keremine kimlerin kavuşacaklarını
ve Rabbin azabına kimlerin uğrayacaklarını bildiriyor.
Ve bir ceza günü olan kıyametin pek büyük varlığını
ancak Yüce Yaratıcı bilip kullarına bildirilmiş olduğunu ve
o gün de kimsenin kimseye ilâhî bir izin olmadıkça
fâide vermeyeceğini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: İnsanların amellerini tesbit ve yazma neticesinde
sevap ve cezaya lâyık olanlar, belirlenmiş olurlar.
Artık (şüphe yok ki: Takva sahibi zâtlar) sahih bir imân ile, güzel amel ile vasfılanmış ve günahlardan kaçınmış bulunanlar (hoş nimetler içindedirler.)
Kendilerini cennetin ebedî nimetleri kuşatmış olur.

14. Ve muhakkak ki; kötüler de yakıcı ateş içindedirler.
14. (Ve muhakkak ki: Facirler de) Küfür ile, münafıklıkla vasıflanmış olan isyankârlarda (yakıcı ateş içindedirler.)
Onlar da cehenneme atılmış, orada ebedî bir azaba tutulmuş bulunurlar.

15. Ceza günü oraya yaşlanacaklardır.
15. Evet.. O suçlular (Ceza günü) yevmi kıyamette
(oraya) o cehennem ateşine (yaşlanacaklardır.)
O azap mahalline atılarak orada ebediyen yanıp yakılacaklardır.

16. Ve onlar, ondan ayrılacak değildirler.
16. (Ve onlar) O ebedî surette cehennemlik olanlar
(ondan) o cehennemden (ayrılacak değildirler.)
Onlar, cehennemin azabından hiç ayrılamayacaklardır, ondan kaçıp saklanamayacaklardır. Devamlı olarak cehennemde kalarak azap göreceklerdir.

17. Ceza gününün ne olduğunu sana ne şey bildirdi!.
17. O kıyamet günü ne kadar mühimdir.
Ne kadar büyük bir heybete sahiptir.
O (Ceza gününün ne olduğunu sana ne şey bildirdi?) O ne kadar muazzam bir gündür. Ne enteresandır ki:
Ey insan!. Sen ondan gafil bulunuyorsun,
o müthiş günü düşünüp durmuyorsun.
Halbuki o günü düşünüp titremek,
o gün için hazırlıkta bulunmak icap eder.

18. Sonra ceza gününün ne olduğunu sana ne şey öğretmiş oldu..
18. Evet.. O gün ne kadar düşünülmeğe lâyıktır.
(Sonra) O (Ceza gününün ne olduğunu sana ne şey öğret mi; oldu?.) Onun şiddetini, ebediyetini tamamıyla takdir etmek insanlığın anlayış kapasitesinin üstündedir.
O her düşüncenin ötesinde bir yüceliğe ve heybete sahiptir.
Artık onun o azametini ve onun o
pek ateşli vasfını ve ebediyyen devamını düşünerek
onun felâketinden kurtuluşa vesîle olan sahih bir itikat ile, güzel güzel ameller ile vasıflanmaya çalışmak lâzım gelmez mi?
Yalnız Allah'ın azabını gerektirecek fena hareketlerden kaçınmalıdır...
İnsan için kurtuluş vesilesi bundan ibarettir.

19. O günde hiç bir şahıs, bir şahıs için bir şeye sahip olamaz. O günde emir, ancak Allah'a mahsustur.
19. (O günde) O ceza zamanında (hiçbir şahıs bir şahıs için bir şeye sahip olamaz.) Herkes kendi nefsini düşünür, kendi derdiyle uğraşır,
kendisine bir zararı dokunmasın diye
kendi yakınlarından, kendi çoluk çocuğundan bile kaçınır
(o günde emir, ancak Allah'a mahsustur.) O kıyamet gününde kimse kimseyi koruyamaz, Allah'ın izni olmadıkça
büyük makam sahipleri bile
diğer müminler hakkında şefaatte bulunamazlar.
O günde genel olarak emir,
bütün kâinata hâkim olan Allah-ü Teâlâ, Hazretlerine aittir.
Artık o ebediyet âlemini düşünmeli
daha dünyada iken hayatı tanzime çalışmalı,
doğruluktan, dini hükümlere riâyetten ayrılmamalıdır ki:
O âhiret âleminde ebedî selâmet ve saadete kavuşmak nasip olsun.
Hak Teâlâ Hazretleri cümlemize muvaffakiyetler ihsan buyursun
âmin.

Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Tefsir İlmihali, İnfitar Suresi
……………….
İzzet Derveze’nin açıklaması:

13. İyiler nimet içindedirler.
14. Kötüler de yakıcı ateş İçindedirler.
15. Onlar ceza günü oraya girerler.
16. Onlar ondan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak değillerdir.
17. Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin?
18. Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bile­ceksin?
19. O, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün buyruk, yalnız Allah'ındır.

Kıyamet Günü'nde İnsanların Durumu

Bu ayetlerde ceza gününde insanların akıbeti açıklanarak,
onun tehlikesiyle uyarıl­maktadırlar.
Salih iyi kimseler nimetler içinde, kötü günahkârlar da yakıcı ateş içerisin­de olacaklardır.
Bu onların son yeri olup; o büyük, tehlikeli günde bundan kesinlikle kurtulamayacaklardır ve o günde hüküm sadece Allah'a ait olacaktır.
O gün hiç kimse­nin kimseye bir faydası olamayacak,
hiçbir nefis de başka bir nefse yardım edemeye­cektir.
Bu ayetlerle öncekiler arasındaki irtibat devam etmektedir.
Mü'minler, iyiler tabiri içerisine;
kafirler de, kötüler tabiri içerisine sokulmuşlardır.
Ancak mü'minleri iyiler, kafirleri de kötüler diye vasfetmekle
sadık imanın sahibini hayr ve iyiliğe;
küfrün de sahibini günaha ve kötülüğe yönlendireceği telkin edilmek is­tenmiştir.
İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/278.

………………………..

Diyanet- Heyet Tefsiri :
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş

13-16. Amellerin kayda geçirilmesi ve uhrevî yargı sürecinin sonucu özetlen­mektedir. Sûrenin ana konusu
kıyamet ve âhiret ile uhrevî sorumluluk olduğuna göre
buradaki "erdemliler" (ebrâr);
bir gün kıyametin kopacağına,
dünyada yapıp ettiklerinin kaydedildiği belgelerin önüne konacağına ve bunların hesabını verece­ğine inanarak
bu belgeleri yani amel defterlerini iyilikleriyle dolduran mümin ki­şidir.
Bu duyarlılık birçok âyette takva kavramıyla da ifade edilmektedir.
"Kötü­ler" (füccâr) ise;
kıyamete, uhrevî yargı ve sorumluluğa inanmayan,
amel defterini kötülüklerle kirletenlerdir.
Ehl-i sünnet âlimleri buradaki "füccâr'la
sadece inkar­cıların kastedildiğini,
günahkâr müminleri kapsamadığını belirtirler; çünkü onlar kıyamet ve âhirete inanırlar. (Bu tartışma için bk. Râzî, XXXI, 84-85)
Ancak, bu âyetlerin, inananıyla inanmayanıyla herkesi
âhiret kaygısı taşımaya çağırdığından kuşku yoktur.

17-19. Hz. Peygamber'e yöneltilen bu sorular
hesap gününün ne derece önemli ve dehşet verici olduğunu gösterir.
O gün hiçbir kimse başkası için bir fay­da sağlayamaz,
kimse kimseyi koruyamaz; herkes kendisini düşünür ve kendi der­diyle uğraşır.
Herhangi bir zararı dokunabilir endişesiyle
çoluk çocuğundan ve ya­kın akrabasından dahi kaçar.
Allah izin vermedikçe hiçbir şefaatçi şefaat edemez.
O gün iş Allah'a kalmıştır. (krş. Mü'min 40/16)
O dilediği gibi tasarrufta bulunur, kimseye -dünyada verdiği gibi- tasarruf yetkisi vermez. (Şevkânî, V, 459-460)

“Kuran Yolu Tefsiri”; Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş; c:V ; s:496-498.

Cumhurbaşkanı Gül, Kenyalı öğrencilerle Türkçe konuştu

Cumhurbaşkanı Gül, Kenyalı öğrencilerle Türkçe konuştu




Gül, Kenya'da Kayseri türküsü dinledi

Cumhurbaşkanı Gül, Kenyalı öğrencilerle Türkçe konuştu

Kenya'da temaslarını sürdüren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, burada bir Türk okulunun açılışını yaptı. Ömeriye Vakfı'na bağlı Işık Lisesi'nin açılışını yapan güle okul öğrencileri ise bir sürpriz yaptı. Okulun Türkçe sınıfı öğrencilerinden birisi, Cumhurbaşkanı Gül ve eşi Hayrunnisa Gül'e Kayseri'nin Gesi Bağları adlı türküsünü söyledi.

İŞTE TÜRK OKULUNDAN İLGİNÇ FOTOĞRAFLAR- TIKLAYIN



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, açılışını yaptığı Işık Lisesi'ne ait yurtları dolaşarak okul hakkında bilgi aldı. Fizik ve Türkçe sınıflarını gezen Gül, öğrencilerle de yakından ilgilenerek ders kitaplarını inceledi.



Öğretmenlere de yakın ilgi gösteren Abdullah Gül, öğretmenler arasında Boğaziçi Üniversitesi mezunu olduğunu öğrenince öğretmenlere teşekkür etti. Abdullah Gül ve eşi Hayrunnisa Gül, Türkçe sınıfındaki öğrencilerle de Türkçe konuştu.



Türkçe sınıfındaki öğrenciler ayrıca Cumhurbaşkanı Gül için hazırladıkları sürprizi sundu. Ömer Abdullah isimli bir Kenyalı öğrenci, Cumhurbaşkanı Gül'e memleketi Kayseri'nin meşhur türkülerinden Gesi Bağları'nı söyledi. Cumhurbaşkanı Gül ve eşi, türkü sırasında duygulu anlar yaşadı.



Ardından öğrenciler Cumhurbaşkanı Gül'e kendi bir Afrika portesini, Hayrunnisa Gül'e de yine kendi yaptıkları el yapımı bir ayna hediye ettiler.



Okulun açılında konuşma yapan Cumhurbaşkanı Gül, "burada faaliyet gösteren Türklere, Türkiye'nin sesini duyuranlara" bir kez daha teşekkürlerini iletti. Cumhurbaşkanı Gül, "Kilometrelerce ötede dostluk köprüsü olan okulların iki ülke arasındaki ilişkileri daha da ileriye götüreceğini" söyledi.

CİHAN
21.Şubat.2009 18:02:12
http://www.samanyoluhaber.com/haber-138899.html

Canan Oluverdin

Canan Oluverdin

O eşsiz gözlerin revnak veriyor
Sanki karanlığa yanan bir çakmak
Alev alev oldum, içim eriyor
Kim ister gözlerin narından çıkmak

Bir ateş ki tuttun kalbime doğru
Ne bir sancı verir ne de bir ağrı
Sadece okşuyor vurduğu bağrı
Ömrümce istemem hazzından bıkmak

Heyecan dorukta ellerim titrek
Bunca tevazuya dayanmaz yürek
Mahçup kalple derim neyime gerek
Zor gelir ar gelir ellerin sıkmak

Aşkım göç eylerken kalbinden yana
Canan oluverdin düştüğün cana
Yaldızlı dünyayı değişmem sana
Ne güzel duyguymuş abayı yakmak

Engin NAMLI 23:54 08.02.2009

MİLLÎ EDEBİYAT DÖNEMİNİ HAZIRLAYAN TARİHÎ VE KÜLTÜREL OLGULARA GENEL BİR BAKIŞ

MİLLÎ EDEBİYAT DÖNEMİNİ HAZIRLAYAN TARİHÎ VE
KÜLTÜREL OLGULARA GENEL BİR BAKIŞ
Prof. Dr. Rıza FİLİZOK
1) Avrupa'daki Gelişmelerin Etkileri
Millî Edebiyat akımı, Tanzimatla başlayan Batılılaşma hareketlerinin tabiî bir
sonucu olarak ortaya çıkmış bir fikir, dil ve edebiyat hareketidir. Osmanlı aydınları
Batı'yı bir model olarak görmeye başladıkları devirde Batı toplumları bütün kurumlarını
millet esasına göre düzenlemişlerdi. Batı'daki siyasî hayat, kültür hayatı, ticarî hayat,
bütün sosyal kurumlar, "millet", "halk", "vatan" gibi yeni kavramların etrafında
kurulmuştu. Osmanlı aydınları Tanzimattan sonra bu gerçeği yavaş yavaş kavramağa
başladılar, bu kavramları kendi gerçeğimize göre yorumlamaya başladılar. Batı'yı örnek
olarak aldıklarından rejim meselesinde kesin çözümün parlamenter idare olduğu fikrine
ulaştıkları gibi, sosyal ve siyasî şartların zorlamasıyla kurulması gereken sosyal birliğin
de millet olduğu düşüncesine vardılar.
Modern vatancılık anlayışı önce İngiltere'de sonra Fransa'da gelişmişti. Buna
bağlı olarak kral, tek başına devleti temsil etmekten çıkmış, "millet-devletler"
kurulmuştu.1 İngiltere ve Fransa çok dilli ülkeler olduklarından dil birliğinden ziyade
başlangıçta "vatan birliği"ni ön plâna alıyorlar, milliyetçilikten ziyade vatanperverlik
üzerinde duruyorlardı. Bu durum, Osmanlı imparatorluğuna da uygun düşüyordu.
Şinasi ve Namık Kemal gibi Türk aydınları da aynı endişelerle millet kavramından çok
vatan kavramı üzerinde durmuş,2 birçok Osmanlı aydını Osmanlı vatancılığı fikrini
savunmuştur. Ancak Tanzimat yazarları, geleneğe dayanmayan bu fikri, İslamcılık
fikriyle desteklemişlerdir. Osmanlı imparatorluğundaki azınlıklar arasında daha çok
dile dayanan bir milliyetçilik anlayışının gelişmesinden sonra Türk aydınları da
milliyetçilik düşüncesine yönelmişlerdir.
Batı'da Türk tarihi ve Türkoloji sahalarında yapılan araştırmaların artması,
Türkiye'de Milliyetçilik fikrinin gelişmesine yardımcı olmuştur. Ziya Gökalp'a göre
Avrupa’da Türk kültürüne karşı beslenen sempati sonucunda ortaya çıkan "Turquerie"
hareketi Türk aydınlarının dikkatini Türk kültürüne ve Türk kültürünün maddî unsurları
üzerine çekmişti. Ayrıca Avrupalı ressam, romancı, tarihçi, filozof ve şairlerin
Türklerle ilgili eserleri de Türk aydınlarını kendi kültürleri üzerinde düşünmeğe
sevketmiştir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da,
1Bernard Levis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1991, s.331.
2Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, ss-155-432.
2
İngiltere'de birçok bilim adamı eski Türklere, Hunlara, Moğollara dair araştırmalar
yapmışlar, Türklerin yarattığı medeniyetleri, kurdukları devletleri ortaya çıkarmışlardır.
Fransız tarihçilerinden Deguignes, Türk tarihi ile ilgili olarak "Hunların, Türklerin,
Moğolların vesair Tatarların Tarih-i Umumisi" adlı bir eser yayınladı.3 İngiliz
bilginlerinden Arthur Lumley Davids "Grammar of the Turkisch Language" adlı Türk
dili gramerini hazırladı ve III. Selim'e ithaf etti. "Kitab'ül İlm'in Nâfi" adıyla anılan ve
Sultan Mahmut devrinde Fransızcaya da çevrilen bu genel Türk dilbilgisi, Türk
aydınları üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı.4 Bunun ardından Fuat ve Cevdet Paşa'lar
"Kavaid-i Osmaniye"yi yazdılar. Ali Suavi, kendisini Türkçülük hareketinin öncüleri
arasına sokan Ulûm gazetesindeki eski Türk tarihiyle ilgili yazılarını yazarken Arthur
Lumley Davids'in bu kitabından yararlanmıştı.5
Türkoloji özellikle Macaristan'da oldukça ilerlemişti. Türk, Moğol, Macar ve
Fin dillerini "Turanlı" dil gurubu adı altında topluyorlardı ve 1839'dan beri Orta ve
Güney Doğu Asya'daki Türk topraklarını tanımlamak için "Turan" kelimesini
kullanıyorlardı. Bu görüşleri temsil eden Arminius Vambéry (1832-1913) Türkiye'de
kaldığı sırada Türk aydınlarıyla görüşmüş ve fikirleriyle onları etkilemiştir.6
Avrupa'ya giden öğrenciler, Türk kültürü ile ilgili yayınları okuyorlar ve bu
eserleri yurda sokuyorlardı. Ayrıca 1848 devriminden sonra Türkiye'ye yerleşen ve
müslüman olan Macar ve Polonyalı sürgünler, Orta Avrupa'nın romantik milliyetçilik
görüşlerini de beraberlerinde getirmişlerdi. Galatasaray Sultanîsi'nin kuruluşunda rol
oynayan Polonyalı Hayrettin bunlardan birisiydi. Bunlardan bir diğeri olan Constantine
Borzecki (Mustafa Celâleddin Paşa), "Les Turcs Anciens et Modernes" adlı bir kitap
yazarak Türklerin etnik olarak Avrupa halklarıyla hısım olduklarını ileri sürmüştü. Bu
kitapta Avrupalı Türkoloji bilginlerinin görüşlerine dayanılarak yazılmış Türk tarihiyle
ilgili bir bölüm de bulunmaktaydı ve Türklerin tarihte oynadığı büyük rol önemle
belirtiliyordu.
2) Türkçülük Hareketinin Ortaya Çıkışı
İstanbul'da Encümen-i Daniş ile yeni bir Darü'l Fünûn'un kurulması kültür
hayatını zenginleştirmiş, askerî mektepler, yeni zihniyetli bir neslin yetişmesini
sağlamıştı. Darü'l Fünun'da "Hikmet-i Tarih" müderrissi bulunan Ahmed Vefik Paşa,
3Hüseyin Cahit Yalçın, Deguignes'in bu kitabını Ziya Gökalp'ın tavsiyesiyle "Hunların, Türklerin,
Moğolların vesair Tatarların Tarih-i Umumisi" adıyla 1923 yılındaTürkçeye tercüme etmiştir.
4Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Hz.: Mehmet Kaplan, İstanbul, 1976. s.2.
5Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, ss.219-222.
6Bernard Levis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1991, s.344.
3
"Şecere-i Türkî"yi şark Türkçesinden İstanbul Türkçesine çevirmiş, "Lehçe-i Osmanî"
adıyla Türkçe bir sözlük hazırlamıştı. Şıpka kahramanı Süleyman Paşa, gerekli eserleri
hazırlayarak İslâmlık öncesi Türk tarihinin askerî okullarda okunmasını sağlamıştı.7
"Tarih-i Âlem" adlı eserinde modern Türk tarihçiliğinde ilk defa olmak üzere İslâmlık
öncesi Türk tarihi ile ilgili bir bölüm bulunuyordu.
XIX. yüzyılın sonlarında, XX yüzyılın başlarında Türkçülük hareketi, ikinci bir
kaynaktan Rusya Türklerinden beslenmeye başladı. Rusyadan gelen mülteci Türkler,
Rus lise ve üniversitelerinde iyi bir eğitim görmüşlerdi. Rusya'daki Türkoloji
çalışmalarını biliyorlardı. Ayrıca Panislâvizmin genişlemesine karşı tepki duyuyorlar,
Rusyada yaygın bir halde bulunan halkçı ve devrimci fikirleri tanıyorlardı.8
Abdülhamid devrinde Türkiye'de Türkçülük cereyanı zayıflarken Rusya'da iki büyük
Türkçü yetişmişti: Mirza Fethali Ahundof, Türkçe komediler yazıyordu ve eserleri
dünya dillerine tercüme ediliyordu; İsmail Gasprinski çıkardığı Tercüman gazetesiyle
Türkçülük fikrine hizmet ediyordu. Abdülhamid'in son devrinde İstanbul'da Türkçülük
haraketi yeniden canlanmıştı. Rusya'dan İstanbul'a gelen ve oradaki azınlıklar
arasındaki milliyetçi cereyanlardan etkilenen Hüseyinzâde Ali Bey9 Tıbbiyede
Türkçülüğün esaslarını anlatıyordu ve Pan-Turanizm idealini "Turan" adlı şiirinde ilk
defa o dile getirmişti. Akçuraoğlu Yusuf (1876-1939), Ağaoğlu Ahmet (1869-1939)
gibi Rusyadan gelen göçmenler pantürkist fikirlerin Türkiye'deki Türkler arasında
yayılmasına yardımcı oldu.
Türkçülük hareketinin kaynağı, sadece Batı'dan gelen milliyetçilik akımı
değildi, “İttihad-ı İslâm” (Pan-İslâmizm) hareketinin de milliyetçi fikirlerin
yayılmasında değişik sebeplerle payı vardı. İslâm birliği fikrinin öncülerinden olan
Şeyh Cemaleddîn-i Efganî'nin faaliyetleri bu akımın hızlanmasına zemin hazırlamıştı.
Mısır'da Şeyh Muhammed Abduh'u, şimal Türkleri arasında Ziyaeddin bin Fahreddin'i
yetiştiren Şeyh Cemaleddin-i Efganî, İstanbul'da Mehmed Emin Bey'e halk lisanında ve
halk vezniyle şiirler yazmasını tavsiye etmişti. Şeyh Cemaleddin, İslâm birliğinin
Müslüman halkların eğitilmesiyle mümkün olacağına inanıyordu.
Türkçülüğün ikinci devrinde Léon Cahun'ün "İntroduction à L'histoire de L'Asie
«Asya Tarihine Medhal»" adlı eseri Türk düşünürleri üzerinde oldukça etkili olmuştu.
Necip Asım, bu kitabın Türklerle ilgili bölümlerini birçok ilaveler yaparak 1899 yılında
7Başlıca eserleri: Mevaniü'l İnşa(1874); Tarih-i Âlem(1874); İlm-i Sarf-ı Türkî (1876); Esma-yı Türkiye.
8Bernard Levis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1991, s.346.
9Ali Canip, Hüseyinzâde Ali Bey'in Ziya Gökalp Üzerindeki Etkilerini bir makalesinde etraflı bir şekilde
ele almıştır. Bkz.: Ali Canip Yöntem, "Ziya Gökalp'e Türkçülüğü Aşılayan Adam: -Hüseyinzade Ali
Bey, Ziya Gökalp'ın Yetişmesinde Büyük Rol Oynamıştır. Pek Az Tanınan Ali Bey, Parmakla
Gösterilecek Bir Alimdi-", Yakın Tarihimiz, C.I, 1962, ss.259-260.
4
Türkçeye çevirdi. İkdam gazetesini Türkçülüğün bir yayın organı haline getirdi.
Emrullah Efendi ve Veled Çelebi bu sahada önemli çalışmalar yaptılar. Kemalpaşazade
Sait Bey, Arapça ve Farsça karşısında Türkçeyi müdafaa etti. Bu arada İkdam gazetesi
etrafında toplanan Türkçülerden Fuad Raif Bey, yanlış bir nazariyeye kapılarak dilde
Tasfiyecilik fikrini ortaya attı ve Türkçülük cereyanının kıymetten düşmesine sebeb
oldu.
Bu sırada aydınlar arasında Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık fikirlerinden
hangisinin doğru olduğu tartışılıyordu. Ali Kemal, Osmanlı birliği fikrini, Ferid Bey
Türk birliği fikrini savunuyordu. Akçuraoğlu Yusuf Bey, 1904'te "Üç Tarz-ı siyaset"
adlı meşhur makalesinde Osmanlıcılığın, Pan-islâmizmin, Turancılığın iyi ve kötü
taraflarını tartışıyor, Türk birliği fikrine yakın görünüyordu.
II. Meşrutiyetten sonra Türkiye'de Osmanlıcılık fikri hakim olmuştu. Türk
Derneği Osmanlıcılık fikirlerinin ağır bastığı günlerde kurulmuş, bundan dolayı
çıkardığı mecmua başarısızlığa uğramıştı. Ayrıca dil meselesindeki tasfiyeci ve
kararsız tutumunun da bu başarısızlıkta payı vardı.
31 Mart olayından sonra Osmanlıcılık fikri zayıflamaya başladı. Abdülhamid,
Almanların etkisiyle İslâm birliği tezini destekledi. Gençler, Osmanlıcı ve İttihad-ı
İslamcı olmak üzere iki kutba ayrıldı. Genç Kalemler hareketi, gelişmeler böyle bir
noktada iken başlamıştı. Tesadüflerin yardımıyla bir araya gelen Ali Canip, Ziya
Gökalp ve Ömer Seyfettin bütün bu dağınık faaliyetlerden daha sistemli bir fikir, dil ve
edebiyat akımı yaratmışlardır.
3) Dilde Sadeleşme Yolundaki Çalışmalar
Türkçülük hareketinin kültür plânında en önemli meselesi, devrin millet
anlayışında "dil" en önemli unsur olarak ortaya çıktığı için "Yeni Lisan" meselesi
olmuştur. Dilin mahiyetiyle fonksiyonları konusunda Batı'da ortaya çıkan fikirlerle,
Tanzimattan sonra Türk aydınlarının dil konusundaki düşünceleri Genç Kalemler
mensuplarını derinden etkilemiştir. Ortaya koydukları teklif, bu iki kaynaktan gelen
genel düşüncelerin bir terkibinden ibarettir.
Tanzimattan günümüze kadar dilimizde meydana gelen değişmeleri fikir
tarihçileri, millet oluşun zarurî bir şartı olarak ele almaktadırlar:10 Macit Gökberk'e
göre dilimizde meydana gelen değişmeler, Batı medeniyeti içinde yer alışımızın, yeni
bir medeniyete geçişimizin tabiî bir sonucudur: "İşte dil davasının meydana çıkışını ve
tarihini, yavaş yavaş millî kültürümüzün bütününü kavrayan bu "Avrupa örneğine göre
10Macit Gökberk, "Millet Oluş Yolunda Dil Davası",Türk Dili, 1 Ocak 1957, C.VI, S.64, ss.195-
206.
5
düzenleme", başka bir deyişle : Avrupa kültür çevresine katılma olayı içinde görüp
anlamamız lâzımdır. Kültür çerçevesini değiştirme gibi büyük bir sarsıntıdan dilin uzak
kalamıyacağı besbellidir, çünkü dilin kültürün bütünü ile sıkı bir bağlılığı vardır. Dilde
insanoğlu, içinde bulunduğu gerçek üzerine bildiklerini, düşündüklerini, hayal
ettiklerini, duyduklarını ve değer vermelerini, kısaca: dünya ve hayat karşısındaki duruş
ve görüşlerini objektifleştirir. Bu duruş ve görüş değişti mi, dilde de buna göre bir
değişiklik olur."11 Yazara göre "İslâm kültür çevresinin hayat plânı bırakılmış, bunun
yerine birçok bakımlardan bunun zıddı olan başka bir hayat plânı, Batının hayat plânı
alınmıştır. Batının hayat plânı "milliyet" esasına dayanıyordu. Milletler eskiden beri
birer "imkân" ve "taslak" olarak mevcut olmakla birlikte bugünkü manasıyla "millet"
kavramı oldukça yeniydi. Batılı milletler, uyanmışlar, kendi varlıklarını, birliklerini,
özelliklerini kavramışlardı. Bu her milletin bir ferdiyet "individuum" olarak ortaya
çıkması sonucunu vermiştir. Bu ferdiyet, bu karakter, özellikle "o milletin sanatında,
edebiyatında, musikisinde, törenlerinde ve başlıca da dilinde" kendisini gösterir.
Avrupa milletlerin benliklerini hissetiren gelişmeler XV. yüzyılda başlamıştı.
Ortaçağdaki ümmet birliği bu yüzyıldan sonra yavaş yavaş yerini millet birliğine
bırakmıştır. Önce İtalya'da başlayan bu gelişmeler, zamanla Fransa, İngiltere,
İspanya'ya yayılmış XIX. yüzyılda, Orta ve Doğu Avrupa'ya sıçramıştır. Tanzimat,
ümmet birliğinden ayrılıp millet birliği olarak gelişmeye koyulmamızın başlangıcı
mahiyetindedir. Genç Kalemler mensuplarının üzerinde en çok durdukları kavramların
ferdiyet "individuum", İbda' (originalité) gibi kavramların olması tesadüfî değildir.
Tanzimatla birlikte örnek aldığımız Batı medeniyetinin bir özelliği de ilmî ve
sosyal hayatta hürriyetin kazanılmış olmasıydı. Bu, yeni bir felsefe, devlet, bilim ve
sanat anlayışının doğması sonucunu doğurmuştur. "Renaissance"tan sonra fertler,
kiliseye bağlılıktan kurtulmuş ilmî ve sosyal hayatta fert "hürriyet"e kavuşmuştur. Hür
araştırmalarla bilimin gelişmesi ve geniş toplulukların bilmin sonuçlarından yararlanma
arzuları millî dillerin birdenbire büyük bir önem kazanmasını sağlamıştır. Bunu millî
dillerin araştırılması, incelenmesi, halk diliyle yazılmış ve söylenmiş malzemenin
toplanması takip etmiştir. XIX. yüzyılda Macarlar, Çekler, Lehliler,Yunanlılar aynı
yolu takip etmişlerdir. Bütün bu gelişmeler, Genç kalemler mensuplarının dil
karşısındaki tutumlarını etkilemiştir.
İkinci olarak, XVIII. , XIX. yüzyıllarda yapılan araştırmalar, Batı dillerinin tarihî
oluşumunu da ortaya koymuştu; bu durum aydınlarımıza dilimizi Batı dilleriyle
mukayese etme imkânını verdi. Batı kültüründe Latincenin oynadığı rol ile, Doğu
kültüründe Arapçanın oynadığı rol mukayese edilmeğe başlandı, gelişmiş Batı dillerinin
11Macit Gökberk, "Millet Oluş Yolunda Dil Davası",Türk Dili, 1 Ocak 1957, C.VI, S.64, ss.195-
206.
6
hangi mücadelelerle kurulduğu anlaşıldı.12 Latin yazarlarının Yunancanın tesirinden
kurtulmak için giriştikleri mücadele, Fransız, Alman, Macar, Fin ve Çek yazarlarının
millî bir dil yaratma gayretleri, -edebiyattaki gelişmeler edebiyatımızda nasıl bir model
olarak alınmışsa- dil konusundaki faaliyelerde bir model olarak alındı.
Modern filozoflardan önce dil, insanın düşüncelerini ifade etmeye yarayan bir
öğe olarak değerlendiriliyordu. Bazı filozoflar, özellikle Locke, Condillac, Destutt de
Tracy dilin bizzat düşünce üzerinde çok önemli etkileri olduğunu anlamışlardı.13 Bu
görüşler, Batı'da milliyetçilerin dile yönelmelerini hızlandırdı, millî benliği ararken
dile, folklora yöneldiler. Batı'da dilin böylece yeni bir şekilde yorumlanması Türk
aydınlarını etkiledi.
Dilde sadeleşme Temayülleri Tanzimattan önce başlamıştı. III. Selim'in
müverrihi Edib Efendi'ye "vekayi"i açık bir dille yazmasını tavsiye etmesi devlet
idarecilerinin bu ihtiyacı ne kadar erken duyduğunu göstermektedir. Halk dilinden,
Anadolu ağızlarından yararlanma bu devirde daha Mütercim Asım'ın lügat
çalışmalarıyla başlamıştır. Güney Anadolu Türkleri arasında yetişen Asım, lügatinde
oldukça sade bir dil kullanmış, Arapça ve Farsça kelimelere karşılık ararken, halk
dilinden yararlanmıştır. II. Mahmud da yapılan yeniliklerin anlaşılması, kamu oyunun
desteğinin sağlanabilmesi için sade bir dille yazılmasına taraftadı. 1832'de Takvim-i
Vekayi kurulduktan sonra dilde sadelik akımı genişler. Akif Paşa'nın bazı mektupları,
konuşma diliyle yazılmış olmasıyla gelecek nesiller üzerinde büyük bir tesir
bırakmıştır. Mustafa Sami Efendi, sentaks itibarıyla eskiye bağlı olmakla birlikte lügat
itibarıyla sade yazılar yazıyordu.
Tanzimattan sonra Reşit Paşa, devrin resmî inşasını değiştirmişti. Cevdet Paşa
ile Ali ve Fuad Paşalar bu nesri devam ettirmişlerdi. Abdülmecid devrinde Tercüme
Odası'nda yetişen Mustafa Refik, Namık Kemal, Edhem Pertev Paşa, Sadullah Paşa bu
kalemde kısmen sade bir dil ve düzgün bir ifade eğitimi görmüşlerdi. Ziya Paşa sade bir
dille yazılmasına taraftardı. Yazı dilinin sadeleştirilmesi meselesi Tanzimat aydınları
tarafından esaslı bir şekilde ele alınmıştır.14 Bu devrin aydınları, kısmî bir şekilde de
olsa resmî dilin, gazeteci dilinin, eğitim dilinin sadeleşmesi yolunda ciddî adımlar
atılmıştır.
12Bu konuda geniş bilgi için bkz.:Sadri Maksudî, Türk Dili İçin, Türk Ocakları İlim ve sanat Heyeti
neşriyatından, 1930, ss.11-97.
13Dictionnaire Universel Des Sciences, Des Lettres et Des Arts, "langage" maddesi,Paris, 1870.
14Türk dilinin sadeleşmesi konusunda bkz.: Fuat Köprülü (Köprülü-zâde Mehmed Fuad, "Millî
Edebiyat cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divân-ı Türkî-i Basit", İstanbul,1928, ss.9-47.); Zeynep
Korkmaz (Türk Dilinin Tarihî Akışı içinde Atatürk ve Dil Devrimi,1963); Agah Sırrı Levend (Türk
Dilinin Gelişme Sadeleşme Evreleri,Ankara, 1972); Sadri Maksudî (Türk Dili İçin,1930);Enver
Ziya Karal (Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu -Tarih Açısından bir Açıklama-, Bilim kültür ve
Öğretim Dili Olarak Türkçe, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1978).
7
Ali Suavi, Muhbir ve Ulûm gazetelerindeki yazılarında gazetelerin halk diliyle
yazılmasını, Arapça kaidelerle çoğul yapılmamasını, Türkçesi olan kelimelerin yabancı
karşılıklarının kullanılmamasını istiyordu.15
Ahmet Midhat Efendi hikâye ve romanlarında devrinin en sade dilini kullanıyor,
gazetelerindeki makalelerinde sade bir dille yazılması gerektiğini ifade ediyordu. Genç
Kalemler tarafından üzerinde ısrarla durulacak olan dilde yabancı kurallar konusunda
yazar, daha 1871 yılında, Dağarcık mecmuasında şunları söylemektedir: "Biz diyoruz
ki, Arabî sarf u nahvinden izafetlerle sıfatlar ve müzekkerler ve müennesler ve
müfredler ve cemi'ler Osmanlı sarf ve nahvine sokulmasa. Haniya demek istiyoruz ki,
Osmanlı lisanınca bunlara ihtiyac gösterilmese, lisanımız, Şinasi merhumun sadeleştire
sadeleştire vardırmış olduğu derecenin daha yukarısına mutlaka varır. Bununla beraber
bir kelimenin Türkçesi ve fakat ma'ruf olan Türkçesi varsa onun yerine Arapça ve
Farsça bir söz kullanılmasa, lisanımızın sadeliği bir kat daha artar. Sözümüzü daha
açıkça söyliyelim. İşaret edatımızı "filân-ı mezkûr" gibi Osmanlı lisanında kaidesi
olmayan bir surette yazacağımıza "mezkûr filân" yazsak ve "a'mâl-i hayriyye"
diyeceğimize "hayırlı a'mâl" desek, sıfatla mevsuf beyninde on yerde mutabakat
aramağa hiç mecbur olmazdık. "hayırlı a'mâl" diyeceğimize "hayırlı ameller" desek ve
diğer cemi'lerde dahi hep bu sureti iltizam etsek, müfredini öğrenebilmiş olduğumuz
kelimelerin cem'-i kılleti "ef'ul, ef'ile, fi'le" vezinlerinden hangisine tatbik edileceği ve
cem'-i kesretler nasıl bulunacağı içün hiç zihin yormağa mecbur olmazdık. "Zümre-i
Üdebâ" yazacağımıza "edibler zümresi" desek ve her izafette bu sureti kabul etsek,
izafet-i lâfziyye midir, izâfet-i ma'neviyye midir ve bunların her birinde muzaf ile
muzafü'n'ileyhin kaç yerde mutakabatı şarttır, hiç buralarını da bilmek lâzım
gelmezdi."16
Tiyatro sahasında Halk diline yönelme çok erken başlamış Şinasi, Ahmet Vefik
Paşa, Ali Bey, Teodor Kasap'ın eserleriyle -sanat yönünden olmasa da- sadelik
noktasından hemen hemen amacına ulaşmıştı. Tiyatro dilinin bu başarısı, Namık
Kemal ve Abdülhak Hamid'in farklı bir yoldan gelişen Tiyatro eserlerinin
bulunmasından dolayı zamanında gereğince farkedilememiştir.
II. Abdülhamid'nin tahta çıkmasından sonra anayasa hazırlanırken devletin resmî
dilinin tespit edilmesi gerekmişti. Anayasanın 18. maddesine Osmanlı Devletinin resmî
dilinin Türkçe olduğu ve devlet hizmetine girecekler için bu dilin bilinmesi gerektiğine
dair bir hüküm konuldu.17 İlk Mebuslar Meclisi toplanınca da lehçe ve şive meselesi
15Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, s. 222.
16Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, 1972,s. 127.
17Enver Ziya karal, "Osmanlı Tarihinde Türk Dili sorunu -Tarih Açısından Bir Açıklama-", Bilim Kültür
ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1978, ss.7-95.
8
ortaya çıktı. Meclis stenografları, söylenen kelimeleri yazamıyorlardı; Ahmet Midhat
Efendi zabıt tutmaya ve söylenenleri yazı diline çevirmeye memur edildi. Ahmet
Midhat Efendi bu işi yaparken bir gün bayıldı. Mebuslar Türk dilinin lehçe ve
ağızlarının çıkardığı büyük karışıklığın karşısında şaşkına döndüler. İstanbul halkı
taşradan gelen mebusların diliyle alay etmeye başladı. Bu durum, Türkçenin bütün
problemlerini gözler önüne serdi ve yeni rejim ile dil arasındaki münasebetin bütün
aydınlar tarafından iyice anlaşılmasını sağladı. Böylece, Parlamenter rejimin zaruretleri,
daha 1877 yılında resmî dilin tespitinin, İstanbul lehçesinin esas alınmasının , yazı dili
ile konuşma dilinin birleştirilmesinin gerektiğini göstermişti.
II. Abdülhamid'in iradesiyle meclis kapatılıp siyasî konuların yazılması sansür
edilince, aydınlar, meclisin açılmasıyla problemleri ortaya çıkan ve üzerinde yazı
yazılması yasaklanmamış olan dil konusuna eğildiler. Basında çok canlı bir şekilde dil
meseleleri tartışıldı. Tercüman-ı Hakikat, Ceride-i Havadis, Vakit gazeteleri iki yıl
müddetle hemen her gün dil meselelerini ele aldı. Abdurrahman Süreyya, Hacı İbrahim
Efendi, Recaizâde Mahmud Ekrem, Ahmed Midhad Efendi, Lastik Sait, Ali Suat,
Mehmed Edib, Mustafa Reşid, Hasan Hulki, Ahmet Hamid gibi yazarlar fikirlerini
ortaya koydular.18 Bu tartışmalarda, resmî yazışma dilinin sadeleştirilmesi, alfabenin
ıslahı, Türkçenin Arapça ve Farsça kurallarından kurtarılması istekleri ağır basıyordu.
Ayrıca Abdülhamid II.'nin saltanatının son yıllarında ortaya çıkan vehminin bir
sonucu olarak İkinci Meşrutiyetin ilânından önceki yıllarda Osmanlı matbuatı gerek
muhteva gerek sayı bakımınan oldukça zayıf bir durumdaydı.19 Bu devirde istibdadın
baskısıyla güç duruma düşen basın, dili sadeleştirerek yaşama şansını arttırmağa
yönelmişti. Yurt dışında çıkan gazeteler, siyasi bir karakter gösterdiklerinden geniş
kitlelere hitab etmek istiyorlar ve mümkün olduğunca sade bir dil kullanıyorlardı.
Siyasi fikirlerin ifadesinde mizahtan faydalanılması, mizah gazetelerinin tutulması,
dilin folklora açılması, sadeleşme yolunda önemli adımların atılmasını sağlıyordu.
Genç Kalemler mensupları üzerinde fikirleriyle en etkili olan dilcimiz Şemsettin
Sami'dir. Bu dilcimizin üzerinde durduğu en önemli meselelerden birisi "edebiyat ve
yazı lisanımızın Arap ve Fars kelime ve kaidelerinin hakimiyetinden" kurtulması
düşüncesi olmuştur.20 Şemsettin Sâmi, II. Meşrutiyeten evvel ve Genç kalemler'den
önce Türkçe, Arapça ve Farsça'dan müteşekkil bir dil olamıyacağını, Türkçe'nin
müstakil bir dil olduğunu, Arapça ve Farsça kelimelerin mümkün olduğu kadar az
kullanılması gerektiğini, bu dillerden alınan kelimelerin geldikleri dilin kaideleriyle
18Enver Ziya karal, "Osmanlı Tarihinde Türk Dili sorunu -Tarih Açısından Bir Açıklama-", s.62.
19Vedat Günyol, "Matbuat", İslâm Ansiklopedisi, C.7
20Ömer Faruk Akün, Şemsettin Sâmi, İslam Ansiklopedisi, C.XI.
9
değil, Türkçe'nin kaidelerine uyularak kullanılması gerektiğini "Lisân-ı Türkî", "Kitabet
ve İnşa", "Okuyup Yazmak ve Usûl-i Mürâsele" gibi makalelerinde ifade etmiş, daha
sonra da bu düşüncelerini geniş bir şekilde ele almıştır.21 Şemsettin Samî, bütün
yabancı kelimelerin dilimizden çıkarılmasını isteyen tasfiyeciliğe karşıydı. Türkçeleri
mevcut bulunan ve konuşma dilinde kullanılmayan Arapça ve Farsça kelimelerin
dilimizden çıkarılması gerektiğini savunuyordu. Konuşma diline girmiş kelimeleri ise,
artık Türkçe'nin malı olmuş kabul ediyordu. Terimler meselesini, "ıslahat-ı
fennîye"yi, fenle uğraşanların tespit etmesi gerektiğini söylüyordu. Türk dilinin
bütünlüğünü sağlamak için İstanbul Türkçesinin esas alınmasını teklif ediyordu. II.
Meşrutiyetten önce ve sonra bu fikirler, zaman zaman büyük münakaşalara sebeb
olmakla birlikte umumiyetle aydınlar tarafından benimsenmişti, Bazı Türk aydınları da
değişik noktalarandan yola çıkmalarına rağmen benzer fikirler ileriye sürüyordu.
Manastırlı Rifat, Necip Asım, Mehmed Akif, Hakkı Behiç, Celal Sahir gibi aydınlar da
dil konusunda Şemseddin Sâmî'nin ileri sürdüğü fikirler etrafında dönüyorlardı.
Muallim Naci, devrinde sade nesrin en güzel örneklerini vermiş, makalelerinde
de tabiî ve sade bir dille yazılması gerektiğini ileri sürmüştür. Sağlam dili ile
kendisinden sonraki nesilleri etkilemiştir.
Genç Kalemler mensuplarından önce dilimizden yabancı gramer kurallarının
atılması gerektiğini söyleyenlerden birisi de Beşir Fuad'dır. Beşir Fuad, Türkçenin
sadeliğe doğru gittiğine inanıyordu. Sadeleşmede tutulacak yolu da şöyle ifade
ediyordu: "Avrupa lisanları nasıl Lâtin ve Yunan lisanlarından istiane etmişlerse biz de
öylece Lisan-ı arabî ve farisîden istimdat etmişiz; bu lisanları doğru yazıp
söyliyebilmek için Lâtin ve atik Yunan lisanlarının kavaidini ayrıca tahsile lüzum yoksa
Türkçe için dahi bilhassa Arapça ve Farsçanın kaidelerini öğrenmeye ihtiyaç
hissetmemelidir."22
Modern Türk kısa hikâye türünün kurucusu olan ve bu eserlerinde umumiyetle
yerli hayatımızı ele alarak millî edebiyat mensuplarının gayelerinden birisinin
gerçekleşmesine hizmet eden yazarlarımızdan birisi olan Sami Paşazade Sezai, birçok
makalesinde sade bir dille yazmayı tavsiye etmiş bu faaliyetleriyle Milli Edebiyat
akımının zeminini hazırlayanlar arasında önemli bir yer kazanmıştır. 23
Sami Paşazade Sezai, 1898'de Rumuzü'l-edeb'de neşredilen "Musahabe" başlıklı
yazısında Türk dili ve edebiyatıyla ilgili önemli düşünceler ileri sürer. "Muhasebe"
yazarın bir ramazan gecesi Şehzadebaşı'nda gördüğü paradoksal manzarayla ilgili şu
21Ömer Faruk Akün, Şemsettin Sâmi, İslam Ansiklopedisi, C.XI.
22Orhan Okay, Beşir Fuad, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti, İstanbul, s.126.
23Zeynep Kerman, Sami Paşazâde Sezaî'nin Hikâye-Hatıra-Mektup ve Edebî Makaleleri, İstanbul,
1981, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, s.303--362.
10
müşahedesiyle başlar: "Çaycı dükkanları karşılarında "sirk"!.. Zuhurî kolu! Beş-on
adım ilerde "fonograf"!.. Karagöz! Yanı başında "Sinematograf"!.. Edison zuhurî
kolunu seyrediyor, Karagöz Edison'u dinliyordu." Doğu ile Batı arasındaki tezadı canlı
bir tablo gibi karşısında bulan yazar, bir müddet Moliere'in bir oyununu seyrettikten
sonra Moliere'le Nasrettin Hoca'yı karşılaştırarak, Nasretin Hoca'dan doğmuş bir
komedimizin olmayışına üzülür. Bu düşüncelerle oyunu yarım bırakıp Karagöz
seyretmeye gider. Hacivat'ın külfetli dili karşısında hiddetlenen Karagöz'ü haklı bularak
şöyle der: "Edebiyat bahsinde de Karagöz'ün fikrindeyim. Karagöz dese ki: Bir adam
hem Arap, hem Türk, hem Acem olamamadığı gibi bir edebiyat da hem Arap, hem
Türk, hem Acem olamaz. Dünyada başka bir milletin sarfiyle yazar, okur bir kavim
yoktur... Dünyanın bütün elsine-i kemali bir araya gelse bir Türkte Türkçe kelimelerin
hâsıl ettiği tesiri vücuda getiremez. Belki de biz Türklere sözün Arap ve Latin
milletleri derecesinde tesiri olmaması Arabî ile Farisî'nin kesret-i istimalinden neş'et
ediyor. Asıl şikayet de bu kesret veya suiistimale aittir. Yoksa cihanın en büyük
medeniyetinden birinin, en âli edebiyatından birincilerinin lisanı ve kendi dilimizin
bünyan-ı beyanı olan Arabî ile Farisîden kim iddia-yı istiğna edebilir? Öyle
düşünüyorum ki esasen fikirler, nazarlar, "mümkün olduğu kadar" Türkçeye matuf
olmalıdır. Bu maksada çalışmalı ."24 Yazar muhasebesini "Vakıa her lisanın
yazılışıyla söylenişinde fark vardır. Fakat söylemekle yazmak beyninde bizimki kadar
ayrı iki lisan kullananları ben bilmiyorum." diyerek bitirir.
Sami Paşazade Sezai, bu muhasebesinde günlük bir müşahedesinden yola
çıkarak dilde sadeleşmenin ve millî bir edebiyata sahip olmanın zarurî olduğunu çok
net bir biçimde ifade etmiştir. Şinasi'den ve Ziya Paşa'dan başlayarak birçok
yazarımızın işaret ettiği bir kaynağa kendi kaynaklarımıza dönmek gerektiğini
görmüştür. Anlamak ve ifade etmekle ana dil arasındaki sıkı ilişkiyi kavramış,
edebiyatımızın temel problemlerinden birisinin burada yattığını göstermiştir. Yazı dili
ile konuşma dili arasındaki uçurumun tabiî boyutlara indirilmesini istemiştir.
Şura-yı Ümmet'te yayınlanan "Lisan" adlı makalesinde meşhur yazarlarımızın
eserlerinin fazla basılmamasının sebebini kullandıkları dilin belirsizliğine ve
yabancılığına bağlar: "Fakat söylediğimiz bu fevkâlade güzel, bu pür-âheng-i marifet
lisan ne lisanıdır? O tasvir edilen âli, rakik hissiyat kimin hissiyatıdır? İtiraf edilir ki,
bu lisan ve hissiyat kanun-ı tekemmüle tâbi bir büyük teâli ve terakkidir. Fakat bu
terakki ve teâli tabiatımızdan, aslımızdan değil, garptandır."25 Aynı şekilde Divan
şairlerinin ihtişamlı sözleri de sun'idir, yapmadır ve ifadeleriyle "décadent"dırlar. Sami
Paşazade Sezai, dil ve edebiyat ile "ruh-ı kavmiyet" arasındaki derin ilişkiye dikkati
24Kerman, s.62-66.
25Kerman, s.334.
11
çeker ve edebiyatın kavmin aslını, neslini, yurdunu, yaşayışını, zevk ve tabiatını
yansıtmasını ister, zira bunlar edebiyatımıza can verecektir. Bu düşünceler, daha sonra
Genç Kalemler tarafından da ileri sürülecektir.
Genç Kalemler mensuplarının "Yeni Lisan" hareketi esnasında ileri sürdükleri
bütün teklifler, aslında yukarıda belirttiğimiz yazarlar tarafından parça parça ifade
edilmişti. Genç Kalemler mensupları da bu hakikati daima hatırlattılar. Ali Canip,
Ömer seyfettin ve ziya Gökalp, "Yeni Lisan" meselesinde sosyal temayüllerden yola
çıkmışlardı. Türk halkının "vicdanında" başlamış bir temayülü geliştirmeye
uğraşıyorlardı. Bu üç yazar da "Yeni Lisan" konusunda Tanzimattan beri ileri sürülen
"eski" fikirlerden hareket ediyorlardı. Kurmaya çalıştıkları dilin de ismine rağmen yeni
bir dil olmadığını, aslında halkın konuştuğu dili yazı dili haline getirmeye çalıştıklarını
ifade ediyorlardı. Bütün yazılarında, bu hususu çok açık bir şekilde ifade etmelerine
rağmen, sosyal fikirleri de dil ve edebiyatla ilgili fikirleri de haksız bir biçimde çok
yeni görüşler gibi tepki gördü.26 İşin tuhaf tarafı "Yeni Lisan" hareketi başarıya
ulaştıktan sonra da durmadan onların bu hareketin başlatıcıları olmadığı iddiaları
tekrarlandı durdu. Bu işe başlama şerefinin İstanbul'a mı İzmir'e mi ait olduğu konuları,
lüzumsuz bir şekilde basında uzun uzun tartışıldı durdu.27
II. Meşrutiyetin İlânı ve Selânik'teki Şartlar
1889 yılında İstanbul'da Abdülhamid'e karşı İttihad ve Terakki Cemiyeti adı
altında gizli bir cemiyet kurulmuştu. Aynı yıl Ahmet Rıza Bey, Paris'te Osmanlı İttihad
ve Terakki Cemiyetini kurdu. Bunları mevcut idareden memnun olmayan benzer
cemiyetler takibetti. Jön Türk hareketi olarak adlandırılan bu faaliyetlerin asıl amacı
meşrutiyetin tekrar ilân edilmesini sağlamaktı. II. Abdülhamid'e karşı olan Jön Türkler,
kuvvetli bir muhalefet yapıyorlar, mevcut sosyal kurumlara karşı mücadele ediyorlardı.
Paris'te çıkarılmakta olan Fransızca Meşveret gaztesinde (15 ağustos 1897) ilan edilen
26"Yeni Lisan" hareketinin başarıya ulaşmasından sonra, hatta Cumhuriyet Devrinde "Yeni
Lisan" hareketinin gerçek sahibi kimlerdir tartışmalarının yapılması, Genç Kalemler hareketinin
günümüzde bile birçokları tarafından anlaşılamamış olduğunu göstermektedir.
27Aslında bu tartışmaların bir başka sebebi, dilimizin sadeleşmesinin iyi bir tarihçesinin
yapılmamış olmasıdır. Bugüne kadar yapılan önemli çalışmalara rağmen dilimizdeki
değişiklikler bütünlüğü içinde ele alınmamıştır. Bunun sebepleri şunlardır:1)Önce dil, çok geniş
kategoriler içinde değerlendirilmiş ve pek onların dışına çıkılamamıştır. Meselâ, çalışmalar, yazı
dili ve konuşma dili gibi genel kavramlara dayanılarak yapıldığından yazarların teklifleri ve
eserlerin dili konusunda sağlam tespitler yapılamamış, yapılan tespitler de farkları yok etmiştir.
2) Dildeki değişmeler, hemen daima kelime düzeyinde ele alınmış, çok sınırlı bir şekilde
sentaks göz önünde bulundurulmuştur. 3) Dilin sadeleşmesi, sosyal, lengüistik, retorik
katogoriler içinde ele alınmamıştır. Her edebî türde, dil değişimi, az çok farklı bir grafik
çizmiştir. Basın gözönüne alındığında, mizah gazeteleri, çocuk gazeteleri devrinin genel
eğiliminin dışında kalmaktadır.
12
programlarından anlaşıldığına göre Ahmet Rıza Bey'in etrafında toplanan Jön Türkler,
esas itibariyle 1839-1876 yılları arasında çıkarılan kanunlarla Abdülhamid'in ortaya
koyduğu kanûn-ı esasînin uygulanmasını istiyorlardı. Şura-yı Ümmet gazetesinin de
desteklemesiyle, amaçları arasına meşrutiyet için bir kamuoyu yaratılması ve halkın
aydınlatılması konularını aldılar. 1906'ya kadar Genç Türkler, henüz ihtilalci yahut
inkılapçı bir hüviyette değildir. Gerek Ahmed Rıza Bey'in yazılarında gerek Şûrâ-yı
Ümmet'te çıkan yazılarda ihtilâl fikri zararlı görülür.
Adem-i merkeziyet fikrini savunan Sabahattin Bey ise daha çok ihtilâlci fikirlere
sahipti. "la science Sociale" ekolüne bağlı olan Sabahattin Bey, bilhassa Edmond
Demolins'i okuyordu. Paris'te arkadaşlarıyla birlikte 1906 yılında Terakkî gazetesini
kurmuş ve bu gazetede siyasî mesleğini açıklamıştı. Sabahattin Bey'in ihtilâlci fikirleri
Ali Canip'e kuvvetle tesir edecektir. Meşrutiyetin ilânından sonra edebî bir ihtilalin
gerektiğini savunacaktır. İmparatorluk dahilindeki azınlıkların faaliyetlerini
değerlendirirken de Sabahattin Bey'in görüşlerinden yararlanacaktır.
Mısır'da Türkçe olarak yayınlanan "Şûrâ-yı Ümmet" gazetesinin ilk nüshasında
"10 Nisan 1902" neşredilen ve İttihad ve Terakkî'nin program ve genel amaçlarını
açıklayan yazıda "Saray zindanlarında hapse mahkûm ve her türlü niam-ı maarif ve
medeniyyeden mahrum olan âile-i saltanat efradını bu hal-i esaretten kurtarmağa,
müktesebât-ı ilmiyyeden hissedar eylemeğe ve hanedan-ı Osmanînin makam-ı hilâfet
ve saltanatta -mülk ve millete nâfi olacak surette- bekasını takviyeye çalışmak..."28tan
bahsedilmesi ve hafiyelerden gelen curnaller Abdülhamid'i telâşa düşürmüştü.
Abdülhamid, şehzadelerle en ufak bir ilişki olanları, hatta yolda saltanata duyduğu
hürmetten dolayı şehzadeyi selâmlayanları, şehzadeyle aynı terziden giyinenleri...
sürgüne gönderir. 1902 yılında İstanbul'da bir sürgün kasırgası eser. Yalnız Sıvas'a
sürülenlerin sayısı bini aşar.29 Ali Canip'in babası da işte bu olaylar içinde Selânik'e
sürülür.
Devrin idaresinden memnun olmayan Selânik'li gençler, yurda sokulması
yasaklanan yayınları temin ediyorlar ve dağıtımını yapıyorlardı. Bu gençler, 1906
yılında "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti"ni kurdular. Cemiyetin kurucu üyeleri şunlardı:
Talat Bey (sonra paşa ve sadr-ı âzam), Rahmi Bey (sonra İzmir valisi), Midhat Şükrü
Bey (sonraki İttihad ve Terakki kâtib-i umumîsi ve Cumhuriyet devrinde Sıvas
milletvekili), Bursalı Tahir Bey (Askerî Rüştiye müdürü, tarihçi), Yüzbaşı Ömer Naci
Bey (şair, hatip), Mülazım İsmail Canbulat Bey (Meşrutiyet devri nâzırlarından, İzmir
suikasti dolayısıyle idam edilmiştir), Kâzım Nâmi Bey (yazar, cumhuriyet devri
28Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.I-Kısım:I, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991,
s.262.
29A.g.e., s.264.
13
milletvekillerinden), Hakkı Baha Bey (Bursalı), Edib Servet Bey (Erkân-ı harp
yüzbaşısı, cumhuriyet devri milletvekillerinden), Naki Bey.30
Balkanlarda ve Anadolu'da bilhassa ordu içinde inkılapçı bir gençliğin iş başına
geçmesiyle, yurt dışında ve sürgünler arasında olan muhalefetin merkezi Selânik'e
kaydı. Eylül 1907'de Selânik grubu Paris'teki eski İttihat ve Terakki örgütüyle -birisi
dış, birisi iç işlerde muhtar olmak kaydıyla- birleşti. 31
O yıllarda, Meşrutî bir idareye sahip olan Japonya, istibdatla yönetilen Rusya'yı
yenmişti. Rusya ve İran bunu demokratik kurumların başarısı olarak değerlendirmiş
meşrutî rejime geçmişlerdi. Diğer taraftan1908'de İngiliz ve Rus hükümdarlarının
Reval'da buluşmasını inkılapçı Türk subayları, Hasta Adam sayılan Osmanlı
İmparatorluğunun tasfiyesiyle ilgili bir görüşme olarak değerlendirdiler. Ordunun
bakımsızlığı, maaşların ödenmemesi, huzursuzluğu artırmıştı. Aydınlar arasında
meşrutiyetin ilan edilmesinden başka çare kalmadığı görüşü iyice benimsenmişti. Enver
Bey, durum hakında bilgi vermek üzere İstanbul'a çağrılınca, Resne dağlarına çekildi.
Ardından Kolağası Niyazi Bey, bir miktar asker ve mühimmatla dağa çıktı. 7 Temmuz
1908'de Abdülhamid'in isyanı bastırmak ve Niyazi bey'i yakalamak için büyük
ümitlerle Sêlanik'e gönderdiği Şemsi Paşa, Manastır telgraf merkezinden çıkarken
Mülazım Bigalı Atıf Efendi tarafından öldürüldü. Bu hadiselerden sonra Selânik ve
Manastır'daki ordular Abdülhamid'e açıkça cephe aldılar. Edirne'deki İkinci Ordu'dan
destek aldılar. İzmir'den Selânik'e yollanan Anadolu birlikleri de harekete katılmak
üzere ikna edildi. 20 Temmuz günü Manastır'daki müslüman halk ayaklandı, bunu
Kosova'daki ayaklanmalar takib etti. Padişaha Meşrutiyet'i ilân etmesi için Rumeli
merkezlerinden telgraflar çekildi. Ayın 23'ünde Manastır'da Meşrutiyet ilân edildi.
Abdülhamid bu baskıların sonunda meşrutiyeti ilân etmek zorunda kaldı.
Meşrutiyetin ilân edilmesinden sonra, İttihad ve Terakkî Cemiyeti'nin Selânik'teki
Merkez-i Umumîsi, üyelerinden Ahmet Rıza, Talat, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat
Şükrü, Habib, Enver (paşa), İsmail Hakkı, Dr. Bahaeddin Şâkir ve Nâzım Bey'leri
hükümeti gözetlemek üzere İstanbul'a göndermişti. İttihatçılar yeni kabinede yer
alamamakla birlikte büyük ölçüde iktidara sahip olmuşlardı 32
Meşrutiyetin ilânı, hafiye teşkilatının ve sansürün ortadan kaldırılması, siyasî
suçluların afvı imparatorlukta büyük bir sevinç uyandırdı ve iyimserlik yarattı. Türk
matbuatında ve fikir hayatında büyük bir canlılık ortaya çıktı.
30Ali Canip, doğrudan cemiyete dahil olmadığı halde kurucu kadroda bulunan Kâzım Nâmi Bey
ve Ömer Naci Bey ile çok samimî arkadaştı.
31Bernard Levis, Modern Türkiyenin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara,
1991, s.204.
32Fethi Tevetoğlu, İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Türk Ansiklopedisi, C.XX.
14
1908 yılının kasım sonu ile Aralık başında seçimler yapıldı. Meşrutiyetin ilanıyla
ortaya çıkan iyimser hava Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilân etmesi, Bosna-Hersek'in
elden çıkması, Girit'in Yunanistan'la birleşmesi, menfaat gruplarının çekişmeleri gibi
sebeplerle kısa sürede yerini karamsarlığa ve karışıklığa bıraktı. Yurt dışından dönen
Jön Türk üyeleri durumdan memnun olmayanlarla birleşerek yeni partiler kurdular.
Ortaya değişik görüşleri temsil eden "Fedakâran-ı Millet cemiyeti", "Osmanlı Ahrâr
Fırkası", "Osmanlı Demokrat Fıkrası", "İttihâd-ı Muhammedî Fıkrası" gibi partiler
çıktı. Bu partiler, İttihad ve Terakkî aleyhine geniş bir propaganda faaliyetine giriştiler.
31 Mart 1909 tarihinde gerici güçler bu durumdan istifade ederek ayaklandılar.
Selânik'te bulunan 3. Ordu, Mahmud Şevket Paşa kumandasında harekete geçti,
Edirne'de bulunan birlikler de 3. Orduya katıldı. Kurmay başkanlığını Mustafa Kemal'in
yaptığı Hareket Ordusu, İstanbul'a girerek isyanı bastırdı. İttihad ve Terakkî
mensupları ile hükümet üyeleri toplanarak II. Abdülhamid'in tahtan indirilmesine ve V.
Mehmet Reşat'ın padişah ilân edilmesine karar verdi. Tahttan indirilen II. Abdülhamid,
ikamet etmek üzere Selânik'e gönderildi.
Hareket Ordusu komutanı Mahmud Şevket Paşa, üç ordunun "Umumî
Müffettişliği" sıfatını alarak iki yıl süre ile sıkı yönetim ilan etti.
Ali Canip'in hatıralarında da yer alan "Hizb-i Cedid" hareketi, II. Meşrutiyet'ten
sonraki meclis içi muhalefetin ilk ciddî belirtileriydi. 1911 başlarında siyasî ve ictimaî
hoşnutsuzluklar "Hizb-i Cedid" ve "Hizb-i Terakkî" gruplarının ortaya çıkmasına yol
açtı. "Hizb-i Cedid"in liderleri olan Miralay Sadık ve Abdülaziz Mecdi Bey,
demokratik ve meşrutî olarak adlandırdıkları isteklerini on maddelik bir muhtırayla
ortaya koydular. "Hizb-i Terakkî" ise, küçük bir sol-kanat grubuydu. İttihad ve
Terakkî'nin Selânik'te yaptığı son ve gizli bir toplantıda bu hizib meselesi ele alındı,
fakat Trablus saldırısı gözönüne alınarak anlaşmazlıklar tatlıya bağlanmağa çalışıldı.
Ancak bu hal, beraberinde istifaları ve gücenmeleri getirdi, İttihad ve Terakkî güç
kaybına uğradı. Muhalifler, 21 Kasım 1911'de liberal bir birlik parisi olan "Hürriyet ve
İtilâf" partisini kurdular, liderleri Damat Ferit Paşa'ydı.33
Mısır'da bulunan Kâmil Paşa'nın Padişaha bir mektup göndererek İttihad ve
Terakkî mensuplarını iş başından uzaklaştırmasını tavsiye etmesi İttihatçıları
telaşlandırdı. Meclisi dağıttılar, Kâmil Paşa'nın mektubunu yayınlayarak gözden
33Bernard Levis, Modern Türkiyenin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara,
1991, s.220-221.
15
düşmesini sağladılar, yeniden seçim yaparak büyük mecliste bir çoğunluk elde ettiler.
1912 haziranında durumdan memnun olmayan subayları temsil eden bir
"Halâskar Zabitan" grubu kuruldu, bu grubun çalışmaları sonucunda sonra İttihatçılar
iktidardan uzaklaştırıldı, meclis feshedildi. Edirne'nin Bulgarlara verileceği şayiası
üzerine başlarında Enver Paşa'nın bulunduğu bir grup Bâbıâli'ye baskın düzenledi,
İttihatçılar tekrar iktidarı elde etti ve Mahmud Şevket Paşa sadarete getirildi. Mahmud
Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra 1918 yılına kadar memleketin idaresi Enver,
Talât ve Cemal Paşa'ların eline geçti.
**************************************************************
© http://www.ege-edebiyat.org

Tarih Boyunca Türkçülük Osmanlıcılık, İslâmcılık,Türkçülük

Makale

31.Sayı Tarih Boyunca Türkçülük Osmanlıcılık, İslâmcılık,Türkçülük
Orkun

19. yüzyıl sonlarında Türkçülük, hemen tamamiyle Türkoloji ve edebiyat alanlarında ortaya çıkmaktaydı. Ancak, bu eğilimin adı bile henüz konulmamıştı. “Türklük”, “Türk birliği” gibi kavramlar telâffuz edilmeye başlanmıştı ama “Turan”, “Turancılık”, “Türkçülük” sözleri pek duyulmuyordu.

19.yüzyıl sonlarında Türkçülük, hemen tamamiyle Türkoloji ve edebiyat alanlarında ortaya çıkmaktaydı. Türk soyundan toplulukların yaşadıkları coğrafya, Türk tarihinin eskiliği ve ihtişamı, Türk dilinin genişliği ve zenginliği öğrenildikçe zihinlerde ve fikirlerde canlanma görülüyor, gönüllerde yavaş yavaş Türklük aşkı alevleniyordu. Ancak, bu eğilimin adı bile henüz konulmamıştı. “Türklük”, “Türk birliği” gibi kavramlar telâffuz edilmeye başlanmıştı ama “Turan”, “Turancılık”, “Türkçülük” sözleri pek duyulmuyordu. Bu gelişme, 20. yüzyılın başlarında görülecektir.
Türkçülük, henüz bir sistem hâline de gelmediği için, siyasî alanda bir yansımasına rastlanmıyordu. Esasen, Osmanlı ülkesinde, Sultan II. Abdülhamid’in çelik elleriyle yürütülen sıkı bir rejim vardı. Siyasî eğilimlerin açıkça ortaya çıkması, sarayın iznine ve iradesine bağlıydı. Aydınların önemli bir kesimi ise, Jön Türklere sempati besliyordu. Jön Türkler, istibdat yıkılıp da meşrutî bir yönetim kurulursa, ülkede çok şeyin, hattâ her şeyin değişeceğine inanıyorlardı. Bunun için, ilk hedef, Teşkilâtı-ı Esasiye Kanunu(Anayasa)nun yeniden yürürlüğe girmesi, seçimlerin yapılıp Meclisin açılması ve yönetimde padişahın yetkilerinin kısıtlanması idi. Jön Türkler, bu temel fikir etrafında birleşmekle beraber, ayrı gruplar hâlinde ve dağınık çalışıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889’da kurulmuş, fakat takibata uğrayan kurucuları uzak illere sürülmüşlerdi. Bu sebeple, Cemiyet, Osmanlı şehirlerinden ziyade, Avrupa’da yaşayan Jön Türkler vasıtasıyla Paris, Cenevre, Kahire gibi şehirlerde faaliyet gösteriyordu. Birçok çalkantıdan sonra, İttihad ve Terakki Cemiyeti, Selânik’i merkez edinerek gizli çalışmalarını buradan yürütmeye başlayacak ve gittikçe etkili hâle gelecektir. Parti durumuna getirilmesi ise, Meşrutiyetin de ilânından sonra, ancak 1908’de gerçekleşecektir. (İttihad ve Terakki ile Türkç ülük arasındaki ilişkiye ilerdeki bahislerde temas edeceğiz).
19. yüzyıl sonunda, Türk aydınlarına, başlıca iki düşünce akımı hâkimdi: İttihad-ı Osmanî ve İttihad-ı İslâm. Yani, Osmanlı birliği ve İslâm birliği.
Osmanlı birliği, devletin resmî ideolojisi ve politikası durumundaydı. Devlet, hâlâ imparatorluk yapısını koruyordu. Gerçi, Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Karadağ, Osmanlı Devleti’nden ayrılan unsurlar tarafından kurulmuş yeni devletlerdi. Ama, Rumeli henüz tamamen kaybedilmemişti. Makedonya, Batı Trakya, Arnavutluk, –şeklen de olsa– Doğu Rumeli eyaleti hâlâ Osmanlı Devleti’nin elindeydi. Buralarda dilleri, etnik kökenleri, bazen de dinleri ve mezhepleri farklı topluluklar yaşıyordu. 1877-1878 Türk-Rus Savaşı sonunda Rus işgaline giren birkaç ilin dışında, doğuda toprak kaybına uğranılmamıştı. Arabistan, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan Osmanlı idaresi altındaydı. Bu topraklarda Araplardan Yezidîlere, Dürzîlerden Marunîlere, Şiîlere kadar değişik kökenden ve inançtan halklar yaşıyordu. Libya (Trablusgarb ve Bingazi) bir Osmanlı eyaletiydi. Mısır, İngiliz işgaline girmişti ama, hıdiv padişahın yüksek hâkimiyetini tanıyor ve Bâbıâli tarafından tayin ediliyordu. Anadolu’da ve İstanbul’da ise hatırı sayılır Rum, Ermeni ve Musevî topluluklar bulunuyordu.
Birbirinden bu kadar farklı toplulukları, tek dil, tek din, tek ırk etrafında birleştirerek elde tutmak imkânsızdı. Bu bakımdan Osmanlı birliği, siyasî bir kavram ve tedavi edici bir reçete gibi düşünülüyordu. Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde yaşayanlar, Osmanlı hanedanının temsil ettiği hükümranlığı tanıyarak ve ona itaat ederek, ortak çıkarları paylaşarak, “kardeşce” ve “bir arada” yaşayabilirlerdi. Yaşamalıydılar. Aksi takdirde, devletin dağılması kaçınılmaz olacaktı.
Osmanlı Devleti, 1878 Berlin Kongresi’nden sonra “resmen” toprak kaybetmemişti. Ama, Fransa’nın Tunus’u, İngiltere’nin Kıbrıs ile Mısır’ı işgal etmelerini de önleyememişti. Bundan sonra, uzun sayılacak bir barış ortamına girilmişti. Osmanlı Devleti, ebed-müddetti. Hiç kimse, onun yıkılacağına ihtimal vermiyordu. Ama, Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) artık onu “Hasta Adam” olarak anıyorlar ve topraklarını paylaşmak için aralarında pazarlıklara girişiyorlardı. Çoğunu bu devletlerin kışkırttığı iç karışıklıklar da bitmek bilmiyordu. Girit ve Makedonya kaynıyordu. Hınçak ve Taşnaklar, Anadolu’da silâhlı çeteler kuruyor, Ermeni kiliselerini ve okullarını silâh deposu hâline getiriyorlardı. Ayaklanmalar, suikastler, sabotajlar birbirini takip ediyordu. Büyük devletlerin İstanbul’daki elçileri, Bâbıâli’de genel vali edasıyla dolaşıyorlar; Makedonya’da ve Ermenilerin yaşadığı doğu illerinde ıslahat yapılması için II. Abdülhamid’i sıkıştırıyor, yani Osmanlı Devleti’nin iç işlerine düpedüz karışıyorlardı.
Diğer taraftan, ülkede bayındırlık hamlelerine giriliyor, çok sayıda öğretim kurumu açılıyor, buralarda ders verecek öğretmenler yetiştiriliyor, okul binaları inşa ediliyordu. Fabrika sayılacak sanayi kuruluşları yavaş yavaş faaliyete geçiyordu. Berlin-Bağdat Demiryolu Hattı için projeler üretiliyor, bu hattın kutsal şehirlere kadar uzatılması tasarlanıyordu. Ama, devletin bütünlüğü, ancak, Sultan II. Abdülhamid’in, âdeta tek başına ve büyük bir kurnazlıkla yürüttüğü denge politikasına bağlıydı. Padişah, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya arasındaki çıkar çelişkilerini kullanarak, birini -bazen ikisini-, diğerlerine karşı kuşkuya düşürüyor, politik manevralarla devletin ömrünü uzatmaya çalışıyordu. Bu tehlikeli ortamda Osmanlı birliği, güdülecek yegâne tutarlı siyaset gibi görünüyordu. Bunun çıkar yol olmadığı, daha sonraki siyasî gelişmelerle ancak anlaşılabilecekti.
Sultan II. Abdülhamid, İslâm birliği fikrini de ihmal etmiyordu. Yerine göre, özellikle dış politikada bu fikri, çok kere bir tehdit vasıtası olarak elinde bulunduruyordu. Osmanlı hükümdarı, aynı zamanda halife, yani bütün Müslümanların dinî önderi idi. Osmanlı Devleti, evet, bir imparatorluktu ama, aynı zamanda temel yapısı ve hukukî dayanakları itibariyle İslâm devletiydi de. Osmanlı hükümdarı, İslâm halifesi sıfatıyla, esasen İslâm birliği fikrini reddedemezdi. Ayrıca Fransa’nın, Afrika’da; İngiltere’nin, başta Hindistan olmak üzere Asya’da; Rusya’nın Kafkaslarda, Kırım’da, Kazan’da, Orta Asya’da kalabalık Müslüman tebaaları bulunmaktaydı. Bunlar, İslâm halifesine mânen bağlılık duyuyorlar, muhteşem bir tarihî mirasın sahibi olarak da Osmanlı Devleti’nin hayatiyetini arzuluyorlardı.
19. yüzyıl sonunda Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusu içinde Müslümanlar hem çoğunluk hâlindeydiler, hem de eskisine göre genel nüfusa oranları artmıştı. Yeni Balkan devletlerinin kurulmasıyla, önemli bir Hristiyan nüfus Osmanlı Devleti’nin bünyesinden ayrılmıştı. Müslüman nüfusun Yıldız Sarayı’na ve Bâbıâli’ye bağlı kalmasında, İslâm birliği ideali etkili olabilirdi.
Görüldüğü gibi, Osmanlı birliği de, İslâm birliği de, Osmanlı Devleti’nin ayakta kalabilmesi ve ömrünün uzatılabilmesi için birer siyasî araç olarak kullanılıyordu. Bu politikanın isabetine inanan pek çok aydın da, iki akımdan birini, bazen her ikisini birden destekliyordu.
Türkçülüğün, iç ve dış politikada siyasî bir manivela olarak kullanılması pek mümkün değildi. Karışık etnik yapı buna imkân bırakmıyordu. Zaten, böyle bir şeyi düşünen de yoktu. Türkçülük, evet, bir kısım aydın arasında heyecan rüzgârları estirmeye başlamıştı. Evet, Türkçülük, “Türk Birliği” ile yeni ufuklar açacak gibi görünüyordu. Fakat henüz çok erkendi. Tebaa-yı Sâdıka olarak anılan Ermenilerin silâhlı isyanları henüz ayyuka çıkmamış; Rumların ve Patrikhane’nin, Yunanistan’ın beşinci kolu gibi çalıştığı net olarak anlaşılmamıştı. Bu bakımdan Osmanlı birliği fikri, bir süre daha yaşayacaktı. Arnavutların ve daha sonra Arapların isyana girişerek düşmanlarla aynı safta yer almaları ise İslâm birliği fikrini iflâs ettirecekti. Fakat, bütün bunlara daha zaman vardı.
Avrupa’yı birbirine katan, 1830 ve 1848 ayaklanmalarına yol açan Sosyalizm ise Osmanlı aydınları için henüz meçhuldü. Avrupa’ya giderek Sosyalist çevrelerde bulunanlar, ilkel bir “iştirakçilik” fikrine eğilim gösteriyorlardı. Ama, bunların sayısı hem çok azdı, hem de etkileri yoktu.
Türkçülük, böyle bir fikir ve siyaset ortamında boy atmaya çalışıyordu. İlkeleri belirlenmemiş, teşkilâtı kurulmamış, geniş kitlelere mal olmamıştı. Türkolojiye âşina birkaç vatan evlâdı sayesinde sesini duyurmaktaydı. Adı bile konmamıştı. Türkçülüğün, 10-15 yıl içinde, nasıl olup da devlet politikası hâline geldiğini ilerde göreceğiz.

Osmanlıcılık,Türkçülük,İslamcılık

Osmanlıcılık,Türkçülük,İslamcılık


19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nda, yaygın bir kanaata göre Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük, Meslekçilik ve Sosyalizm ana başlıkları altında toplanabilecek fikir akımları görülür. Bu akımların temsilcilerinin ortak noktası; İmparatorluğu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak ve eski görkemli günlerdeki durumuna getirmek amacıyla çaba sarfetmiş olmalarıdır. Aynı gaye ile hareket eden bu fikir akımları, yönetim açısından farklılaştıkça birbirlerinden uzaklaşmış ve bazen de çatışma içine girmişlerdir. Buna rağmen bu dönemdeki fikirleri kesin çizgilerle birbirlerinden ayırmak çok zordur. Ancak düşünürlerinin etrafında toplandıkları yayın organları vasıtasıyla bir ayrıma gidilebilmektedir.


Osmanlıcılık[/URL]

Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu içindeki tüm etnik grupların üzerinde bir "Osmanlılık" duygusunu ve bu duyguya paralel olarak bir "Osmanlı Milletini" ortaya çıkararak Osmanlı Devleti'nin menfaatleri doğrultusunda gayret sarfetmelerini sağlamaya yönelik bir düşünce akımıdır. Bu düşüncenin savunulmaya başlandığı Tanzimat döneminde, İmparatorluk içindeki değişik etnik grupların Batı devletlerinin desteğini alarak bağımsızlığa yöneldikleri göz önüne alınırsa; Osmanlıcılık fikrini ileri süren devlet adamlarının bu yolla iç çekişmeleri yavaşlatmak ve dış baskıları da hafifletmeye çalıştıkları görülecektir.
Bir Osmanlı milleti oluşturma politikası Sultan II. Mahmut'un "Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada farkederim. Aralarında başka bir güna fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi gerçek evladımdır." diyordu. 1839'da ilan edilen "Gülhane Hattı Hümayunu"nda bu fikir prensip olarak da tespit edilmiş oldu. Dolayısıyla Osmanlıcılık fikrinin esas gelişimi dönemi de Tanzimat'tan sonradır. Ancak, Osmanlı devlet adamlarının bu tezlerini sistematik olarak savundukları söylenemez. Bununla birlikte; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler, pek çok konuda birbirlerinden farklı düşünmelerine karşın; "Osmanlıcılık" fikrinin ana programı şu şekilde özetlenebilir: Bütün Osmanlılar hukuken eşittir. Hukuk ve hürriyetleri teminat altına alınır. Toplum zulümden kurtulup, ezel" ve beşer" olan adalete mazhar edilir. Bütün Osmanlı vatandaşları vatan sevgisi ile birleştirilir. Bu maksadın sağlanması için meşruti idareye getirilecektir. Bu maksatların elde edilmesi için şiddet yoluna baş vurulmaz, fitne çıkarılmaz ve ikna yoluyla çalışılır.
Dikkat çekici olan, İslamcıların ve Batıcılar'ın da Osmanlıcılığı savunuyor olmasıdır. Örneğin; Osmanlıcılığın gerekli bir politika olduğunu savunan İslamcı Süleyman Nazif "Cengiz Hastalığı" adlı makalesinde "Bizim damarlarımızda bugün hususi bir kan vardır ki o da Osmanlı kanıdır" derken; Batıcı Celal Nuri, Osmanlıcılığı eleştirenleri kınarken "...Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın müsavatı siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakim (yanlış) politika milletleri herc-ü merc (altüst) edeceği gibi Avrupa'yı hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye'ye hamilik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk eder..."der.
Yusuf Akçuraoğlu ise; Üç Tarz-ı Siyaset adındaki eserinde Osmanlıcılık fikrini gerçekçi bulmadığını "...muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan hali kalmayan unsurların şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olmadığı..." yolundaki sözleri ile ifade etti. Atatürk de Osmanlıcılık fikrinin uygulanamayacağını şu sözleri ile ortaya koymuştur: "...Osmanlı İmparatorluğu içindeki muhtelif kavimler hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefküresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlardan yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık... Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin şikarıdır. (ganimetidir)".
Osmanlıcılık fikrinin en önemli hedefleri Mithat Paşa ve arkadaşlarının da gayretleriyle 1876'da Kanun-ı Esasî'nin ilanıyla gerçekleşti. Fakat Osmanlıcılığın zaferi olarak görülen bu hareket uzun sürmedi. II. Abdülhamid'in, Osmanlıcılık fikrinin zararlı olduğu kanaatına varması; Meşrutiyet idaresine ara vermesi ve yeniden bütün yetkileri kendisinde toplayarak İslamcılık fikrini ön plana çıkarması ve özellikle toplumun temel nüvesini oluşturan Türklerin Osmanlıcılık fikrine sıcak bakmaması bu fikrin öneminin kaybolmasına sebep olmuştur.



İslamcılık

İslamiyet, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan başlamak üzere belirleyici bir etkiye sahip olmuştur. Fakat "İslamcılık" adıyla ortaya çıkan düşünce akımının amacı ve işlevi çok farklıdır.
Bir düşünce akımı kimliğiyle İslamcılığın tam olarak ne zaman başladığını söylemek mümkün değildir. İslamcılık, yoğun olarak II. Abdülhamid döneminde kendisi ve rakipleri tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamid, İslamcılık politikasıyla hem Balkanlardaki "Panislavizm"i etkisiz duruma sokmak, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak istiyordu. Fakat, zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı.
İslamcılara göre, Osmanlı İmparatorluğu'nda bir çöküş durumu vardı. Bunun sebebi, Batıcıların ileri sürdüğü gibi İslamiyet'ten kaynaklanmıyordu. Çünkü aslında İslamiyet bilime ve yeniliklere açık bir dindir. Demokrasi, meşruti rejim ve en geniş özgürlükler İslamiyet'in özünde vardır. Bu yüzden İslamcılar meşrutiyete karşı değillerdir. Ancak, rejimin memleket şartlarına uydurulması taraftarıdırlar.
Said Halim Paşa'ya göre İslamlaşmak demek; İslam'ın, itikad, ahlak, içtimaiyat ve siyaset sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ve bunlara uymaktır.
İslamcılar çoğunlukla "Sırat-el-mustakim", "Sebilürreşat" ve "Beyan-ul hakim" gibi dergilerin etrafında toplandılar ve yazıları ile devletin çöküş sebebini arayıp kurtuluş yollarını önerdiler. Akımın önemli temsilcilerinden M. Şemsettin Günaltay'a göre, çöküşün sebebi Cinci Hoca, Seyyit Mustafa gibi dar görüşlü kafalardaki adamlardır. Bunların yerine ilimli, çağdaş düşünce ile silahlanmış bir İslamcılığın kurtarıcı olabileceğini savunur. Kalkınmanın metot ve bilgi işi de olduğunu belirten Günaltay, "cahil gericilikle cahil ilericilik" arasında zarar bakımından hiçbir fark görmez. Bu nedenle "her şeyden önce küflü kafalar yıkanmalıdır" der.
İslamcılar, Batı'nın Osmanlı Devleti'nden ileride olduğunu kabul etmişlerdi. Bu yüzden Batı'nın teknik ilericiliğinin alınmasının şart olduğunu savundular. Buna karşılık ahlak ve maneviyat bakımından zayıf olduğunu ileri sürüp Batı taklitçiliğine karşı çıktılar. Şemsettin Günaltay, "Avrupa yalnız kendisini düşünür. Amacı başka ülkeleri sömürmektir. Avrupa'dan merhamet beklemek boşunadır. Kendimiz uyanalım" der.
Çareyi millette bulan İslamcılardan biri de Mehmet Akif'tir. O da Batı'nın teknolojik üstünlüğünü kabul eder. Batı tekniğinin alınmasını isterken taklitçiliği reddeder; "...Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz..."der.
Milletlerarası politika alanında Batı'nın Osmanlı İmparatorluğu ve diğer Müslüman ülkelere uyguladığı zorba politikaları engellemenin tek yolu olarak "İttihad-ı İslam"ı görürler. Ancak böyle bir birleşmenin kısa sürede başarılmasının mümkün olmadığını da bilirler. Diğer düşünce akımlarından Batıcıları, körü körüne bir taklitçilik peşinde olduğu için tenkid ederler. Başlangıçta Osmanlıcılığa olumlu bakmalarına karşın Balkan Savaşı'ndan sonra bu konudaki düşüncelerini değiştirirler
Sonuç olarak, İslamcılık akımı Osmanlı İmparatorluğu'nun, bu metotla önce kendi birliğini ardından bütün İslam dünyasının kurtuluşunu İslamcı rönesans formülüne bağlamıştı. Bu memleketlerin yeniden kalkınmaları ve yükselmeleri ancak ve ancak İslamlaşmakla mümkündü.

Türkçülük (http://farabi.selcuk.edu.tr/suzep/tarih/ders_notlari/guz_yariyili/bolum_5/bolum05.html#us)

Türkçülük diğer akımlara oranla daha geç ortaya çıkmasına karşılık Milli Mücadele'nin başarıya ulaştırılması ve Cumhuriyetin örgütlenmesinde rol oynayan en önemli akımdır.
Yusuf Akçura, Türkçülük akımının başlangıcını, Mustafa Celaleddin Paşa'nın 1869'da Sultan Abdülaziz'e sunduğu bir kitaba kadar geri götürmektedir. Fakat, ilk defa sosyolojik bir metotla, eksik, çekingen ve dağınık fikirlerin toplanması ve bir sistem haline getirilmesi II. Meşrutiyet döneminde sağlanmıştır. Kasım 1908'de Rusya'dan kaçarak İstanbul'a gelen bazı Türkçülerin kurdukları "Türk Derneği" bu akımın beşiği olmuştur. Türk Derneği'nin kendi kendisini kapatmasından sonra Türkçüler bu kez Ağustos 1911'de kurulan "Türk Yurdu Cemiyet"inde toplanmaya başladılar. Fakat Türkçülüğün asıl örgütlenmesi bu derneğin de kendisini feshederek Asker" Tıbbiyelerin öncülüğünde 3 Temmuz 1911'de kurulan "Türk Ocağı" derneğinde gerçekleşti. Derneğin resmi kurucuları şair Mehmet Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmet ve Dr. Fuat Sabit (veznedar) Beylerdir. Balkan Harbi'nden sonra seçilen yönetim kurulunda Hamdullah Suphi Tanrıöver (Reis), Akçuraoğlu Yusuf (İkinci Reis), Halis Turgut, Hüseyin Ragıp, Dr. Akil Muhtar (Özden) ve Dr. Hüseyin Ertuğrul Beylerden oluşmaktadır.
Özellikle Balkan Savaşı'ndan sonra Osmanlıcılık akımının başarısız olmasıyla ortaya çıkan ideal boşluğunu dolduran Türkçülük akımının amacını genel hatları ile şu şekilde özetlemek mümkündür: Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir şekilde yaşayan Türkleri milli bir duygu ile bilinçlendirmek, milliyetini idrak ettirmek. Türk milletini İslam beynelmilliyetine kuvvetli bir unsur olarak yeniden sokmak. Aynı zamanda sarsılmış olan Osmanlı Saltanatı'nın dayanaklarını yeniden kuvvetlendirmek. Modernleşmek. Ancak körü körüne bir Batı taklitçiliği içine girmemek, özellikle Tanzimat kafasının Türk toplumunu özünden uzaklaştırma hususunda büyük zararları olmuştur. Bu yüzden, Batılılaşmanın ilk şartı olarak millet haline gelmek ilkesi görülmüştür. Bu aşamadan sonra, Türk milletini Batı medeniyeti camiası içinde durmadan ilerleyen, hiçbir milletten geri kalmayan bir seviyeye yükseltmektir. Bu noktada Batı medeniyetine dahil olmak, milletlerarası hayat içinde yaşamaktır. Milli hüviyetinden ve şahsiye-tinden taviz vermek değildir.
Siyasal amaçlara ulaşabilmek için, millî bir iktisadi politikanın izlenmesi ve özellikle kapitülasyonlardan kurtulmak gerekmektedir. Bu yüzden Ziya Gökalp, Tekin Alp gibi yazarlar "Türk Yurdu", "İktisadiyat Mecmuası" gibi dergilerde "Millet Nedir? Millî İktisat Neden İbarettir"; "İktisad-ı Millî; "Milli İktisada Doğru" vb. yazılar yazarak kamuoyunu aydınlatmaya çalıştılar.
Siyasal bağımsızlığın sağlanması için, önce kültürel bağımsızlığın sağlanması gerektiğini ifade ettiler. Dilde sadeleşmeye, tarih bilincini aşılamaya çalıştılar. Bu hususta Mehmet Emin Bey'in "Cenge Giderken" adındaki şiiri;
"Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım
Gönlümün en yüksek gururudur bu
Ne esir edildim, ne de satıldım
Türk benliği, Türk şuurudur bu"
Hem kolay anlaşılır bir dilde oluşu, hem de Türklüğü övüşü itibarı ile dikkat çekicidir.
Bütün bunların gerçekleştirilmesinden sonra Türkçülük akımının son amacı; "Asya'da birbirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illerini Osmanlı bayrağının gölgesinde toplayarak büyük ve kuvvetli bir "İLHANLIK" teşkil etmektir. Ziya Gökalp "Turan" adındaki şiirinde Türkçülük akımının bu amacını şöyle açıklar.
Vatan ne Türkiye'dir. Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; TURAN.
Sonuç olarak Türkçüler için Osmanlı ancak siyasî bir organizasyondur. Sosyal bir gerçeğin adı değildir. Öyleyse bu organizasyonu sağlam bir sisteme oturtmak gerekmektedir. Balkan Savaşları, gayrimüslimlerin ayrılmasını sağlamıştır. Ortadoğu'da Araplar kendi organizasyonları ile meşguldür. O halde devlet ancak Türk milletini bilinçlendirip güçlendirmekle kurtarılabilir. Bu ideal Millî Mücadele ile gerçekleşecektir.

Garbcılık (Batıcılık)


[URL="http://farabi.selcuk.edu.tr/suzep/tarih/ders_notlari/guz_yariyili/bolum_5/bolum05.html#us"]

Tanzimat'tan sonra devleti kurtarmak ve modernleştirmek yolunda ortaya çıkan fikir akımlarından biri de Garpçılıktır. Fikrin kökenini ıslahat faaliyetlerinin başlangıcı ile bütünleştirmek mümkündür. Bu yüzden, I. Meşrutiyet'e gelinceye kadar Batılaşma hareketinin önderleri, ya padişahların bizzat kendileri ya da onların desteklediği devlet adamlarıdır. Durum böyle olunca, hareketin kapsamı Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi hükümdarla tebaa arasındaki münasebetlerin yeni hukuk esaslarına göre ayarlanmasından ibaret kaldı. Bunun en önemli sebebi de Osmanlılar ve Avrupalıların karşılıklı siyasî ve sosyal münasebetlerinde, inanç ve kültür farklılığının mevcudiyeti ve Osmanlı Müslüman toplumunun kendisini kültürel bakımdan Avrupalılardan üstün saymasıydı.
I. Meşrutiyet, Batılılaşma hareketlerinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu akımın etrafında toplananlar, fikirlerini çoğunlukla "İçtihad" dergisinde ortaya atarlar. Ancak, Garpçıların da kendi aralarında tam bir fikir birliği içinde oldukları söylenemez. Gerilemenin bir dizi gerekçeleri arasında "aydınları" baş sorumlu tutmaları ve "kendisine nur verilmeyenden nur istemeye hakkımız yoktur" ifadeleri dikkat çekicidir. Bununla birlikte iyimserdirler. Uçurumun kenarına gelmiş tek İslam Devleti'nin her şeye rağmen kalkınabileceğine inanmışlardır. Bir şartla ki, sosyal inkılap yapılsın. Bu ilmî bir metotla olabilir.
Batıcılara göre Osmanlı Devleti'nin en büyük problemi Batılı olmamaktan kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile tek kuruluş yolu vardır o da bu yüzyılın fikir ve ihtiyaçlarına uygun medenî bir devlet ve millet halini almaktır. Yani ilmî manasıyla "Garplılaşmaktır" "Nur ondadır." Ona gitmek mecburidir. "Çünkü ikinci bir medeniyet yoktur." Batıcılar bu noktada ikiye ayrıldılar. Batı'nın bir bütün olduğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini savunan Abdullah Cevdet ve arkadaşları birinci grubu oluşturur. Bu noktada Abdullah Cevdet Batıyla çatışmayı "Bal kabağının Krupp güllesiyle çarpışması" olarak değerlendirir ve tatlı fakat boş bir hayal olduğunu ifade eder.
İkinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşları ise Batının yalnız teknolojisinin alınması gerektiğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca duygular besleyen Batıya kültürel açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur.
Batıcıların belli başlı tezlerini şu şekilde özetlemek mümkündür.
Batılaşmak, yani Batı devletlerine benzer bir hale gelmek kaçınılmazdır.
İmparatorluğun gelişmesine ve ilerlemesine din, tek başına bir engel değildir. Fakat İslamiyet'in yanlış yorumlanması ve bir dizi batıl itikatların gelişmesi kalkınmaya engel olmaktadır.
Özel teşebbüsün desteklenmesi gerekmektedir.
Batıcılar "İttihad-ı Anasır" yani Osmanlı birliğine taraftardırlar. Bu anlamda Tanzimat ve Tanzimatçılığı savunmaktadırlar.
Bu görüşlerin yanı sıra Batıcılar o dönem için radikal diyebileceğimiz fikirleri de savunmaktadırlar. Bunların arasında padişahın tek eşli olması, fes'in atılarak şapkanın benimsenmesi, kadınların diledikleri tarzda giyinmelerine ve dolaşmalarına izin verilmesi, mevcut alfabenin atılarak Latin harflerinin kabul edilmesi, okuyuculuk, üfürücülük, falcılık vb. davranışların yasaklanması, medreselerin kapatılarak batı kolejleri tipinde okulların açılması, birer tembellik yuvası olan tekke ve zaviyelerin kapatılması.
Batıcılık düşüncesini savunanlar siyasî partilerden doğrudan destek görmediler. Ancak, fikirlerinin önemli bir kısmı Cumhuriyet'in ilanından sonra uygulama alanı buldu.
Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyetin ilanından itibaren başlayan özgürlükçü hava içinde çeşitli siyasal düşünce ve eylemlerin yanında "Sosyalizm"düşüncesi de gündeme geldi. Ancak son derece zayıf bir akım olarak kaldı. Parti, 1908 yılı sonundaki grev hareketleri ve 1909 yılında parlamento da uzun tartışmalara sebep olan "işçi sendikaları" tartışmalarından sonra Eylül 1910'da "Osmanlı Sosyalist Fır-kası" adı ile kuruldu. Parti, beyannamesinde "Sosyalizm"in Osmanlı İmparatorluğu'nda uygulamasını istemiştir. Gerek beyanname ve gerekse parti programındaki fikirler sosyalizmin klasik açıklamalarından öteye gitmemiştir.
Osmanlı Sosyalistleri fikirlerini partinin kuruluşundan önce şubat 1910'da Hüseyin Hilmi (Sosyalist Hilmi) tarafından çıkarılmaya başlanan "İştirak" dergisinde açıklamışlardır. Ayrıca çok şikayetçi oldukları "basın hürriyetinin" fena uygulanması yüzünden kısa ömürlü olan günlük gazeteleri de vardı.
Parti, işçi meselelerinin tartışılması üzerinde kurulmasına rağmen; partinin parlamento içinde işçi sorunları, ya da sosyalist düşüncelerin tartışılması gibi konularda hiçbir katkısı olmadı. Bunun belki de en önemli sebebi, partinin milletvekilinin bulunmaması ve parlamentodan da partiye hiçbir katılımın olmamasıdır.
Osmanlı sosyalistleri insicamlı ve devamlı olmayan fikirleri içinde Batılaşma meselesini sosyalizmin gerçekleşmesine bağlamıştır. Bu bakımdan, iki devrelik bir program teklif ettikleri görülmektedir. Birinci devre siyasidir. Diğer devrenin ise sosyalist olması gerekir. Siyasi devre 10 Temmuz 1908'de meşrutiyetle gerçekleşmiştir. Bu devrede kısa açıklamalar yapan sosyalistler ihtilâlci ve savaşçı düşüncelerini ortaya koymaktan çekinmediler. "10 Temmuz hürriyeti gerçi harben...feth olunmadı, alındı." Osmanlı sosyalistlerine göre "Hürriyet ancak harp ve darp ile" büyük fedakarlıklarla, "parça parça feth olunur". Bu bakımdan 10 Temmuz sosyalist bir hareket değildir. O halde yeni bir devrime gerek vardır. Ancak, devrimden sonra nasıl bir uygulamaya geçileceği ya da toplum refahının arttırılacağı konusunda her hangi bir çözüm yolu önermemiştir. çünkü, yeterli bilgi birikimi, kadrosu ve alt yapısı yoktur.

Batıcılık Osmanlıcılık İslamcılık Türkçülük

Batıcılık


Osmanlıcılık


İslamcılık


Türkçülük

Ortaya

Çıkış

Sebepleri


Batı'nın her alan­da Osmanlı'nın önüne geçmesi, Osmanlı Devleti'nin tek kuruluş yolunun bu yüzyı­lın fikir ve ihtiyaç­larına uygun medenî bir devlet ve millet halini alması gerektiği düşüncesi.


Tanzimat döneminde, İmparatorluk içindeki değişik etnik grupların Batı devletlerinin des­teğini alarak bağımsız olma düşüncesinin ortaya çıkması.


II. Abdülhamid'in, hem Balkanlardaki "Panislavizm"i etkisiz duruma sokmak, Müs­lüman toplulukların devletten ayrılmalarını engelleme düşüncesi hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak istemesi


Özellikle Balkan Sa-vaşı'ndan sonra Os­manlıcılık akımının başarısız olması, boşluğu dolduracak milleti bir arada tuta­cak yeni ve farklı bir ideolojiye ihtiyaç duyulması

Amacı


Türk toplumuna Batıda gelişen düşünce, yönetim biçimi, yaşama tarzını uygulaya­rak ülkenin ge­lişmesini, kalkın­masını sağlamak


Osmanlı İmparatorluğu içindeki tüm etnik grup­ların üzerinde bir "Os­manlılık" duygusunu ve bu duyguya paralel olarak bir "Osmanlı Milletini" ortaya çıkara­rak Osmanlı Devleti'nin menfaatleri doğrultu­sunda gayret sarf etme­lerini sağlamak


İslâmın ilk dönemindeki değerleri XX. yy. başla­rına taşıyarak Türk toplumunu içinde bu­lunduğu bunalımdan kurtarmak


Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir şekilde yaşayan Türkleri Millî bir duy­gu ile bilinçlendirmek, milliyetini idrak ettir­mek. Türk milletini İslam

beynelmilliyetine kuvvetli bir unsur olarak yeniden sok­mak.

Temel Düşün­cesi


İdari ve askeri alanda Avru­pa'nın seviyesine ancak Avrupalıla­rın gittiği yol izle­nerek varılabilir.


Osmanlılık düşüncesi geçmişteki gibi uygu­landığında tekrar başa­rılı olabilir.


İslam, tüm ilerlemelerin anahtarıdır. Kuralları doğru uygulanırsa ge­lişmiş milletlerin seviye­sine ulaşılabilir.


Türklük, milleti ayak­ta tutabilecek tek güçtür.

Akımın temsilcilerieri


Abdullah Cevdet


Jön Türkler


Mehmet Akif, Said Ha­lim Paşa


Ziya Gökalp, Mehmet Emin, Yusuf Akçura

AN GELİR

AN GELİR

an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatlı bir bombadır patlar
an gelir
attilâ ilhan ölür

ATTİLA İLHAN

AH

AH

yüzünün yarısı göz kadife yansımalı
bulutlu siyah ah bulutları eflatun
o boy aynasından çıktı fransızın malı
vişne asidi vardı tadında rujunun
ah sinema yıldızı filan olmalı
ağızlığı kristal son derece uzun

bir kibrit çakıldı mı ah yağmurluklu kız
alevinden anlamlı dumanlar üfürüyor
ah çocuk yüzünde gül goncası ağız
saçlarından incecik su tozu dökülüyor
sığınak gibi derin ağaçlar gibi yalnız
karartma başlamış ışıklar örtülüyor

ellerinde ruh gibi ah portakal kokusu
kırkmaları morsalkım göz kapakları saydam
çok vapurun battığı bir liman orospusu
bir hırsla öptüm ki ah ölürüm unutamam
ay ışığında deniz akordeon solosu
pırıl pırıl yaşadım üç dakika tastamam

görkemli çadırında italyan lunaparkın
sanki zeytin düşürür yerlere gözlerini
ah tahtına kurulmuş bol sakallı bir kadın
sutyenler tutmuyor çılgın göğüslerini
kaşları ip incesi kumral kirpikleri kalın
kim görse şaşırır sakalının süslerini

tavana asılmış sosyalist saçlarından
ah sabah sabah omuzları kan içinde
işkence sonrası genç bir kadın militan
yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde
adı bile çıkmamış dudaklarından
doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde ...

ATTİLA İLHAN

AĞUSTOS ÇIKMAZI

AĞUSTOS ÇIKMAZI

Beni koyup koyup gitme, n'olursun
Durduğun yerde dur
Kendini martılarla bir tutma
Senin kanatların yok
Düşersin yorulursun
Beni koyup koyup gitme, n'olursun

Bir deniz kıyısında otur
Gemiler sensiz gitsin bırak
Herkes gibi yaşasana sen
İşine gücüne baksana
Evlenirsin, çocuğun olur
Beni koyup koyup gitme, n'olursun

ATTİLA İLHAN

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR