25 Şubat 2009 Çarşamba

MİLLÎ EDEBİYAT DÖNEMİNİ HAZIRLAYAN TARİHÎ VE KÜLTÜREL OLGULARA GENEL BİR BAKIŞ

MİLLÎ EDEBİYAT DÖNEMİNİ HAZIRLAYAN TARİHÎ VE
KÜLTÜREL OLGULARA GENEL BİR BAKIŞ
Prof. Dr. Rıza FİLİZOK
1) Avrupa'daki Gelişmelerin Etkileri
Millî Edebiyat akımı, Tanzimatla başlayan Batılılaşma hareketlerinin tabiî bir
sonucu olarak ortaya çıkmış bir fikir, dil ve edebiyat hareketidir. Osmanlı aydınları
Batı'yı bir model olarak görmeye başladıkları devirde Batı toplumları bütün kurumlarını
millet esasına göre düzenlemişlerdi. Batı'daki siyasî hayat, kültür hayatı, ticarî hayat,
bütün sosyal kurumlar, "millet", "halk", "vatan" gibi yeni kavramların etrafında
kurulmuştu. Osmanlı aydınları Tanzimattan sonra bu gerçeği yavaş yavaş kavramağa
başladılar, bu kavramları kendi gerçeğimize göre yorumlamaya başladılar. Batı'yı örnek
olarak aldıklarından rejim meselesinde kesin çözümün parlamenter idare olduğu fikrine
ulaştıkları gibi, sosyal ve siyasî şartların zorlamasıyla kurulması gereken sosyal birliğin
de millet olduğu düşüncesine vardılar.
Modern vatancılık anlayışı önce İngiltere'de sonra Fransa'da gelişmişti. Buna
bağlı olarak kral, tek başına devleti temsil etmekten çıkmış, "millet-devletler"
kurulmuştu.1 İngiltere ve Fransa çok dilli ülkeler olduklarından dil birliğinden ziyade
başlangıçta "vatan birliği"ni ön plâna alıyorlar, milliyetçilikten ziyade vatanperverlik
üzerinde duruyorlardı. Bu durum, Osmanlı imparatorluğuna da uygun düşüyordu.
Şinasi ve Namık Kemal gibi Türk aydınları da aynı endişelerle millet kavramından çok
vatan kavramı üzerinde durmuş,2 birçok Osmanlı aydını Osmanlı vatancılığı fikrini
savunmuştur. Ancak Tanzimat yazarları, geleneğe dayanmayan bu fikri, İslamcılık
fikriyle desteklemişlerdir. Osmanlı imparatorluğundaki azınlıklar arasında daha çok
dile dayanan bir milliyetçilik anlayışının gelişmesinden sonra Türk aydınları da
milliyetçilik düşüncesine yönelmişlerdir.
Batı'da Türk tarihi ve Türkoloji sahalarında yapılan araştırmaların artması,
Türkiye'de Milliyetçilik fikrinin gelişmesine yardımcı olmuştur. Ziya Gökalp'a göre
Avrupa’da Türk kültürüne karşı beslenen sempati sonucunda ortaya çıkan "Turquerie"
hareketi Türk aydınlarının dikkatini Türk kültürüne ve Türk kültürünün maddî unsurları
üzerine çekmişti. Ayrıca Avrupalı ressam, romancı, tarihçi, filozof ve şairlerin
Türklerle ilgili eserleri de Türk aydınlarını kendi kültürleri üzerinde düşünmeğe
sevketmiştir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da,
1Bernard Levis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1991, s.331.
2Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, ss-155-432.
2
İngiltere'de birçok bilim adamı eski Türklere, Hunlara, Moğollara dair araştırmalar
yapmışlar, Türklerin yarattığı medeniyetleri, kurdukları devletleri ortaya çıkarmışlardır.
Fransız tarihçilerinden Deguignes, Türk tarihi ile ilgili olarak "Hunların, Türklerin,
Moğolların vesair Tatarların Tarih-i Umumisi" adlı bir eser yayınladı.3 İngiliz
bilginlerinden Arthur Lumley Davids "Grammar of the Turkisch Language" adlı Türk
dili gramerini hazırladı ve III. Selim'e ithaf etti. "Kitab'ül İlm'in Nâfi" adıyla anılan ve
Sultan Mahmut devrinde Fransızcaya da çevrilen bu genel Türk dilbilgisi, Türk
aydınları üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı.4 Bunun ardından Fuat ve Cevdet Paşa'lar
"Kavaid-i Osmaniye"yi yazdılar. Ali Suavi, kendisini Türkçülük hareketinin öncüleri
arasına sokan Ulûm gazetesindeki eski Türk tarihiyle ilgili yazılarını yazarken Arthur
Lumley Davids'in bu kitabından yararlanmıştı.5
Türkoloji özellikle Macaristan'da oldukça ilerlemişti. Türk, Moğol, Macar ve
Fin dillerini "Turanlı" dil gurubu adı altında topluyorlardı ve 1839'dan beri Orta ve
Güney Doğu Asya'daki Türk topraklarını tanımlamak için "Turan" kelimesini
kullanıyorlardı. Bu görüşleri temsil eden Arminius Vambéry (1832-1913) Türkiye'de
kaldığı sırada Türk aydınlarıyla görüşmüş ve fikirleriyle onları etkilemiştir.6
Avrupa'ya giden öğrenciler, Türk kültürü ile ilgili yayınları okuyorlar ve bu
eserleri yurda sokuyorlardı. Ayrıca 1848 devriminden sonra Türkiye'ye yerleşen ve
müslüman olan Macar ve Polonyalı sürgünler, Orta Avrupa'nın romantik milliyetçilik
görüşlerini de beraberlerinde getirmişlerdi. Galatasaray Sultanîsi'nin kuruluşunda rol
oynayan Polonyalı Hayrettin bunlardan birisiydi. Bunlardan bir diğeri olan Constantine
Borzecki (Mustafa Celâleddin Paşa), "Les Turcs Anciens et Modernes" adlı bir kitap
yazarak Türklerin etnik olarak Avrupa halklarıyla hısım olduklarını ileri sürmüştü. Bu
kitapta Avrupalı Türkoloji bilginlerinin görüşlerine dayanılarak yazılmış Türk tarihiyle
ilgili bir bölüm de bulunmaktaydı ve Türklerin tarihte oynadığı büyük rol önemle
belirtiliyordu.
2) Türkçülük Hareketinin Ortaya Çıkışı
İstanbul'da Encümen-i Daniş ile yeni bir Darü'l Fünûn'un kurulması kültür
hayatını zenginleştirmiş, askerî mektepler, yeni zihniyetli bir neslin yetişmesini
sağlamıştı. Darü'l Fünun'da "Hikmet-i Tarih" müderrissi bulunan Ahmed Vefik Paşa,
3Hüseyin Cahit Yalçın, Deguignes'in bu kitabını Ziya Gökalp'ın tavsiyesiyle "Hunların, Türklerin,
Moğolların vesair Tatarların Tarih-i Umumisi" adıyla 1923 yılındaTürkçeye tercüme etmiştir.
4Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Hz.: Mehmet Kaplan, İstanbul, 1976. s.2.
5Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, ss.219-222.
6Bernard Levis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1991, s.344.
3
"Şecere-i Türkî"yi şark Türkçesinden İstanbul Türkçesine çevirmiş, "Lehçe-i Osmanî"
adıyla Türkçe bir sözlük hazırlamıştı. Şıpka kahramanı Süleyman Paşa, gerekli eserleri
hazırlayarak İslâmlık öncesi Türk tarihinin askerî okullarda okunmasını sağlamıştı.7
"Tarih-i Âlem" adlı eserinde modern Türk tarihçiliğinde ilk defa olmak üzere İslâmlık
öncesi Türk tarihi ile ilgili bir bölüm bulunuyordu.
XIX. yüzyılın sonlarında, XX yüzyılın başlarında Türkçülük hareketi, ikinci bir
kaynaktan Rusya Türklerinden beslenmeye başladı. Rusyadan gelen mülteci Türkler,
Rus lise ve üniversitelerinde iyi bir eğitim görmüşlerdi. Rusya'daki Türkoloji
çalışmalarını biliyorlardı. Ayrıca Panislâvizmin genişlemesine karşı tepki duyuyorlar,
Rusyada yaygın bir halde bulunan halkçı ve devrimci fikirleri tanıyorlardı.8
Abdülhamid devrinde Türkiye'de Türkçülük cereyanı zayıflarken Rusya'da iki büyük
Türkçü yetişmişti: Mirza Fethali Ahundof, Türkçe komediler yazıyordu ve eserleri
dünya dillerine tercüme ediliyordu; İsmail Gasprinski çıkardığı Tercüman gazetesiyle
Türkçülük fikrine hizmet ediyordu. Abdülhamid'in son devrinde İstanbul'da Türkçülük
haraketi yeniden canlanmıştı. Rusya'dan İstanbul'a gelen ve oradaki azınlıklar
arasındaki milliyetçi cereyanlardan etkilenen Hüseyinzâde Ali Bey9 Tıbbiyede
Türkçülüğün esaslarını anlatıyordu ve Pan-Turanizm idealini "Turan" adlı şiirinde ilk
defa o dile getirmişti. Akçuraoğlu Yusuf (1876-1939), Ağaoğlu Ahmet (1869-1939)
gibi Rusyadan gelen göçmenler pantürkist fikirlerin Türkiye'deki Türkler arasında
yayılmasına yardımcı oldu.
Türkçülük hareketinin kaynağı, sadece Batı'dan gelen milliyetçilik akımı
değildi, “İttihad-ı İslâm” (Pan-İslâmizm) hareketinin de milliyetçi fikirlerin
yayılmasında değişik sebeplerle payı vardı. İslâm birliği fikrinin öncülerinden olan
Şeyh Cemaleddîn-i Efganî'nin faaliyetleri bu akımın hızlanmasına zemin hazırlamıştı.
Mısır'da Şeyh Muhammed Abduh'u, şimal Türkleri arasında Ziyaeddin bin Fahreddin'i
yetiştiren Şeyh Cemaleddin-i Efganî, İstanbul'da Mehmed Emin Bey'e halk lisanında ve
halk vezniyle şiirler yazmasını tavsiye etmişti. Şeyh Cemaleddin, İslâm birliğinin
Müslüman halkların eğitilmesiyle mümkün olacağına inanıyordu.
Türkçülüğün ikinci devrinde Léon Cahun'ün "İntroduction à L'histoire de L'Asie
«Asya Tarihine Medhal»" adlı eseri Türk düşünürleri üzerinde oldukça etkili olmuştu.
Necip Asım, bu kitabın Türklerle ilgili bölümlerini birçok ilaveler yaparak 1899 yılında
7Başlıca eserleri: Mevaniü'l İnşa(1874); Tarih-i Âlem(1874); İlm-i Sarf-ı Türkî (1876); Esma-yı Türkiye.
8Bernard Levis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1991, s.346.
9Ali Canip, Hüseyinzâde Ali Bey'in Ziya Gökalp Üzerindeki Etkilerini bir makalesinde etraflı bir şekilde
ele almıştır. Bkz.: Ali Canip Yöntem, "Ziya Gökalp'e Türkçülüğü Aşılayan Adam: -Hüseyinzade Ali
Bey, Ziya Gökalp'ın Yetişmesinde Büyük Rol Oynamıştır. Pek Az Tanınan Ali Bey, Parmakla
Gösterilecek Bir Alimdi-", Yakın Tarihimiz, C.I, 1962, ss.259-260.
4
Türkçeye çevirdi. İkdam gazetesini Türkçülüğün bir yayın organı haline getirdi.
Emrullah Efendi ve Veled Çelebi bu sahada önemli çalışmalar yaptılar. Kemalpaşazade
Sait Bey, Arapça ve Farsça karşısında Türkçeyi müdafaa etti. Bu arada İkdam gazetesi
etrafında toplanan Türkçülerden Fuad Raif Bey, yanlış bir nazariyeye kapılarak dilde
Tasfiyecilik fikrini ortaya attı ve Türkçülük cereyanının kıymetten düşmesine sebeb
oldu.
Bu sırada aydınlar arasında Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık fikirlerinden
hangisinin doğru olduğu tartışılıyordu. Ali Kemal, Osmanlı birliği fikrini, Ferid Bey
Türk birliği fikrini savunuyordu. Akçuraoğlu Yusuf Bey, 1904'te "Üç Tarz-ı siyaset"
adlı meşhur makalesinde Osmanlıcılığın, Pan-islâmizmin, Turancılığın iyi ve kötü
taraflarını tartışıyor, Türk birliği fikrine yakın görünüyordu.
II. Meşrutiyetten sonra Türkiye'de Osmanlıcılık fikri hakim olmuştu. Türk
Derneği Osmanlıcılık fikirlerinin ağır bastığı günlerde kurulmuş, bundan dolayı
çıkardığı mecmua başarısızlığa uğramıştı. Ayrıca dil meselesindeki tasfiyeci ve
kararsız tutumunun da bu başarısızlıkta payı vardı.
31 Mart olayından sonra Osmanlıcılık fikri zayıflamaya başladı. Abdülhamid,
Almanların etkisiyle İslâm birliği tezini destekledi. Gençler, Osmanlıcı ve İttihad-ı
İslamcı olmak üzere iki kutba ayrıldı. Genç Kalemler hareketi, gelişmeler böyle bir
noktada iken başlamıştı. Tesadüflerin yardımıyla bir araya gelen Ali Canip, Ziya
Gökalp ve Ömer Seyfettin bütün bu dağınık faaliyetlerden daha sistemli bir fikir, dil ve
edebiyat akımı yaratmışlardır.
3) Dilde Sadeleşme Yolundaki Çalışmalar
Türkçülük hareketinin kültür plânında en önemli meselesi, devrin millet
anlayışında "dil" en önemli unsur olarak ortaya çıktığı için "Yeni Lisan" meselesi
olmuştur. Dilin mahiyetiyle fonksiyonları konusunda Batı'da ortaya çıkan fikirlerle,
Tanzimattan sonra Türk aydınlarının dil konusundaki düşünceleri Genç Kalemler
mensuplarını derinden etkilemiştir. Ortaya koydukları teklif, bu iki kaynaktan gelen
genel düşüncelerin bir terkibinden ibarettir.
Tanzimattan günümüze kadar dilimizde meydana gelen değişmeleri fikir
tarihçileri, millet oluşun zarurî bir şartı olarak ele almaktadırlar:10 Macit Gökberk'e
göre dilimizde meydana gelen değişmeler, Batı medeniyeti içinde yer alışımızın, yeni
bir medeniyete geçişimizin tabiî bir sonucudur: "İşte dil davasının meydana çıkışını ve
tarihini, yavaş yavaş millî kültürümüzün bütününü kavrayan bu "Avrupa örneğine göre
10Macit Gökberk, "Millet Oluş Yolunda Dil Davası",Türk Dili, 1 Ocak 1957, C.VI, S.64, ss.195-
206.
5
düzenleme", başka bir deyişle : Avrupa kültür çevresine katılma olayı içinde görüp
anlamamız lâzımdır. Kültür çerçevesini değiştirme gibi büyük bir sarsıntıdan dilin uzak
kalamıyacağı besbellidir, çünkü dilin kültürün bütünü ile sıkı bir bağlılığı vardır. Dilde
insanoğlu, içinde bulunduğu gerçek üzerine bildiklerini, düşündüklerini, hayal
ettiklerini, duyduklarını ve değer vermelerini, kısaca: dünya ve hayat karşısındaki duruş
ve görüşlerini objektifleştirir. Bu duruş ve görüş değişti mi, dilde de buna göre bir
değişiklik olur."11 Yazara göre "İslâm kültür çevresinin hayat plânı bırakılmış, bunun
yerine birçok bakımlardan bunun zıddı olan başka bir hayat plânı, Batının hayat plânı
alınmıştır. Batının hayat plânı "milliyet" esasına dayanıyordu. Milletler eskiden beri
birer "imkân" ve "taslak" olarak mevcut olmakla birlikte bugünkü manasıyla "millet"
kavramı oldukça yeniydi. Batılı milletler, uyanmışlar, kendi varlıklarını, birliklerini,
özelliklerini kavramışlardı. Bu her milletin bir ferdiyet "individuum" olarak ortaya
çıkması sonucunu vermiştir. Bu ferdiyet, bu karakter, özellikle "o milletin sanatında,
edebiyatında, musikisinde, törenlerinde ve başlıca da dilinde" kendisini gösterir.
Avrupa milletlerin benliklerini hissetiren gelişmeler XV. yüzyılda başlamıştı.
Ortaçağdaki ümmet birliği bu yüzyıldan sonra yavaş yavaş yerini millet birliğine
bırakmıştır. Önce İtalya'da başlayan bu gelişmeler, zamanla Fransa, İngiltere,
İspanya'ya yayılmış XIX. yüzyılda, Orta ve Doğu Avrupa'ya sıçramıştır. Tanzimat,
ümmet birliğinden ayrılıp millet birliği olarak gelişmeye koyulmamızın başlangıcı
mahiyetindedir. Genç Kalemler mensuplarının üzerinde en çok durdukları kavramların
ferdiyet "individuum", İbda' (originalité) gibi kavramların olması tesadüfî değildir.
Tanzimatla birlikte örnek aldığımız Batı medeniyetinin bir özelliği de ilmî ve
sosyal hayatta hürriyetin kazanılmış olmasıydı. Bu, yeni bir felsefe, devlet, bilim ve
sanat anlayışının doğması sonucunu doğurmuştur. "Renaissance"tan sonra fertler,
kiliseye bağlılıktan kurtulmuş ilmî ve sosyal hayatta fert "hürriyet"e kavuşmuştur. Hür
araştırmalarla bilimin gelişmesi ve geniş toplulukların bilmin sonuçlarından yararlanma
arzuları millî dillerin birdenbire büyük bir önem kazanmasını sağlamıştır. Bunu millî
dillerin araştırılması, incelenmesi, halk diliyle yazılmış ve söylenmiş malzemenin
toplanması takip etmiştir. XIX. yüzyılda Macarlar, Çekler, Lehliler,Yunanlılar aynı
yolu takip etmişlerdir. Bütün bu gelişmeler, Genç kalemler mensuplarının dil
karşısındaki tutumlarını etkilemiştir.
İkinci olarak, XVIII. , XIX. yüzyıllarda yapılan araştırmalar, Batı dillerinin tarihî
oluşumunu da ortaya koymuştu; bu durum aydınlarımıza dilimizi Batı dilleriyle
mukayese etme imkânını verdi. Batı kültüründe Latincenin oynadığı rol ile, Doğu
kültüründe Arapçanın oynadığı rol mukayese edilmeğe başlandı, gelişmiş Batı dillerinin
11Macit Gökberk, "Millet Oluş Yolunda Dil Davası",Türk Dili, 1 Ocak 1957, C.VI, S.64, ss.195-
206.
6
hangi mücadelelerle kurulduğu anlaşıldı.12 Latin yazarlarının Yunancanın tesirinden
kurtulmak için giriştikleri mücadele, Fransız, Alman, Macar, Fin ve Çek yazarlarının
millî bir dil yaratma gayretleri, -edebiyattaki gelişmeler edebiyatımızda nasıl bir model
olarak alınmışsa- dil konusundaki faaliyelerde bir model olarak alındı.
Modern filozoflardan önce dil, insanın düşüncelerini ifade etmeye yarayan bir
öğe olarak değerlendiriliyordu. Bazı filozoflar, özellikle Locke, Condillac, Destutt de
Tracy dilin bizzat düşünce üzerinde çok önemli etkileri olduğunu anlamışlardı.13 Bu
görüşler, Batı'da milliyetçilerin dile yönelmelerini hızlandırdı, millî benliği ararken
dile, folklora yöneldiler. Batı'da dilin böylece yeni bir şekilde yorumlanması Türk
aydınlarını etkiledi.
Dilde sadeleşme Temayülleri Tanzimattan önce başlamıştı. III. Selim'in
müverrihi Edib Efendi'ye "vekayi"i açık bir dille yazmasını tavsiye etmesi devlet
idarecilerinin bu ihtiyacı ne kadar erken duyduğunu göstermektedir. Halk dilinden,
Anadolu ağızlarından yararlanma bu devirde daha Mütercim Asım'ın lügat
çalışmalarıyla başlamıştır. Güney Anadolu Türkleri arasında yetişen Asım, lügatinde
oldukça sade bir dil kullanmış, Arapça ve Farsça kelimelere karşılık ararken, halk
dilinden yararlanmıştır. II. Mahmud da yapılan yeniliklerin anlaşılması, kamu oyunun
desteğinin sağlanabilmesi için sade bir dille yazılmasına taraftadı. 1832'de Takvim-i
Vekayi kurulduktan sonra dilde sadelik akımı genişler. Akif Paşa'nın bazı mektupları,
konuşma diliyle yazılmış olmasıyla gelecek nesiller üzerinde büyük bir tesir
bırakmıştır. Mustafa Sami Efendi, sentaks itibarıyla eskiye bağlı olmakla birlikte lügat
itibarıyla sade yazılar yazıyordu.
Tanzimattan sonra Reşit Paşa, devrin resmî inşasını değiştirmişti. Cevdet Paşa
ile Ali ve Fuad Paşalar bu nesri devam ettirmişlerdi. Abdülmecid devrinde Tercüme
Odası'nda yetişen Mustafa Refik, Namık Kemal, Edhem Pertev Paşa, Sadullah Paşa bu
kalemde kısmen sade bir dil ve düzgün bir ifade eğitimi görmüşlerdi. Ziya Paşa sade bir
dille yazılmasına taraftardı. Yazı dilinin sadeleştirilmesi meselesi Tanzimat aydınları
tarafından esaslı bir şekilde ele alınmıştır.14 Bu devrin aydınları, kısmî bir şekilde de
olsa resmî dilin, gazeteci dilinin, eğitim dilinin sadeleşmesi yolunda ciddî adımlar
atılmıştır.
12Bu konuda geniş bilgi için bkz.:Sadri Maksudî, Türk Dili İçin, Türk Ocakları İlim ve sanat Heyeti
neşriyatından, 1930, ss.11-97.
13Dictionnaire Universel Des Sciences, Des Lettres et Des Arts, "langage" maddesi,Paris, 1870.
14Türk dilinin sadeleşmesi konusunda bkz.: Fuat Köprülü (Köprülü-zâde Mehmed Fuad, "Millî
Edebiyat cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divân-ı Türkî-i Basit", İstanbul,1928, ss.9-47.); Zeynep
Korkmaz (Türk Dilinin Tarihî Akışı içinde Atatürk ve Dil Devrimi,1963); Agah Sırrı Levend (Türk
Dilinin Gelişme Sadeleşme Evreleri,Ankara, 1972); Sadri Maksudî (Türk Dili İçin,1930);Enver
Ziya Karal (Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu -Tarih Açısından bir Açıklama-, Bilim kültür ve
Öğretim Dili Olarak Türkçe, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1978).
7
Ali Suavi, Muhbir ve Ulûm gazetelerindeki yazılarında gazetelerin halk diliyle
yazılmasını, Arapça kaidelerle çoğul yapılmamasını, Türkçesi olan kelimelerin yabancı
karşılıklarının kullanılmamasını istiyordu.15
Ahmet Midhat Efendi hikâye ve romanlarında devrinin en sade dilini kullanıyor,
gazetelerindeki makalelerinde sade bir dille yazılması gerektiğini ifade ediyordu. Genç
Kalemler tarafından üzerinde ısrarla durulacak olan dilde yabancı kurallar konusunda
yazar, daha 1871 yılında, Dağarcık mecmuasında şunları söylemektedir: "Biz diyoruz
ki, Arabî sarf u nahvinden izafetlerle sıfatlar ve müzekkerler ve müennesler ve
müfredler ve cemi'ler Osmanlı sarf ve nahvine sokulmasa. Haniya demek istiyoruz ki,
Osmanlı lisanınca bunlara ihtiyac gösterilmese, lisanımız, Şinasi merhumun sadeleştire
sadeleştire vardırmış olduğu derecenin daha yukarısına mutlaka varır. Bununla beraber
bir kelimenin Türkçesi ve fakat ma'ruf olan Türkçesi varsa onun yerine Arapça ve
Farsça bir söz kullanılmasa, lisanımızın sadeliği bir kat daha artar. Sözümüzü daha
açıkça söyliyelim. İşaret edatımızı "filân-ı mezkûr" gibi Osmanlı lisanında kaidesi
olmayan bir surette yazacağımıza "mezkûr filân" yazsak ve "a'mâl-i hayriyye"
diyeceğimize "hayırlı a'mâl" desek, sıfatla mevsuf beyninde on yerde mutabakat
aramağa hiç mecbur olmazdık. "hayırlı a'mâl" diyeceğimize "hayırlı ameller" desek ve
diğer cemi'lerde dahi hep bu sureti iltizam etsek, müfredini öğrenebilmiş olduğumuz
kelimelerin cem'-i kılleti "ef'ul, ef'ile, fi'le" vezinlerinden hangisine tatbik edileceği ve
cem'-i kesretler nasıl bulunacağı içün hiç zihin yormağa mecbur olmazdık. "Zümre-i
Üdebâ" yazacağımıza "edibler zümresi" desek ve her izafette bu sureti kabul etsek,
izafet-i lâfziyye midir, izâfet-i ma'neviyye midir ve bunların her birinde muzaf ile
muzafü'n'ileyhin kaç yerde mutakabatı şarttır, hiç buralarını da bilmek lâzım
gelmezdi."16
Tiyatro sahasında Halk diline yönelme çok erken başlamış Şinasi, Ahmet Vefik
Paşa, Ali Bey, Teodor Kasap'ın eserleriyle -sanat yönünden olmasa da- sadelik
noktasından hemen hemen amacına ulaşmıştı. Tiyatro dilinin bu başarısı, Namık
Kemal ve Abdülhak Hamid'in farklı bir yoldan gelişen Tiyatro eserlerinin
bulunmasından dolayı zamanında gereğince farkedilememiştir.
II. Abdülhamid'nin tahta çıkmasından sonra anayasa hazırlanırken devletin resmî
dilinin tespit edilmesi gerekmişti. Anayasanın 18. maddesine Osmanlı Devletinin resmî
dilinin Türkçe olduğu ve devlet hizmetine girecekler için bu dilin bilinmesi gerektiğine
dair bir hüküm konuldu.17 İlk Mebuslar Meclisi toplanınca da lehçe ve şive meselesi
15Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1956, s. 222.
16Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, 1972,s. 127.
17Enver Ziya karal, "Osmanlı Tarihinde Türk Dili sorunu -Tarih Açısından Bir Açıklama-", Bilim Kültür
ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1978, ss.7-95.
8
ortaya çıktı. Meclis stenografları, söylenen kelimeleri yazamıyorlardı; Ahmet Midhat
Efendi zabıt tutmaya ve söylenenleri yazı diline çevirmeye memur edildi. Ahmet
Midhat Efendi bu işi yaparken bir gün bayıldı. Mebuslar Türk dilinin lehçe ve
ağızlarının çıkardığı büyük karışıklığın karşısında şaşkına döndüler. İstanbul halkı
taşradan gelen mebusların diliyle alay etmeye başladı. Bu durum, Türkçenin bütün
problemlerini gözler önüne serdi ve yeni rejim ile dil arasındaki münasebetin bütün
aydınlar tarafından iyice anlaşılmasını sağladı. Böylece, Parlamenter rejimin zaruretleri,
daha 1877 yılında resmî dilin tespitinin, İstanbul lehçesinin esas alınmasının , yazı dili
ile konuşma dilinin birleştirilmesinin gerektiğini göstermişti.
II. Abdülhamid'in iradesiyle meclis kapatılıp siyasî konuların yazılması sansür
edilince, aydınlar, meclisin açılmasıyla problemleri ortaya çıkan ve üzerinde yazı
yazılması yasaklanmamış olan dil konusuna eğildiler. Basında çok canlı bir şekilde dil
meseleleri tartışıldı. Tercüman-ı Hakikat, Ceride-i Havadis, Vakit gazeteleri iki yıl
müddetle hemen her gün dil meselelerini ele aldı. Abdurrahman Süreyya, Hacı İbrahim
Efendi, Recaizâde Mahmud Ekrem, Ahmed Midhad Efendi, Lastik Sait, Ali Suat,
Mehmed Edib, Mustafa Reşid, Hasan Hulki, Ahmet Hamid gibi yazarlar fikirlerini
ortaya koydular.18 Bu tartışmalarda, resmî yazışma dilinin sadeleştirilmesi, alfabenin
ıslahı, Türkçenin Arapça ve Farsça kurallarından kurtarılması istekleri ağır basıyordu.
Ayrıca Abdülhamid II.'nin saltanatının son yıllarında ortaya çıkan vehminin bir
sonucu olarak İkinci Meşrutiyetin ilânından önceki yıllarda Osmanlı matbuatı gerek
muhteva gerek sayı bakımınan oldukça zayıf bir durumdaydı.19 Bu devirde istibdadın
baskısıyla güç duruma düşen basın, dili sadeleştirerek yaşama şansını arttırmağa
yönelmişti. Yurt dışında çıkan gazeteler, siyasi bir karakter gösterdiklerinden geniş
kitlelere hitab etmek istiyorlar ve mümkün olduğunca sade bir dil kullanıyorlardı.
Siyasi fikirlerin ifadesinde mizahtan faydalanılması, mizah gazetelerinin tutulması,
dilin folklora açılması, sadeleşme yolunda önemli adımların atılmasını sağlıyordu.
Genç Kalemler mensupları üzerinde fikirleriyle en etkili olan dilcimiz Şemsettin
Sami'dir. Bu dilcimizin üzerinde durduğu en önemli meselelerden birisi "edebiyat ve
yazı lisanımızın Arap ve Fars kelime ve kaidelerinin hakimiyetinden" kurtulması
düşüncesi olmuştur.20 Şemsettin Sâmi, II. Meşrutiyeten evvel ve Genç kalemler'den
önce Türkçe, Arapça ve Farsça'dan müteşekkil bir dil olamıyacağını, Türkçe'nin
müstakil bir dil olduğunu, Arapça ve Farsça kelimelerin mümkün olduğu kadar az
kullanılması gerektiğini, bu dillerden alınan kelimelerin geldikleri dilin kaideleriyle
18Enver Ziya karal, "Osmanlı Tarihinde Türk Dili sorunu -Tarih Açısından Bir Açıklama-", s.62.
19Vedat Günyol, "Matbuat", İslâm Ansiklopedisi, C.7
20Ömer Faruk Akün, Şemsettin Sâmi, İslam Ansiklopedisi, C.XI.
9
değil, Türkçe'nin kaidelerine uyularak kullanılması gerektiğini "Lisân-ı Türkî", "Kitabet
ve İnşa", "Okuyup Yazmak ve Usûl-i Mürâsele" gibi makalelerinde ifade etmiş, daha
sonra da bu düşüncelerini geniş bir şekilde ele almıştır.21 Şemsettin Samî, bütün
yabancı kelimelerin dilimizden çıkarılmasını isteyen tasfiyeciliğe karşıydı. Türkçeleri
mevcut bulunan ve konuşma dilinde kullanılmayan Arapça ve Farsça kelimelerin
dilimizden çıkarılması gerektiğini savunuyordu. Konuşma diline girmiş kelimeleri ise,
artık Türkçe'nin malı olmuş kabul ediyordu. Terimler meselesini, "ıslahat-ı
fennîye"yi, fenle uğraşanların tespit etmesi gerektiğini söylüyordu. Türk dilinin
bütünlüğünü sağlamak için İstanbul Türkçesinin esas alınmasını teklif ediyordu. II.
Meşrutiyetten önce ve sonra bu fikirler, zaman zaman büyük münakaşalara sebeb
olmakla birlikte umumiyetle aydınlar tarafından benimsenmişti, Bazı Türk aydınları da
değişik noktalarandan yola çıkmalarına rağmen benzer fikirler ileriye sürüyordu.
Manastırlı Rifat, Necip Asım, Mehmed Akif, Hakkı Behiç, Celal Sahir gibi aydınlar da
dil konusunda Şemseddin Sâmî'nin ileri sürdüğü fikirler etrafında dönüyorlardı.
Muallim Naci, devrinde sade nesrin en güzel örneklerini vermiş, makalelerinde
de tabiî ve sade bir dille yazılması gerektiğini ileri sürmüştür. Sağlam dili ile
kendisinden sonraki nesilleri etkilemiştir.
Genç Kalemler mensuplarından önce dilimizden yabancı gramer kurallarının
atılması gerektiğini söyleyenlerden birisi de Beşir Fuad'dır. Beşir Fuad, Türkçenin
sadeliğe doğru gittiğine inanıyordu. Sadeleşmede tutulacak yolu da şöyle ifade
ediyordu: "Avrupa lisanları nasıl Lâtin ve Yunan lisanlarından istiane etmişlerse biz de
öylece Lisan-ı arabî ve farisîden istimdat etmişiz; bu lisanları doğru yazıp
söyliyebilmek için Lâtin ve atik Yunan lisanlarının kavaidini ayrıca tahsile lüzum yoksa
Türkçe için dahi bilhassa Arapça ve Farsçanın kaidelerini öğrenmeye ihtiyaç
hissetmemelidir."22
Modern Türk kısa hikâye türünün kurucusu olan ve bu eserlerinde umumiyetle
yerli hayatımızı ele alarak millî edebiyat mensuplarının gayelerinden birisinin
gerçekleşmesine hizmet eden yazarlarımızdan birisi olan Sami Paşazade Sezai, birçok
makalesinde sade bir dille yazmayı tavsiye etmiş bu faaliyetleriyle Milli Edebiyat
akımının zeminini hazırlayanlar arasında önemli bir yer kazanmıştır. 23
Sami Paşazade Sezai, 1898'de Rumuzü'l-edeb'de neşredilen "Musahabe" başlıklı
yazısında Türk dili ve edebiyatıyla ilgili önemli düşünceler ileri sürer. "Muhasebe"
yazarın bir ramazan gecesi Şehzadebaşı'nda gördüğü paradoksal manzarayla ilgili şu
21Ömer Faruk Akün, Şemsettin Sâmi, İslam Ansiklopedisi, C.XI.
22Orhan Okay, Beşir Fuad, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti, İstanbul, s.126.
23Zeynep Kerman, Sami Paşazâde Sezaî'nin Hikâye-Hatıra-Mektup ve Edebî Makaleleri, İstanbul,
1981, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, s.303--362.
10
müşahedesiyle başlar: "Çaycı dükkanları karşılarında "sirk"!.. Zuhurî kolu! Beş-on
adım ilerde "fonograf"!.. Karagöz! Yanı başında "Sinematograf"!.. Edison zuhurî
kolunu seyrediyor, Karagöz Edison'u dinliyordu." Doğu ile Batı arasındaki tezadı canlı
bir tablo gibi karşısında bulan yazar, bir müddet Moliere'in bir oyununu seyrettikten
sonra Moliere'le Nasrettin Hoca'yı karşılaştırarak, Nasretin Hoca'dan doğmuş bir
komedimizin olmayışına üzülür. Bu düşüncelerle oyunu yarım bırakıp Karagöz
seyretmeye gider. Hacivat'ın külfetli dili karşısında hiddetlenen Karagöz'ü haklı bularak
şöyle der: "Edebiyat bahsinde de Karagöz'ün fikrindeyim. Karagöz dese ki: Bir adam
hem Arap, hem Türk, hem Acem olamamadığı gibi bir edebiyat da hem Arap, hem
Türk, hem Acem olamaz. Dünyada başka bir milletin sarfiyle yazar, okur bir kavim
yoktur... Dünyanın bütün elsine-i kemali bir araya gelse bir Türkte Türkçe kelimelerin
hâsıl ettiği tesiri vücuda getiremez. Belki de biz Türklere sözün Arap ve Latin
milletleri derecesinde tesiri olmaması Arabî ile Farisî'nin kesret-i istimalinden neş'et
ediyor. Asıl şikayet de bu kesret veya suiistimale aittir. Yoksa cihanın en büyük
medeniyetinden birinin, en âli edebiyatından birincilerinin lisanı ve kendi dilimizin
bünyan-ı beyanı olan Arabî ile Farisîden kim iddia-yı istiğna edebilir? Öyle
düşünüyorum ki esasen fikirler, nazarlar, "mümkün olduğu kadar" Türkçeye matuf
olmalıdır. Bu maksada çalışmalı ."24 Yazar muhasebesini "Vakıa her lisanın
yazılışıyla söylenişinde fark vardır. Fakat söylemekle yazmak beyninde bizimki kadar
ayrı iki lisan kullananları ben bilmiyorum." diyerek bitirir.
Sami Paşazade Sezai, bu muhasebesinde günlük bir müşahedesinden yola
çıkarak dilde sadeleşmenin ve millî bir edebiyata sahip olmanın zarurî olduğunu çok
net bir biçimde ifade etmiştir. Şinasi'den ve Ziya Paşa'dan başlayarak birçok
yazarımızın işaret ettiği bir kaynağa kendi kaynaklarımıza dönmek gerektiğini
görmüştür. Anlamak ve ifade etmekle ana dil arasındaki sıkı ilişkiyi kavramış,
edebiyatımızın temel problemlerinden birisinin burada yattığını göstermiştir. Yazı dili
ile konuşma dili arasındaki uçurumun tabiî boyutlara indirilmesini istemiştir.
Şura-yı Ümmet'te yayınlanan "Lisan" adlı makalesinde meşhur yazarlarımızın
eserlerinin fazla basılmamasının sebebini kullandıkları dilin belirsizliğine ve
yabancılığına bağlar: "Fakat söylediğimiz bu fevkâlade güzel, bu pür-âheng-i marifet
lisan ne lisanıdır? O tasvir edilen âli, rakik hissiyat kimin hissiyatıdır? İtiraf edilir ki,
bu lisan ve hissiyat kanun-ı tekemmüle tâbi bir büyük teâli ve terakkidir. Fakat bu
terakki ve teâli tabiatımızdan, aslımızdan değil, garptandır."25 Aynı şekilde Divan
şairlerinin ihtişamlı sözleri de sun'idir, yapmadır ve ifadeleriyle "décadent"dırlar. Sami
Paşazade Sezai, dil ve edebiyat ile "ruh-ı kavmiyet" arasındaki derin ilişkiye dikkati
24Kerman, s.62-66.
25Kerman, s.334.
11
çeker ve edebiyatın kavmin aslını, neslini, yurdunu, yaşayışını, zevk ve tabiatını
yansıtmasını ister, zira bunlar edebiyatımıza can verecektir. Bu düşünceler, daha sonra
Genç Kalemler tarafından da ileri sürülecektir.
Genç Kalemler mensuplarının "Yeni Lisan" hareketi esnasında ileri sürdükleri
bütün teklifler, aslında yukarıda belirttiğimiz yazarlar tarafından parça parça ifade
edilmişti. Genç Kalemler mensupları da bu hakikati daima hatırlattılar. Ali Canip,
Ömer seyfettin ve ziya Gökalp, "Yeni Lisan" meselesinde sosyal temayüllerden yola
çıkmışlardı. Türk halkının "vicdanında" başlamış bir temayülü geliştirmeye
uğraşıyorlardı. Bu üç yazar da "Yeni Lisan" konusunda Tanzimattan beri ileri sürülen
"eski" fikirlerden hareket ediyorlardı. Kurmaya çalıştıkları dilin de ismine rağmen yeni
bir dil olmadığını, aslında halkın konuştuğu dili yazı dili haline getirmeye çalıştıklarını
ifade ediyorlardı. Bütün yazılarında, bu hususu çok açık bir şekilde ifade etmelerine
rağmen, sosyal fikirleri de dil ve edebiyatla ilgili fikirleri de haksız bir biçimde çok
yeni görüşler gibi tepki gördü.26 İşin tuhaf tarafı "Yeni Lisan" hareketi başarıya
ulaştıktan sonra da durmadan onların bu hareketin başlatıcıları olmadığı iddiaları
tekrarlandı durdu. Bu işe başlama şerefinin İstanbul'a mı İzmir'e mi ait olduğu konuları,
lüzumsuz bir şekilde basında uzun uzun tartışıldı durdu.27
II. Meşrutiyetin İlânı ve Selânik'teki Şartlar
1889 yılında İstanbul'da Abdülhamid'e karşı İttihad ve Terakki Cemiyeti adı
altında gizli bir cemiyet kurulmuştu. Aynı yıl Ahmet Rıza Bey, Paris'te Osmanlı İttihad
ve Terakki Cemiyetini kurdu. Bunları mevcut idareden memnun olmayan benzer
cemiyetler takibetti. Jön Türk hareketi olarak adlandırılan bu faaliyetlerin asıl amacı
meşrutiyetin tekrar ilân edilmesini sağlamaktı. II. Abdülhamid'e karşı olan Jön Türkler,
kuvvetli bir muhalefet yapıyorlar, mevcut sosyal kurumlara karşı mücadele ediyorlardı.
Paris'te çıkarılmakta olan Fransızca Meşveret gaztesinde (15 ağustos 1897) ilan edilen
26"Yeni Lisan" hareketinin başarıya ulaşmasından sonra, hatta Cumhuriyet Devrinde "Yeni
Lisan" hareketinin gerçek sahibi kimlerdir tartışmalarının yapılması, Genç Kalemler hareketinin
günümüzde bile birçokları tarafından anlaşılamamış olduğunu göstermektedir.
27Aslında bu tartışmaların bir başka sebebi, dilimizin sadeleşmesinin iyi bir tarihçesinin
yapılmamış olmasıdır. Bugüne kadar yapılan önemli çalışmalara rağmen dilimizdeki
değişiklikler bütünlüğü içinde ele alınmamıştır. Bunun sebepleri şunlardır:1)Önce dil, çok geniş
kategoriler içinde değerlendirilmiş ve pek onların dışına çıkılamamıştır. Meselâ, çalışmalar, yazı
dili ve konuşma dili gibi genel kavramlara dayanılarak yapıldığından yazarların teklifleri ve
eserlerin dili konusunda sağlam tespitler yapılamamış, yapılan tespitler de farkları yok etmiştir.
2) Dildeki değişmeler, hemen daima kelime düzeyinde ele alınmış, çok sınırlı bir şekilde
sentaks göz önünde bulundurulmuştur. 3) Dilin sadeleşmesi, sosyal, lengüistik, retorik
katogoriler içinde ele alınmamıştır. Her edebî türde, dil değişimi, az çok farklı bir grafik
çizmiştir. Basın gözönüne alındığında, mizah gazeteleri, çocuk gazeteleri devrinin genel
eğiliminin dışında kalmaktadır.
12
programlarından anlaşıldığına göre Ahmet Rıza Bey'in etrafında toplanan Jön Türkler,
esas itibariyle 1839-1876 yılları arasında çıkarılan kanunlarla Abdülhamid'in ortaya
koyduğu kanûn-ı esasînin uygulanmasını istiyorlardı. Şura-yı Ümmet gazetesinin de
desteklemesiyle, amaçları arasına meşrutiyet için bir kamuoyu yaratılması ve halkın
aydınlatılması konularını aldılar. 1906'ya kadar Genç Türkler, henüz ihtilalci yahut
inkılapçı bir hüviyette değildir. Gerek Ahmed Rıza Bey'in yazılarında gerek Şûrâ-yı
Ümmet'te çıkan yazılarda ihtilâl fikri zararlı görülür.
Adem-i merkeziyet fikrini savunan Sabahattin Bey ise daha çok ihtilâlci fikirlere
sahipti. "la science Sociale" ekolüne bağlı olan Sabahattin Bey, bilhassa Edmond
Demolins'i okuyordu. Paris'te arkadaşlarıyla birlikte 1906 yılında Terakkî gazetesini
kurmuş ve bu gazetede siyasî mesleğini açıklamıştı. Sabahattin Bey'in ihtilâlci fikirleri
Ali Canip'e kuvvetle tesir edecektir. Meşrutiyetin ilânından sonra edebî bir ihtilalin
gerektiğini savunacaktır. İmparatorluk dahilindeki azınlıkların faaliyetlerini
değerlendirirken de Sabahattin Bey'in görüşlerinden yararlanacaktır.
Mısır'da Türkçe olarak yayınlanan "Şûrâ-yı Ümmet" gazetesinin ilk nüshasında
"10 Nisan 1902" neşredilen ve İttihad ve Terakkî'nin program ve genel amaçlarını
açıklayan yazıda "Saray zindanlarında hapse mahkûm ve her türlü niam-ı maarif ve
medeniyyeden mahrum olan âile-i saltanat efradını bu hal-i esaretten kurtarmağa,
müktesebât-ı ilmiyyeden hissedar eylemeğe ve hanedan-ı Osmanînin makam-ı hilâfet
ve saltanatta -mülk ve millete nâfi olacak surette- bekasını takviyeye çalışmak..."28tan
bahsedilmesi ve hafiyelerden gelen curnaller Abdülhamid'i telâşa düşürmüştü.
Abdülhamid, şehzadelerle en ufak bir ilişki olanları, hatta yolda saltanata duyduğu
hürmetten dolayı şehzadeyi selâmlayanları, şehzadeyle aynı terziden giyinenleri...
sürgüne gönderir. 1902 yılında İstanbul'da bir sürgün kasırgası eser. Yalnız Sıvas'a
sürülenlerin sayısı bini aşar.29 Ali Canip'in babası da işte bu olaylar içinde Selânik'e
sürülür.
Devrin idaresinden memnun olmayan Selânik'li gençler, yurda sokulması
yasaklanan yayınları temin ediyorlar ve dağıtımını yapıyorlardı. Bu gençler, 1906
yılında "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti"ni kurdular. Cemiyetin kurucu üyeleri şunlardı:
Talat Bey (sonra paşa ve sadr-ı âzam), Rahmi Bey (sonra İzmir valisi), Midhat Şükrü
Bey (sonraki İttihad ve Terakki kâtib-i umumîsi ve Cumhuriyet devrinde Sıvas
milletvekili), Bursalı Tahir Bey (Askerî Rüştiye müdürü, tarihçi), Yüzbaşı Ömer Naci
Bey (şair, hatip), Mülazım İsmail Canbulat Bey (Meşrutiyet devri nâzırlarından, İzmir
suikasti dolayısıyle idam edilmiştir), Kâzım Nâmi Bey (yazar, cumhuriyet devri
28Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.I-Kısım:I, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991,
s.262.
29A.g.e., s.264.
13
milletvekillerinden), Hakkı Baha Bey (Bursalı), Edib Servet Bey (Erkân-ı harp
yüzbaşısı, cumhuriyet devri milletvekillerinden), Naki Bey.30
Balkanlarda ve Anadolu'da bilhassa ordu içinde inkılapçı bir gençliğin iş başına
geçmesiyle, yurt dışında ve sürgünler arasında olan muhalefetin merkezi Selânik'e
kaydı. Eylül 1907'de Selânik grubu Paris'teki eski İttihat ve Terakki örgütüyle -birisi
dış, birisi iç işlerde muhtar olmak kaydıyla- birleşti. 31
O yıllarda, Meşrutî bir idareye sahip olan Japonya, istibdatla yönetilen Rusya'yı
yenmişti. Rusya ve İran bunu demokratik kurumların başarısı olarak değerlendirmiş
meşrutî rejime geçmişlerdi. Diğer taraftan1908'de İngiliz ve Rus hükümdarlarının
Reval'da buluşmasını inkılapçı Türk subayları, Hasta Adam sayılan Osmanlı
İmparatorluğunun tasfiyesiyle ilgili bir görüşme olarak değerlendirdiler. Ordunun
bakımsızlığı, maaşların ödenmemesi, huzursuzluğu artırmıştı. Aydınlar arasında
meşrutiyetin ilan edilmesinden başka çare kalmadığı görüşü iyice benimsenmişti. Enver
Bey, durum hakında bilgi vermek üzere İstanbul'a çağrılınca, Resne dağlarına çekildi.
Ardından Kolağası Niyazi Bey, bir miktar asker ve mühimmatla dağa çıktı. 7 Temmuz
1908'de Abdülhamid'in isyanı bastırmak ve Niyazi bey'i yakalamak için büyük
ümitlerle Sêlanik'e gönderdiği Şemsi Paşa, Manastır telgraf merkezinden çıkarken
Mülazım Bigalı Atıf Efendi tarafından öldürüldü. Bu hadiselerden sonra Selânik ve
Manastır'daki ordular Abdülhamid'e açıkça cephe aldılar. Edirne'deki İkinci Ordu'dan
destek aldılar. İzmir'den Selânik'e yollanan Anadolu birlikleri de harekete katılmak
üzere ikna edildi. 20 Temmuz günü Manastır'daki müslüman halk ayaklandı, bunu
Kosova'daki ayaklanmalar takib etti. Padişaha Meşrutiyet'i ilân etmesi için Rumeli
merkezlerinden telgraflar çekildi. Ayın 23'ünde Manastır'da Meşrutiyet ilân edildi.
Abdülhamid bu baskıların sonunda meşrutiyeti ilân etmek zorunda kaldı.
Meşrutiyetin ilân edilmesinden sonra, İttihad ve Terakkî Cemiyeti'nin Selânik'teki
Merkez-i Umumîsi, üyelerinden Ahmet Rıza, Talat, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat
Şükrü, Habib, Enver (paşa), İsmail Hakkı, Dr. Bahaeddin Şâkir ve Nâzım Bey'leri
hükümeti gözetlemek üzere İstanbul'a göndermişti. İttihatçılar yeni kabinede yer
alamamakla birlikte büyük ölçüde iktidara sahip olmuşlardı 32
Meşrutiyetin ilânı, hafiye teşkilatının ve sansürün ortadan kaldırılması, siyasî
suçluların afvı imparatorlukta büyük bir sevinç uyandırdı ve iyimserlik yarattı. Türk
matbuatında ve fikir hayatında büyük bir canlılık ortaya çıktı.
30Ali Canip, doğrudan cemiyete dahil olmadığı halde kurucu kadroda bulunan Kâzım Nâmi Bey
ve Ömer Naci Bey ile çok samimî arkadaştı.
31Bernard Levis, Modern Türkiyenin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara,
1991, s.204.
32Fethi Tevetoğlu, İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Türk Ansiklopedisi, C.XX.
14
1908 yılının kasım sonu ile Aralık başında seçimler yapıldı. Meşrutiyetin ilanıyla
ortaya çıkan iyimser hava Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilân etmesi, Bosna-Hersek'in
elden çıkması, Girit'in Yunanistan'la birleşmesi, menfaat gruplarının çekişmeleri gibi
sebeplerle kısa sürede yerini karamsarlığa ve karışıklığa bıraktı. Yurt dışından dönen
Jön Türk üyeleri durumdan memnun olmayanlarla birleşerek yeni partiler kurdular.
Ortaya değişik görüşleri temsil eden "Fedakâran-ı Millet cemiyeti", "Osmanlı Ahrâr
Fırkası", "Osmanlı Demokrat Fıkrası", "İttihâd-ı Muhammedî Fıkrası" gibi partiler
çıktı. Bu partiler, İttihad ve Terakkî aleyhine geniş bir propaganda faaliyetine giriştiler.
31 Mart 1909 tarihinde gerici güçler bu durumdan istifade ederek ayaklandılar.
Selânik'te bulunan 3. Ordu, Mahmud Şevket Paşa kumandasında harekete geçti,
Edirne'de bulunan birlikler de 3. Orduya katıldı. Kurmay başkanlığını Mustafa Kemal'in
yaptığı Hareket Ordusu, İstanbul'a girerek isyanı bastırdı. İttihad ve Terakkî
mensupları ile hükümet üyeleri toplanarak II. Abdülhamid'in tahtan indirilmesine ve V.
Mehmet Reşat'ın padişah ilân edilmesine karar verdi. Tahttan indirilen II. Abdülhamid,
ikamet etmek üzere Selânik'e gönderildi.
Hareket Ordusu komutanı Mahmud Şevket Paşa, üç ordunun "Umumî
Müffettişliği" sıfatını alarak iki yıl süre ile sıkı yönetim ilan etti.
Ali Canip'in hatıralarında da yer alan "Hizb-i Cedid" hareketi, II. Meşrutiyet'ten
sonraki meclis içi muhalefetin ilk ciddî belirtileriydi. 1911 başlarında siyasî ve ictimaî
hoşnutsuzluklar "Hizb-i Cedid" ve "Hizb-i Terakkî" gruplarının ortaya çıkmasına yol
açtı. "Hizb-i Cedid"in liderleri olan Miralay Sadık ve Abdülaziz Mecdi Bey,
demokratik ve meşrutî olarak adlandırdıkları isteklerini on maddelik bir muhtırayla
ortaya koydular. "Hizb-i Terakkî" ise, küçük bir sol-kanat grubuydu. İttihad ve
Terakkî'nin Selânik'te yaptığı son ve gizli bir toplantıda bu hizib meselesi ele alındı,
fakat Trablus saldırısı gözönüne alınarak anlaşmazlıklar tatlıya bağlanmağa çalışıldı.
Ancak bu hal, beraberinde istifaları ve gücenmeleri getirdi, İttihad ve Terakkî güç
kaybına uğradı. Muhalifler, 21 Kasım 1911'de liberal bir birlik parisi olan "Hürriyet ve
İtilâf" partisini kurdular, liderleri Damat Ferit Paşa'ydı.33
Mısır'da bulunan Kâmil Paşa'nın Padişaha bir mektup göndererek İttihad ve
Terakkî mensuplarını iş başından uzaklaştırmasını tavsiye etmesi İttihatçıları
telaşlandırdı. Meclisi dağıttılar, Kâmil Paşa'nın mektubunu yayınlayarak gözden
33Bernard Levis, Modern Türkiyenin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara,
1991, s.220-221.
15
düşmesini sağladılar, yeniden seçim yaparak büyük mecliste bir çoğunluk elde ettiler.
1912 haziranında durumdan memnun olmayan subayları temsil eden bir
"Halâskar Zabitan" grubu kuruldu, bu grubun çalışmaları sonucunda sonra İttihatçılar
iktidardan uzaklaştırıldı, meclis feshedildi. Edirne'nin Bulgarlara verileceği şayiası
üzerine başlarında Enver Paşa'nın bulunduğu bir grup Bâbıâli'ye baskın düzenledi,
İttihatçılar tekrar iktidarı elde etti ve Mahmud Şevket Paşa sadarete getirildi. Mahmud
Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra 1918 yılına kadar memleketin idaresi Enver,
Talât ve Cemal Paşa'ların eline geçti.
**************************************************************
© http://www.ege-edebiyat.org

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR