29 Şubat 2008 Cuma

EN SEVGİLİYE

EN SEVGİLİYE…

Hadi bugün O’na (Celle Celaluhu) sevgini göster! Sevgililer günü ya bugün… O’nun için bir şey yap! O’na kendini beğendir bugün! “Seviyorum” diyorsun ya… Hadi göster sevgini!.. O neyi seviyor, neyi sevmiyor öğren! VE Sev O’nun sevdiklerini, sevmediklerinden uzaklaş! Ki, O da sevsin seni… Seven elbet sevilir ama, lafta kalmasın sevgin… Hadi bugün göster O’na sevgini!.. Sevgililer günü ya bugün.. Bilirsin, seven hep sevdiğini anlatır, “Bülbülün yüz hikâyesi varmış, hepsi de gül üstüne..” Bugün, ulaşabildiğin herkese O’nu anlat! O’nu ve O’nun en sevdiğini(Sallallahu aleyhi ve sellem)… Telefonla, yüzyüze, kavlen ve fiilen O’nu anlat! O, sana senden de yakın olanı.. O, seni senden de iyi bileni.. O, sen O’nu bıraksan da seni asla bırakmayanı.. O, en güzel sevda türküsünü, ölümsüzlük bestesini… Sevgililer günü ya bugün.. Bilirsin, seven hep sevdiğini düşünür ya.. Bugün sen de hep O’nu düşün! O’nun hoşuna gidecek bir şey yap! Memnun et O’nu.. Meselâ; Şimdiye dek isteyip te yapamadığın bir emrini uygula bugün! Eğer örtülü değilsen, hiç çıkarmamak sözüyle, Bir başörtüsü al kendine! Kılamıyorsan, bugün namaza başla! Meselâ; “Kur’anı mutlaka öğreneceğim” de! Biliyorsan, öğretmek için bir talebe bul kendine! Bir ayet ezberle ve uygula onu!.. Bugün bir hadis öğren ve öğret onu!.. Meselâ; bugün Sevgilini en az bir kişiyle tanıştır! Hiç tanımadığın birine selam ver! Bir yetimin başını okşa! Bir çocuğu sevindir bugün! Meselâ; İşyerine giderken O’nu hatırlatacak bir hediye götür bugün, Ya da çal komşunun kapısını,yüreğini bölüş, O’nu anlat bu vesileyle.. Bugün O’nun için birşey yap! Ama yalnız O’nun için.. Nefsini hiç karıştırma! Cennet hesapları yapma bugün, karşılık bekleme! Pazarlıksız, riyasız olsun her yaptığın… Bugün şöyle bir düşün! Sevdiklerine ve hatta sevmediklerine, Ne kadar çok vakit ayırıyorsun?.. Fanî dediğin şu dünya için ne kadar çok çalışıyorsun?.. Yarım saat sürecek bir ziyaret için, On dakika sürecek bir yemek için, mutfakta ne kadar kalıyorsun?.. Nazlıca ağlayan yavrunun sesiyle nasıl fırlarsın yatağından, o soğuk gecede?.. İşverenin ay sonunda vereceği üç kuruş için nasıl kahredersin kendini?.. Sınıfını geçebilmek için, iyi not alabilmek için, nasıl geceni gündüzüne katarsın?.. Eşini, çocuklarını, anneni, babanı, nişanlını memnun etmek için nasıl da çırpınırsın… Tüm bunlar ve senin de ekleyebileceğin dahaları için yaptıklarının, SÖYLE, yüzde kaçını Allah için, Habibullah için yaptın bugüne kadar?.. Evet bugün sevgililer günü.. Sen de buluş Sevdiğinle bugün! At kendini seccadeye, bir tövbe et, dönmemecesine.. O’nun sevmediği herşeye “elveda” de! Gözyaşların armağan olsun O’na.. Gözyaşların ve zaten O’nun olan yüreğin.. Bugün ve her gün!

25 Şubat 2008 Pazartesi

KINALI ALİ


KINALI ALİ
Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan daonlarla Sohbet ediyor, ‘ Nerelisin?’ gibi sorular soruyordu.Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı Yanınaçağırdı ve merakla sordu:” Adın ne senin evladım?” dedi.” Ali, komutanım” dedi.” Nerelisin?”” Tokatlıyım, komutanım, Tokat’ın Zile kazasındanım…”” Peki evladım,bu kafanın hali ne?Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?”” Cepheye gelmeden önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Nedenyaktığını da bilmiyorum.”” Peki dedi üsteğmen. “Gidebilirisin Kınalı Ali.”O günden sonra Ali’nin adı Kınalı Ali oldu.Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki kınayıda alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen vedürüst tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı.Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardımistedi.” Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum.Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?”Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi.” Sen söyle biz yazalım” dediler.Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de Söylenenlerindoğru yazılıp yazılmadığını denetliyordu.” Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben buradaçok iyiyim, beni sakın merak etmeyin.”Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırınısorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimseninkendisini merak etmemesini söyledikten sonra, Biz burada var oldukça bilesinizki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir tümcesi ile bitiriyordu.Tam zarf kapatılırken Ali ” iki üç satır daha ekleteceğini” söyleyerekMektubun sonuna şunları yazdırdı.” Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, Buradakomutanlarım da, arkadaşlarımda benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmeksırası yakında inşallah kardeşim Ahmet’e gelecek, Onu gönderirken sakınkına yakma saçına. Burda onunla da dalga geçmesinler. Tekrarellerinden öperim anacığım.”Gelibolu’da savaş giderek şiddetleniyordu. ingilizler kesin sonuçalmak için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimizönceleri birer, birer, sonraları beşer,beşer,Onar, onar şehit oluyorlardı. Gelen destek güçleri de yeterli olmuyor,onlarında sayıları giderek azalıyordu.Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali’nin komutanı bu durum karşısındaçaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç erlerineinsan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheyegöndermek zorunda kalmaması için Allah’a dua ediyordu.Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları,komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesiniistediler.Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi ve ölümegönderdiğini bile, bile bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye hayır,bile,bile ölüme gidiyorlardı.O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşanKınalı Ali’nin bölüğünden tek kişi geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehitolmuştu. Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali’ye anne, babasındanmektup geldi. Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ileokumaya başladı. Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığımektubuna aile adına babası yanıt veriyordu.” Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim.Öküzü sattık, parasının yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakındacepheye gidecek küçük kardeşine veriyoruz. şimdi öküzün yerine tarlayıben sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da. Sen sakın bizi düşünme.”Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdiktensonra “şimdi ananın sana diyeceği var” diyerek sözü ona bırakıyordu.Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali’nin anasının ağzındanyazılmıştı şöyle diyordu anası:” Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşimede yakma demişsin.Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalgageçmesinler.Bizde üç işe kına yakarlar;1 - GELİNLİK KIZA, GİTSİN AİLESİNE, ÇOCUKLARINA KURBAN OLSUN DİYE2 - KURBANLIK KOÇA, ALLAH’A KURBAN OLSUN DİYE3 - ASKERE GİDEN YİĞİTLERİMİZE, VATANA KURBAN OLSUN DİYE…Gözlerinden öper, selam ederim. Allah’a emanet olun” Ali’nin mektubu okunurken ve çevresindeki herkes onu dinlerken,hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu… “(Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesindedir.)

BU OLAY CANAKKALE SAVASINDA YASANMISTIR.

BU OLAY CANAKKALE SAVASINDA YASANMISTIR.

Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, KimiBosnalı, KimiAzerbaycanli, Kimi Adıyamanlı, Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıdayaralı getiriliyor…Bunlardan biri Lapsekinin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır.Zor nefesalıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek içinkomutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır amatane tane kelimeler dökülür dudaklarından.‘Ölme ihtimalim çok fazla… Ben bir pusula yazdım… Arkadaşımaulaştırın…’Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: ‘Ben…Ben köylüm Lapseki’liİbrahim Onbaşından 1 Mecidiye borç aldıydım… Kendisini göremedim. Belkiölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin’‘Sen merak etme evladım’ der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnınıeliyleokşar. Az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de’söyleyin hakkını helal etsin’ olur…Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor.Bunlardan çoğudaha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerindençıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor.İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeyedahafırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yereyığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamaz…PUSULADAKİ NOT:‘Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil’e 1 mecit borç verdiydim. Kendisi benigöremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşımasöyleyin ben hakkımı helal ettim.’

SON NEFESTE İMANSIZ GİTME SEBEBLERİ

SON NEFESTE İMANSIZ GİTME SEBEBLERİ


SU-İ HATİMEİmam-ı GAZALİ'den (RA) Son Nefes’te imansız gitme sebepleri.( C.C. Muhafaza) "En altta son nefeste iman kurtarma duası vardır!"En büyük ve korkunç olanı, can çekişme ızdırabı anında gönülde şüphe veya inkarın galebe çalması ve bu vaziyette ölmekte, bu halin ebedi olarak ile kendi arasında perde olmasıdır. Çünkü bu ebedi ve daimi azabı gerektiren, küfür ve inkardır. Ölüm anında dünyalıktan ve dünya zevklerinden bir şey'in gönlüne galebe çalması ve gözünün önünde canlanarak onu düşünmesidir. Bu, gönlünü öyle kaplar ki, artık başka bir şey almaz olur. Böylece ölürse, kalbi tamamen dünyaya dönük ve himmeti dünyaya meyyal olarak ölmüş olur ki, gönül, 'tan C.C. ayrıldığı anda araya perde girer. Perde girince azab başlar. 'ın C.C. yaktığı ateş, 'tan C.C. mahcub olan gönülleri kaplar. Kalbi, dünya sevgisinden salim, himmeti 'a C.C. dönük olan Mü'mine ise Cehennem: "Geç ey Mü'min, senin Nur'un, benim narımı söndürüyor" der.Dünya sevgisinin galebe çaldığı sırada ölen bir adamın durumu tehlikelidir. Zira kişi, yaşadığı gibi ölür. Öldükten sonra başka durum almasına, kalbin imkanı yoktur. Zira gönüllerde tasarruf, azaların ameli ile mümkündür. Halbuki ölüm ile azalar atalete uğradığından, artık amel imkanı ve hatta geriye dönüp yeniden amel etme fırsatı kalmamıştır. İşte bu anda hasret çoğalır. Ancak , imanın aslı ve C.C. sevgisi ( C.C. sevgisi ile dünya sevgisi bir kalbde toplanmaz) uzun müddet kalıp yerleşir ve salih amel ile kuvvetleşir ise, ölüm anında doğacak olan bu hali siler atar. Şayet kalbindeki imanı bir miskal kuvvetinde ise, onu tezden Cehennemden çıkarır. İmanı daha az ise, azlığı nisbetinde Cehennemde daha uzun kalır. Bir habbe ağırlığı kadar imanı varsa da eninde sonunda -ve binlerce yıl sonra da olsa- yine Cehennemden çıkar.Şayet, senin bu anlattığına göre, ölür ölmez hemen Cehennem'e girmesi lazımdır, halbuki kıyamete kadar bekliyor. Bu nasıl olur? Dersen, bilmiş ol ki; Kabir azabını inkar eden herkes bid'at sahibi, 'ın C.C., Kur'ân'ın ve imanın nurundan mahrumdur. Su-i Hatime yani şüphe ve inkar üzere ölmenin, tafsilatıyla anlatılamayacak kadar çok sebepleri vardır. Lakin özet olarak iki sebebi vardır.Birincisi: Tam manasıyla zühd, vera ve amelde salah ile de düşünülebilir. Mesela, zahiddir amma bid'at sahibidir. Ameli iyi olsa bile, bunun sonu çok ciddi olarak korkunçtur. bid'at sahibi derken herhangi bid'at sahibi olan bir mezhebi kasdetmiyorum. 'u Teâlâ'nın, Zat, Sıfat ve Ef'ali hakkında gerçeğe uymayan bir inanca sahib olmayı ve bununla hasmını ilzama kalkışmayı kastediyorum. Bu inancı, kendi görüş ve kanâatına bağlı olup, ona aldanmasıyla veya kendisi gibi bir bid'at sahibini taklit etmekle olur. Ölümün yaklaştığı, ölüm Meleğinin görüldüğü ve içinde olanı ile kalbi çırpınmağa başladığı vakit, çoğunlukla cehaleti sebebiyle inançlarının batıl olduğunu anlar. Çünkü ölüm, perdenin aradan kalkma halidir. Ölüm sancıları da ölümün başlangıcı olduğu için, bazı şeyler kendisine keşfedilebilir. Kendi kafasına göre kesin olarak inandığı şeylerin boş ve batıl olduğunu anlayınca, inandığı her şeyin aslı olmadığını sanır. Çünkü ona göre C.C. ve Rasulüne(SAV) inancı ve diğer sahih itikadları ile fasid inançlarının farkı yoktur. Cehaleti sebebiyle yanlış olarak edindiği bazı inançlarının batıl olduğunu görünce bu hal, doğru inançlarının da batıl veya şüpheli olmasına sebep olur. İmanın aslına dönmeden bu hatıralar içinde ölürse, işte Su-i Hatime(imansız) ile ölmüş ve korusun, ruhu, şirk üzere bedeninden ayrılmış olur.'u Teâlâ'nın: "Halbuki o gün onlar için 'tan hiçde zannetmeyecekleri(nice) şeyler zuhura gelmiştir." Zümer / 47 ve "De ki: Yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında sa'yleri boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi? " Kehf / 103 buyurduklarından muradı bunlardır. Dünya meşgalesinin azlığı sebebiyle bazen rüyada, gelecekteki işlerin bazıları açıklandığı gibi, ölüm sancıları anında da bazılarına bazı şeyler gösterilebilir. Çünkü dünya meşgalesi ve bedeni şehvetler, Melekut alemine bakmağa ve oradakileri olduğu gibi görmeğe engeldir. Fakat ölüm öncesi keşfin sebebi, keşifde geri kalan inançlarda şüphenin sebebi olabilir. Bu tehlikeden insanı, ancak gerçeğe dayalı sağlam itikad kurtarabilir. Saf ve ebleh insanlar, yani kısa ve kesin olarak 'a C.C., Ahirete ve inanılması gereken şeylere inananlar, bu tehlikeden korunmuşlardır. Bedeviler, köylüler ve diğer halkın avamı gibi. Bunlar bu hususlarda münakaşalara girmez, söz sahibi olduklarını iddia etmezler. Bunun için bu gibiler hakkında Resul-i Ekrem(SAV) : "Cennet halkının çoğu bühdler, yani saf ve gönlü temiz kimselerdir" buyurmuştur.Selef, Resul-i Ekrem'in(SAV), C.C. tarafından getirdiği her şeye inanın, 'ı bir şeye benzetmeyin, te'vil ile uğraşmayın, derlerdi. Zira 'ın C.C. sıfatlarından bahsetmekte tehlike büyük, yolları sarp ve 'u Teâlâ'nın Celâlini idrak etmekten akıllar kasır ve noksandır. Ne yazık ki şimdi dizginler gevşedi, boyunlar uzadı, boş laflar aldı yürüdü. Her cahil, kendi görüşüne uygun olanın doğru ve gerçek iman olduğuna kâni oldu. Kendi tecrübe ve tahminlerinin gerçek olduğunu sandı. Fakat ilerde gerçeği anlayacaklardır. Perde aradan kalktığı vakit onlara :Güzel olduğu için gündüzlere hüsn-ü zann ettiniz de mukadder akıbetinize uğrayacağınızdan korkmadınız,Geceler sizi selamete ulaştırdı ve onlarla aldandınız, halbuki karanlıklar aydınlandığı vakit, kederler başlayacaktır.Mealindeki şiiri okumak lazımdır.'u Teâlâ'nın Zât ve Sıfatı ile ilgili münazaralara giren adam, deniz ortasında gemisi parçalanıp dalgaların kucağına düşen adam gibidir.Bu dalgaların, birbirine devretmek suretiyle adamı selamet sahiline atmaları imkanı varsa da bu pek az bir ihtimaldir. Fakat dalgalar arasında boğulup gitmeleri daha kuvvetlidir.İkincisi: Aslında imanın zayıflığı ve dünya sevgisinin kalbi kaplamasıdır. İman zayıfladıkça C.C. sevgisi de zayıflar ve dünya sevgisi öyle kuvvetleşir ki, bir hatıradan başka C.C. sevgisi namına kalpte bir şey kalmaz. Nefsin arzularına uymamak ve şeytanet yollarından ayrılmak gibi bir şeyi düşünmez olur. İşte bu, şehvetlere uymak meylini ortaya kor. Böylece kalb, kararır ve katılaşır. Nefsin zulmetleri(karanlıkları) kalbde teraküm eder ve zayıfda olsa kalbdeki iman nurunu tamamen söndürür. Artık bu, kendisinde bir tabiat halini alır. Ölüm sancıları başladığı vakit, C.C. sevgisi daha da azalır. Çünkü en büyük sevgilisi olan dünyalığından ayrılma hasretine dalar ve bunun acısını duyar. Sevdiği dünyasından ayrılmağı, 'tan C.C. bildiği için, ölümün mukadder olmasına canı sıkılır ve 'tan C.C. geldiği için O'ndan hoşlanmaz olur. Sevgi yerine, içinde 'a C.C. karşı bir kin doğmasından korkulur. Bu, çocuğunu az ve fakat malını daha çok seven bir adamın durumuna benzer. Çocuk, malını mahvetti-ği vakit, çocuğuna olan az sevgisi husumete döner. Şayet bu hal içerisinde ölürse, Su-i Hatime(imansız) ile ölür ve ebedi helakte kalır. İnsanı bu helake sürükleyen sebep, sevgisinin zayıflamasına sebep olan iman zayıflığı ile beraber, dünyaya temayül, dünyalık ile sevinmek ve dünya sevgisinin üstün gelmesidir. Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır. O, müzmin bir hastalıktır. Ne yazık ki 'ı C.C. marifet azlığından bütün halka sirayet etmiştir. Zira 'ı C.C. bilen sever."De ki : Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korka geldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size 'tan, O'nun peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihâd'dan daha sevgili ise, artık 'ın emri gelinceye kadar bekleye durun" Tevbe / 24 buyurmuştur.Demek ki ölümü anında aklından bu gibi inkar şeylerini geçiren ve içinden 'u Teâlâ'nın kendisini çoluk çocuğundan ve diğer dünya varlıklarından ayırdığı için kızan kimsenin ölümü, sevmediğine gitmek ve sevdiğinden uzaklaşmak olur da, efendisinden kaçtığı halde, zorla yakalanıp efendisinin huzuruna getirilen bir kölenin durumuna düşer. Artık uğrayacağı rezalet ve kepazelik ortadadır. İnsan ömrü boyunca ne ile ünsiyet ederse, ölümü anında da aklına o gelir. Meyli, daha çok taat ve ibadete ise hatırına o gelir. Daha çok isyana temayül ederse, son nefeste daha çok aklına gelecek olanda odur. Çoğu kere canı çıkarken dünyevi şehvetlerden ve günahlardan biriyle meşgul olurda 'tan CC mahrum kalır.Pek seyrek isyan eden, bu tehlikeden uzaktır.Hiç günah işlemeyen ise tamamen kurtulmuştur.Günahı ibadetinden çok olup, günahtan zevk alan kimsenin tehlikesi, çok ciddi ve çok daha büyüktür.Bunun misali: Herkesin bildiği bir gerçektir ki, insan, çoğunlukla rüyasında gündüzleri meşgul olduğu şeyi görür. Gündüzleri ilim ile uğraşan, çoğunlukla rüyasında ilmi, ticaretle uğraşan da ticaret işlerini görür. Ölüm de uykunun benzeridir. Bununla beraber ondan daha ağırdır. Ancak ölüm öncesi, uykuya daha yakındır. O da ünsiyet ettiği şeyleri hatırlamasını gerektirir. Herhangi bir şeyin kalbde yerleşmesinin sebeplerinden birisi de uzun ülfettir(birliktelik). Uzun müddet taat veya isyana alışmak , kalbde yerleşmenin tercih sebebidir. Bunun gibi, Salihlerin rüyaları ile fâsıkların rüyaları da birbirine uymaz. Alışkanlık kalbde yerleşir ve gönül ona meyleder. İşte kötülüğe alışıp onunla ünsiyet eden, son nefesinde o kötülük gözünün önünde canlanır. Her ne kadar bundan kurtulması ümid edilecek şekilde imanın aslı baki ise de, bu hali, bir nevi Su-i Hatimeye(imansız ölmeye) sebep olur.Ölüm anında hatıralarını günah ve şehevi arzularından uzak tutmak isteyen için tek yol, şehveti gönlünden çıkarmak ve nefsini bunlardan uzak tutmakla uzun müddet mücâhede etmektir. Böylece günahlardan uzaklaşıp iyiliklere devam etmek ve aklından kötülükleri çıkarmakla, ölüm anı için bir hazırlık yapmış olur. Çünkü insanlar yaşadıkları gibi ölür ve öldükleri gibi de haşr olurlar. Resul-i Ekrem SAV "Kişi, elli yıl Cennet ehli amelini işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir devenin iki sağımı arasındaki mesafe kadar mesafe kalır ve şekavet-i asliyesi galebe çalarak son nefesde imansız gider" buyurmuştur. Bunun için bulunduğumuz hallere aldanmamalı ve son nefes korkusu devamlı olmalıdır. Zira son nefesde ne olacağımızı ve akibetimizin Cennet mi, Cehennem mi olduğunu da bilmiyoruz. Sakın biraz daha keyfime bakayım ilerde tevbe ederim, deme. Çünkü alıp verdiğin her nefes, senin için bir hatimedir. Zira o anda ölmen mümkündür.Uyanıklığında hazır olduğun gibi, uykuya yatarken de abdestini ihmal etme. 'ın C.C. zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyu. Dikkat et ki, dilin zikirde iken uyu demiyorum. Aslolan kalbini zikrULLAH ile uyutmaktır. Şunu bil ki uykudan önce aklında ne varsa, uyku anında da aklına o gelir. Uykudan önce, uyku anında ve uyuduktan sonra kalbin ne ile meşgul idiyse, o meşgale ile uyanırsın. Bunun gibi insan, yaşadığı gibi ölür ve öldüğü gibi dirilir.Her an ve nefesini yokla. Bir an 'ı C.C. unutma! Bütün bunlara dikkat ettiğin halde yine büyük tehlikede olduğunu bil! Yâ bu dediklerime riayet etmezsen, işte onu da sen düşün? Ne yazık ki insanlar helaktedir. Yalnız alimler kurtulmuştur. Alimlerde helaktedir, yalnız ilmiyle amel edenler kurtulmuştur. Bunlarda helaktedir, yalnız ihlâs ile amel edenler kurtulmuştur. Bunlarda yine büyük tehlikededir.Şunu da bil ki, dünyalıktan zaruret miktarı ile yetinmedikçe, bu hususta başarıya ulaşamazsın. Zaruret miktarı ise yemek, giymek ve meskenindir, diğerleri fuzulidir. Az yemeli, seni sıcak ve soğultan koruyacak elbise ile yetinmeli daha kıymetlisini aramamalısın. Yoksa yeter deyip duracağın bir nokta kalmaz. Daima ilerisini isteyeceksen, o zaman senin karnını ancak toprak dolduracaktır.Eğer zaruret miktarı ile yetinirsen, C.C. ile baş başa kalır ve Ahiretin için çalışır da su-i hatime için hazırlıklı olursun. Şayet zaruret miktarını aşarsan, sıkıntıların çoğalır ve o zaman hangi vadide seni helak edeceğine 'u Teâlâ aldırış etmez. Yüce C.C. "Öyle ise siz onlardan değil, Benden korkun eğer iman etmişlerseniz." Al-i İmran / 175 buyurdu ve korkuyu emrederek, onu imanın şartından kıldı. Bunun için zayıf olsa da hiçbir mü'min korkusuz olamaz. Korkunun zafiyeti, iman ve marifetin zafiyetinden ileri gelir. "Saadetin alâmeti, şekavetten korkmaktır. Zira 'korku' kul ile C.C. arasında, kul için bir köstektir. Bu köstek koparsa helâkta olanlarla beraber helâk olur" demiştir.Hatemm-i Esamm: "Bulunduğun mevkiin şerefine güvenme. Cennet'ten daha şerefli bir makam olmasın. Adem'in başına gelenler ortada. İbadet çokluğuna aldanma, İblis'in başına gelenler belli. İlminin çokluğuna bel bağlama, Bel'am İsm-i Âzam'ı bilirdi, akibetini düşün. Salihlerle görüşüp onlarla düşüp kalkmaya aldanma. Peygamberimizden SAV üstün zat ve sima olmasın. Akrabaları dahi ondan yararlanamadı Dilimizle " 'ım C.C. bizi afvet, bize merhamet et" demekle yetinir ve O'na güveniriz. Halbuki 'O' C.C.: "İnsan için ancak çalışması vardır." Buyurdu. Necm / 39 - Başka bir Ayet-i Kerime'de "Keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" Buyurulmuştur.Ahirette 'a C.C. kavuşmak mutluluğuna ancak dünyada O'nun sevgisini ve O'nunla ünsiyeti kazanmakla ulaşılacağı meydandadır. Sevgi ise marifet ile , marifet de ancak devamlı tefekkürle hasıl olur. Ünsiyette devamlı zikir ile, zikir ve fikre devam da dünya sevgisini gönlünden çıkarmakla, dünya sevgisini atmak da zevk ve şehvetleri terketmekle, bunları terketmek de şehveti kırmakla, şehveti kırmak da en çok korku ateşi ile mümkündür. Demek ki korku şehvetleri yakan bir ateştir. Korku nasıl faziletli olmasın ki, 'a C.C. yaklaştırıcı en makbul ameller olan iffet, vera, takva ve mücâhede korku sayesinde temin edilir.Elbette peygamberler, veliler ve alimlerin akıl, ilim ve amelleri ile C.C. katındaki mevkileri, senden daha az olmadığını kabul edersin! Gözünün ışığının kısalığı ve basiret gözünün körlüğü ile onların hallerini, neden fazla korkup uzun müddet mahzun olup ağladıklarını düşün. Hatta bazıları şaşırdı, bazıları bayıldı ve bazıları da ölü olarak yerlere serildi. ( C.C. Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali'den Razı olsun, Ruhuna El-Fâtiha)Aşağıdaki günahlara karşı çok dikkatli olmak lazımdır:'ın C.C. emir ve yasaklarını bilmemek, itikadi meseleleri bilmemek yada şüphede olmak, C.C. ve Rasûlü'nün SAV emrettiği gibi yaşamamak,Kafirlerle dostluk kurmak ve onlara benzemek (saç sakal şeklinden, giyime kadar) en önemlisi onları sevmek,Kafirlerin bayramlarını kutlamak, (Yılbaşı,sevgililer günü, nevruz v.s.) Dini emirleri hafife almak, o hükümlerle ilgilenmemek yada ciddiye almamak, alaycı olmak,Anne ve babaya itaat etmemek, (Annesinin razı olmadığı kişilerin Kelime-i Şehadet'i getiremedikleri rivayetleri çoktur)Büyü yapmak ve yaptırmak,İçki satmak, içki içmek ve içki müptelası olmak, (Fudayl'dan RA sene de sadece bir kadeh ilaç olarak alkol içen kişinin bu sebepten imansız gittiği rivayeti vardır.) Çok küfretmek, Yüce 'ı C.C. zikretmek ve dua edilmesi için yaradılan ağızdan küfrün eksik olmaması, (münafıklık alametidir)Dünyalık ve dünya sevgisi, gelen dünyalığa sevinmek, elden çıkana üzülmek, (KADINLAR ÇOK DİKKAT ! ! ! )Fakirliğe ve 'ın kazasına isyan, Namaz kılmamak ki en tehlikelilerinden birisidir, Ezân okunurken konuşanında Kelime-i Şehadet getirmekte zorlandığı bildirilmiştir.Son nefeste imanı kurtarma duası:
"Ya Hayyu Ya Kayyum, Ya Zel Celâli Ve'l İkrâm, ELLAHÜMME en tühyiye kalbi bi Nûri ma'rifetike ebeden, Ya , Ya , Ya Celle Celâlüh" Sabah namazının sünnetiyle farzı arasında okunacak. Çok önemli bir duadır...



SU-İ HATİMEİmam-ı GAZALİ'den (RA) Son Nefes’te imansız gitme sebepleri.( C.C. Muhafaza) "En altta son nefeste iman kurtarma duası vardır!"En büyük ve korkunç olanı, can çekişme ızdırabı anında gönülde şüphe veya inkarın galebe çalması ve bu vaziyette ölmekte, bu halin ebedi olarak ile kendi arasında perde olmasıdır. Çünkü bu ebedi ve daimi azabı gerektiren, küfür ve inkardır. Ölüm anında dünyalıktan ve dünya zevklerinden bir şey'in gönlüne galebe çalması ve gözünün önünde canlanarak onu düşünmesidir. Bu, gönlünü öyle kaplar ki, artık başka bir şey almaz olur. Böylece ölürse, kalbi tamamen dünyaya dönük ve himmeti dünyaya meyyal olarak ölmüş olur ki, gönül, 'tan C.C. ayrıldığı anda araya perde girer. Perde girince azab başlar. 'ın C.C. yaktığı ateş, 'tan C.C. mahcub olan gönülleri kaplar. Kalbi, dünya sevgisinden salim, himmeti 'a C.C. dönük olan Mü'mine ise Cehennem: "Geç ey Mü'min, senin Nur'un, benim narımı söndürüyor" der.Dünya sevgisinin galebe çaldığı sırada ölen bir adamın durumu tehlikelidir. Zira kişi, yaşadığı gibi ölür. Öldükten sonra başka durum almasına, kalbin imkanı yoktur. Zira gönüllerde tasarruf, azaların ameli ile mümkündür. Halbuki ölüm ile azalar atalete uğradığından, artık amel imkanı ve hatta geriye dönüp yeniden amel etme fırsatı kalmamıştır. İşte bu anda hasret çoğalır. Ancak , imanın aslı ve C.C. sevgisi ( C.C. sevgisi ile dünya sevgisi bir kalbde toplanmaz) uzun müddet kalıp yerleşir ve salih amel ile kuvvetleşir ise, ölüm anında doğacak olan bu hali siler atar. Şayet kalbindeki imanı bir miskal kuvvetinde ise, onu tezden Cehennemden çıkarır. İmanı daha az ise, azlığı nisbetinde Cehennemde daha uzun kalır. Bir habbe ağırlığı kadar imanı varsa da eninde sonunda -ve binlerce yıl sonra da olsa- yine Cehennemden çıkar.Şayet, senin bu anlattığına göre, ölür ölmez hemen Cehennem'e girmesi lazımdır, halbuki kıyamete kadar bekliyor. Bu nasıl olur? Dersen, bilmiş ol ki; Kabir azabını inkar eden herkes bid'at sahibi, 'ın C.C., Kur'ân'ın ve imanın nurundan mahrumdur. Su-i Hatime yani şüphe ve inkar üzere ölmenin, tafsilatıyla anlatılamayacak kadar çok sebepleri vardır. Lakin özet olarak iki sebebi vardır.Birincisi: Tam manasıyla zühd, vera ve amelde salah ile de düşünülebilir. Mesela, zahiddir amma bid'at sahibidir. Ameli iyi olsa bile, bunun sonu çok ciddi olarak korkunçtur. bid'at sahibi derken herhangi bid'at sahibi olan bir mezhebi kasdetmiyorum. 'u Teâlâ'nın, Zat, Sıfat ve Ef'ali hakkında gerçeğe uymayan bir inanca sahib olmayı ve bununla hasmını ilzama kalkışmayı kastediyorum. Bu inancı, kendi görüş ve kanâatına bağlı olup, ona aldanmasıyla veya kendisi gibi bir bid'at sahibini taklit etmekle olur. Ölümün yaklaştığı, ölüm Meleğinin görüldüğü ve içinde olanı ile kalbi çırpınmağa başladığı vakit, çoğunlukla cehaleti sebebiyle inançlarının batıl olduğunu anlar. Çünkü ölüm, perdenin aradan kalkma halidir. Ölüm sancıları da ölümün başlangıcı olduğu için, bazı şeyler kendisine keşfedilebilir. Kendi kafasına göre kesin olarak inandığı şeylerin boş ve batıl olduğunu anlayınca, inandığı her şeyin aslı olmadığını sanır. Çünkü ona göre C.C. ve Rasulüne(SAV) inancı ve diğer sahih itikadları ile fasid inançlarının farkı yoktur. Cehaleti sebebiyle yanlış olarak edindiği bazı inançlarının batıl olduğunu görünce bu hal, doğru inançlarının da batıl veya şüpheli olmasına sebep olur. İmanın aslına dönmeden bu hatıralar içinde ölürse, işte Su-i Hatime(imansız) ile ölmüş ve korusun, ruhu, şirk üzere bedeninden ayrılmış olur.'u Teâlâ'nın: "Halbuki o gün onlar için 'tan hiçde zannetmeyecekleri(nice) şeyler zuhura gelmiştir." Zümer / 47 ve "De ki: Yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında sa'yleri boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi? " Kehf / 103 buyurduklarından muradı bunlardır. Dünya meşgalesinin azlığı sebebiyle bazen rüyada, gelecekteki işlerin bazıları açıklandığı gibi, ölüm sancıları anında da bazılarına bazı şeyler gösterilebilir. Çünkü dünya meşgalesi ve bedeni şehvetler, Melekut alemine bakmağa ve oradakileri olduğu gibi görmeğe engeldir. Fakat ölüm öncesi keşfin sebebi, keşifde geri kalan inançlarda şüphenin sebebi olabilir. Bu tehlikeden insanı, ancak gerçeğe dayalı sağlam itikad kurtarabilir. Saf ve ebleh insanlar, yani kısa ve kesin olarak 'a C.C., Ahirete ve inanılması gereken şeylere inananlar, bu tehlikeden korunmuşlardır. Bedeviler, köylüler ve diğer halkın avamı gibi. Bunlar bu hususlarda münakaşalara girmez, söz sahibi olduklarını iddia etmezler. Bunun için bu gibiler hakkında Resul-i Ekrem(SAV) : "Cennet halkının çoğu bühdler, yani saf ve gönlü temiz kimselerdir" buyurmuştur.Selef, Resul-i Ekrem'in(SAV), C.C. tarafından getirdiği her şeye inanın, 'ı bir şeye benzetmeyin, te'vil ile uğraşmayın, derlerdi. Zira 'ın C.C. sıfatlarından bahsetmekte tehlike büyük, yolları sarp ve 'u Teâlâ'nın Celâlini idrak etmekten akıllar kasır ve noksandır. Ne yazık ki şimdi dizginler gevşedi, boyunlar uzadı, boş laflar aldı yürüdü. Her cahil, kendi görüşüne uygun olanın doğru ve gerçek iman olduğuna kâni oldu. Kendi tecrübe ve tahminlerinin gerçek olduğunu sandı. Fakat ilerde gerçeği anlayacaklardır. Perde aradan kalktığı vakit onlara :Güzel olduğu için gündüzlere hüsn-ü zann ettiniz de mukadder akıbetinize uğrayacağınızdan korkmadınız,Geceler sizi selamete ulaştırdı ve onlarla aldandınız, halbuki karanlıklar aydınlandığı vakit, kederler başlayacaktır.Mealindeki şiiri okumak lazımdır.'u Teâlâ'nın Zât ve Sıfatı ile ilgili münazaralara giren adam, deniz ortasında gemisi parçalanıp dalgaların kucağına düşen adam gibidir.Bu dalgaların, birbirine devretmek suretiyle adamı selamet sahiline atmaları imkanı varsa da bu pek az bir ihtimaldir. Fakat dalgalar arasında boğulup gitmeleri daha kuvvetlidir.İkincisi: Aslında imanın zayıflığı ve dünya sevgisinin kalbi kaplamasıdır. İman zayıfladıkça C.C. sevgisi de zayıflar ve dünya sevgisi öyle kuvvetleşir ki, bir hatıradan başka C.C. sevgisi namına kalpte bir şey kalmaz. Nefsin arzularına uymamak ve şeytanet yollarından ayrılmak gibi bir şeyi düşünmez olur. İşte bu, şehvetlere uymak meylini ortaya kor. Böylece kalb, kararır ve katılaşır. Nefsin zulmetleri(karanlıkları) kalbde teraküm eder ve zayıfda olsa kalbdeki iman nurunu tamamen söndürür. Artık bu, kendisinde bir tabiat halini alır. Ölüm sancıları başladığı vakit, C.C. sevgisi daha da azalır. Çünkü en büyük sevgilisi olan dünyalığından ayrılma hasretine dalar ve bunun acısını duyar. Sevdiği dünyasından ayrılmağı, 'tan C.C. bildiği için, ölümün mukadder olmasına canı sıkılır ve 'tan C.C. geldiği için O'ndan hoşlanmaz olur. Sevgi yerine, içinde 'a C.C. karşı bir kin doğmasından korkulur. Bu, çocuğunu az ve fakat malını daha çok seven bir adamın durumuna benzer. Çocuk, malını mahvetti-ği vakit, çocuğuna olan az sevgisi husumete döner. Şayet bu hal içerisinde ölürse, Su-i Hatime(imansız) ile ölür ve ebedi helakte kalır. İnsanı bu helake sürükleyen sebep, sevgisinin zayıflamasına sebep olan iman zayıflığı ile beraber, dünyaya temayül, dünyalık ile sevinmek ve dünya sevgisinin üstün gelmesidir. Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır. O, müzmin bir hastalıktır. Ne yazık ki 'ı C.C. marifet azlığından bütün halka sirayet etmiştir. Zira 'ı C.C. bilen sever."De ki : Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korka geldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size 'tan, O'nun peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihâd'dan daha sevgili ise, artık 'ın emri gelinceye kadar bekleye durun" Tevbe / 24 buyurmuştur.Demek ki ölümü anında aklından bu gibi inkar şeylerini geçiren ve içinden 'u Teâlâ'nın kendisini çoluk çocuğundan ve diğer dünya varlıklarından ayırdığı için kızan kimsenin ölümü, sevmediğine gitmek ve sevdiğinden uzaklaşmak olur da, efendisinden kaçtığı halde, zorla yakalanıp efendisinin huzuruna getirilen bir kölenin durumuna düşer. Artık uğrayacağı rezalet ve kepazelik ortadadır. İnsan ömrü boyunca ne ile ünsiyet ederse, ölümü anında da aklına o gelir. Meyli, daha çok taat ve ibadete ise hatırına o gelir. Daha çok isyana temayül ederse, son nefeste daha çok aklına gelecek olanda odur. Çoğu kere canı çıkarken dünyevi şehvetlerden ve günahlardan biriyle meşgul olurda 'tan CC mahrum kalır.Pek seyrek isyan eden, bu tehlikeden uzaktır.Hiç günah işlemeyen ise tamamen kurtulmuştur.Günahı ibadetinden çok olup, günahtan zevk alan kimsenin tehlikesi, çok ciddi ve çok daha büyüktür.Bunun misali: Herkesin bildiği bir gerçektir ki, insan, çoğunlukla rüyasında gündüzleri meşgul olduğu şeyi görür. Gündüzleri ilim ile uğraşan, çoğunlukla rüyasında ilmi, ticaretle uğraşan da ticaret işlerini görür. Ölüm de uykunun benzeridir. Bununla beraber ondan daha ağırdır. Ancak ölüm öncesi, uykuya daha yakındır. O da ünsiyet ettiği şeyleri hatırlamasını gerektirir. Herhangi bir şeyin kalbde yerleşmesinin sebeplerinden birisi de uzun ülfettir(birliktelik). Uzun müddet taat veya isyana alışmak , kalbde yerleşmenin tercih sebebidir. Bunun gibi, Salihlerin rüyaları ile fâsıkların rüyaları da birbirine uymaz. Alışkanlık kalbde yerleşir ve gönül ona meyleder. İşte kötülüğe alışıp onunla ünsiyet eden, son nefesinde o kötülük gözünün önünde canlanır. Her ne kadar bundan kurtulması ümid edilecek şekilde imanın aslı baki ise de, bu hali, bir nevi Su-i Hatimeye(imansız ölmeye) sebep olur.Ölüm anında hatıralarını günah ve şehevi arzularından uzak tutmak isteyen için tek yol, şehveti gönlünden çıkarmak ve nefsini bunlardan uzak tutmakla uzun müddet mücâhede etmektir. Böylece günahlardan uzaklaşıp iyiliklere devam etmek ve aklından kötülükleri çıkarmakla, ölüm anı için bir hazırlık yapmış olur. Çünkü insanlar yaşadıkları gibi ölür ve öldükleri gibi de haşr olurlar. Resul-i Ekrem SAV "Kişi, elli yıl Cennet ehli amelini işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir devenin iki sağımı arasındaki mesafe kadar mesafe kalır ve şekavet-i asliyesi galebe çalarak son nefesde imansız gider" buyurmuştur. Bunun için bulunduğumuz hallere aldanmamalı ve son nefes korkusu devamlı olmalıdır. Zira son nefesde ne olacağımızı ve akibetimizin Cennet mi, Cehennem mi olduğunu da bilmiyoruz. Sakın biraz daha keyfime bakayım ilerde tevbe ederim, deme. Çünkü alıp verdiğin her nefes, senin için bir hatimedir. Zira o anda ölmen mümkündür.Uyanıklığında hazır olduğun gibi, uykuya yatarken de abdestini ihmal etme. 'ın C.C. zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyu. Dikkat et ki, dilin zikirde iken uyu demiyorum. Aslolan kalbini zikrULLAH ile uyutmaktır. Şunu bil ki uykudan önce aklında ne varsa, uyku anında da aklına o gelir. Uykudan önce, uyku anında ve uyuduktan sonra kalbin ne ile meşgul idiyse, o meşgale ile uyanırsın. Bunun gibi insan, yaşadığı gibi ölür ve öldüğü gibi dirilir.Her an ve nefesini yokla. Bir an 'ı C.C. unutma! Bütün bunlara dikkat ettiğin halde yine büyük tehlikede olduğunu bil! Yâ bu dediklerime riayet etmezsen, işte onu da sen düşün? Ne yazık ki insanlar helaktedir. Yalnız alimler kurtulmuştur. Alimlerde helaktedir, yalnız ilmiyle amel edenler kurtulmuştur. Bunlarda helaktedir, yalnız ihlâs ile amel edenler kurtulmuştur. Bunlarda yine büyük tehlikededir.Şunu da bil ki, dünyalıktan zaruret miktarı ile yetinmedikçe, bu hususta başarıya ulaşamazsın. Zaruret miktarı ise yemek, giymek ve meskenindir, diğerleri fuzulidir. Az yemeli, seni sıcak ve soğultan koruyacak elbise ile yetinmeli daha kıymetlisini aramamalısın. Yoksa yeter deyip duracağın bir nokta kalmaz. Daima ilerisini isteyeceksen, o zaman senin karnını ancak toprak dolduracaktır.Eğer zaruret miktarı ile yetinirsen, C.C. ile baş başa kalır ve Ahiretin için çalışır da su-i hatime için hazırlıklı olursun. Şayet zaruret miktarını aşarsan, sıkıntıların çoğalır ve o zaman hangi vadide seni helak edeceğine 'u Teâlâ aldırış etmez. Yüce C.C. "Öyle ise siz onlardan değil, Benden korkun eğer iman etmişlerseniz." Al-i İmran / 175 buyurdu ve korkuyu emrederek, onu imanın şartından kıldı. Bunun için zayıf olsa da hiçbir mü'min korkusuz olamaz. Korkunun zafiyeti, iman ve marifetin zafiyetinden ileri gelir. "Saadetin alâmeti, şekavetten korkmaktır. Zira 'korku' kul ile C.C. arasında, kul için bir köstektir. Bu köstek koparsa helâkta olanlarla beraber helâk olur" demiştir.Hatemm-i Esamm: "Bulunduğun mevkiin şerefine güvenme. Cennet'ten daha şerefli bir makam olmasın. Adem'in başına gelenler ortada. İbadet çokluğuna aldanma, İblis'in başına gelenler belli. İlminin çokluğuna bel bağlama, Bel'am İsm-i Âzam'ı bilirdi, akibetini düşün. Salihlerle görüşüp onlarla düşüp kalkmaya aldanma. Peygamberimizden SAV üstün zat ve sima olmasın. Akrabaları dahi ondan yararlanamadı Dilimizle " 'ım C.C. bizi afvet, bize merhamet et" demekle yetinir ve O'na güveniriz. Halbuki 'O' C.C.: "İnsan için ancak çalışması vardır." Buyurdu. Necm / 39 - Başka bir Ayet-i Kerime'de "Keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" Buyurulmuştur.Ahirette 'a C.C. kavuşmak mutluluğuna ancak dünyada O'nun sevgisini ve O'nunla ünsiyeti kazanmakla ulaşılacağı meydandadır. Sevgi ise marifet ile , marifet de ancak devamlı tefekkürle hasıl olur. Ünsiyette devamlı zikir ile, zikir ve fikre devam da dünya sevgisini gönlünden çıkarmakla, dünya sevgisini atmak da zevk ve şehvetleri terketmekle, bunları terketmek de şehveti kırmakla, şehveti kırmak da en çok korku ateşi ile mümkündür. Demek ki korku şehvetleri yakan bir ateştir. Korku nasıl faziletli olmasın ki, 'a C.C. yaklaştırıcı en makbul ameller olan iffet, vera, takva ve mücâhede korku sayesinde temin edilir.Elbette peygamberler, veliler ve alimlerin akıl, ilim ve amelleri ile C.C. katındaki mevkileri, senden daha az olmadığını kabul edersin! Gözünün ışığının kısalığı ve basiret gözünün körlüğü ile onların hallerini, neden fazla korkup uzun müddet mahzun olup ağladıklarını düşün. Hatta bazıları şaşırdı, bazıları bayıldı ve bazıları da ölü olarak yerlere serildi. ( C.C. Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali'den Razı olsun, Ruhuna El-Fâtiha)Aşağıdaki günahlara karşı çok dikkatli olmak lazımdır:'ın C.C. emir ve yasaklarını bilmemek, itikadi meseleleri bilmemek yada şüphede olmak, C.C. ve Rasûlü'nün SAV emrettiği gibi yaşamamak,Kafirlerle dostluk kurmak ve onlara benzemek (saç sakal şeklinden, giyime kadar) en önemlisi onları sevmek,Kafirlerin bayramlarını kutlamak, (Yılbaşı,sevgililer günü, nevruz v.s.) Dini emirleri hafife almak, o hükümlerle ilgilenmemek yada ciddiye almamak, alaycı olmak,Anne ve babaya itaat etmemek, (Annesinin razı olmadığı kişilerin Kelime-i Şehadet'i getiremedikleri rivayetleri çoktur)Büyü yapmak ve yaptırmak,İçki satmak, içki içmek ve içki müptelası olmak, (Fudayl'dan RA sene de sadece bir kadeh ilaç olarak alkol içen kişinin bu sebepten imansız gittiği rivayeti vardır.) Çok küfretmek, Yüce 'ı C.C. zikretmek ve dua edilmesi için yaradılan ağızdan küfrün eksik olmaması, (münafıklık alametidir)Dünyalık ve dünya sevgisi, gelen dünyalığa sevinmek, elden çıkana üzülmek, (KADINLAR ÇOK DİKKAT ! ! ! )Fakirliğe ve 'ın kazasına isyan, Namaz kılmamak ki en tehlikelilerinden birisidir, Ezân okunurken konuşanında Kelime-i Şehadet getirmekte zorlandığı bildirilmiştir.Son nefeste imanı kurtarma duası:
"Ya Hayyu Ya Kayyum, Ya Zel Celâli Ve'l İkrâm, ELLAHÜMME en tühyiye kalbi bi Nûri ma'rifetike ebeden, Ya , Ya , Ya Celle Celâlüh" Sabah namazının sünnetiyle farzı arasında okunacak. Çok önemli bir duadır...

PEYGAMBERİMİZE İTHAFEN KUTLU DOĞUM MEKTUPLARI

PEYGAMBERİMİZE İTHAFEN KUTLU DOĞUM MEKTUPLARI
Efendim

Esselatü Vesselamü Aleyke ya Resûlullah!
Esselatü Vesselam Aleyke ya Habiballah!

Sevgili Peygamberim! Sana bu mektubu bir Nisan ayının son gününde, ömrümün yarı yılı geçmiş, belki de tükenmiş bir bahar akşamında yazıyorum. Yine sana özlem doluyum, yine hasret doluyum, sana duygularımı nasıl anlatayım bilemiyorum.
Belki de şöyle başlamalıyım.
Ey güzeller güzeli, Rabbimin sevgilisi! Bu Nisan ayının güzelliği kadar güzel şu parlayan ayın ışığından daha parlak, şu mis gibi kokan hanımellerinden de güzel kokulu. Şu kırmızı güllerin güzelliğinden de güzel ve zarafetinden de zarif, ey tüm insanların sevgilisi! Ey Ebubekir'in dostu, Ömer'in yoldaşı, Ali'nin kılıcı, Osman'ın hayası, selam olsun sana!
Sevgili Peygamberim, gönül yoldaşım, sırdaşım, arkadaşım, sevgilerin en güzeli ile sevdim seni. Seni sevmek ne kadar güzelmiş, yaşımın olgun bir zamanında ancak anlayabildim. Seni tanıdıkça sevdim, sevdim, sevdim.
Sana olan özlemimi anlatmak için Asr-ı Saadette yaşayabilseydim, bu sevdayı seninle paylaşabilseydim, yüreğimizi daraltan sıkıntıları sana anlatabilseydim. Senin tozun toprağın olabilseydim Efendim. Sorma bizleri ne olursun, bizler ne haldeyiz, senin bıraktığın yerlerde ne yazık ki değiliz. Senin ümmetin makam, mevki, mal, itibar peşinde. Hiç kimse sormuyor artık zenginin malı helalden mi haramdan mı? Mevki ve makam sahipleri o yerleri gerçekten hak ediyor mu? İnsanları ağlatanlar, ağlatmaktan zevk duyar oldu. Fakir fukara ne halde, hiç kimse sormaz oldu. Mevki ve makam sahipleri bulundukları yerleri kaybetmemek için, haksızlığa göz yumuyor.
Senin zamanında böyle değildi Efendim.
Ey güzeller güzeli bizleri seyretmektesin. Ümmetinin halini hepsini bilmektesin. Senden dua bekliyoruz Efendim. Medine'nin sıcak meltemleriyle nur ve ışık saracak rahmet bulutlarını gönderiver. Allah'tan gelen her şeye teslimiz, sabır ediyor ve şükrediyoruz, ama artık bu sıkıntılarımız bitsin istiyoruz.
Diyeceksin belki de, sizler bunları hak ediyorsunuz. Benim sünnetime Rabbimin emrine karşı geliyorsunuz. Beni gerçek anlamda sevmiyorsunuz.

Hayır Efendim. Gerçekten seni çok seviyoruz, baktığımız her yerde seni görmeye çalışmaktayız, ama belki de bizler nefislerimizin kurbanıyız. Bir çiçeğe senin gibi bakmayı bilmediğimiz için, toprağın yeşermesini, ağacın yeşillenmesini, bir ananın çocuğunu sevmesinden ibret almayı bilmediğimiz için böyleyiz. İşte onun için belki de Asr-ı Saadette yaşamak istiyoruz. Senin teslimiyetini görmek şükrü eda edişini seyretmek, seninle aynı mekanı paylaşmak ve aynı havayı solumak için istiyoruz.Belki de sana şöyle seslenmek istiyoruz.
Ey Sevgililer Sevgilisi nerdesin?Gel artık yüzyıllar geçti aradanBir dua iklimiyle gel ne olurBir rahmet deniziyle gel ne olurSil bütün kanayan yaralarıAydınlat yeniden bütün dünyamızıIşık saçarak nur saçarak gelGel de ey güzeller güzeliNasıl gelirsen gel
Efendim, altı sene önce Hacda çok güzel duygular yaşadım. Medine'nin mis kokuyordu havası, meleklerin miski amberdi kokusu. Adım adım yaşadım, ama dayanamadım. Senin soluduğun havayı solumak, senin gezdiğin toprakta gezmek, Uhud Dağını seyretmek, Hamza'nın şehit oluşunu hayal etmek öyle güzeldi ki, Rabbim tekrarını nasip etsin inşaallah.
Ya Nebi! Sana olan özlem hiç bitmiyor, dinmiyor. Rabbimin yarattığı her şeyde, Onun azametini görmeye, senin "Ümmetim, ümmetim" diye seslenişini duymaya çalışıyoruz. Senin yolundan belki de tam olarak gidemiyoruz, ama senden şefaat bekliyoruz. Bir gün gelip bu dünyadaki görevimiz bittiğinde bizi gerçek alemde kucaklamanı bekliyoruz. Sana selam olsun ey Sevgililer Sevgilisi. Kalbimiz yanarak özlemimiz bir kat daha artarak yalvarıyoruz Rabbimize. Bizi sana layık ümmet etsin. Layık etsin ki ebedi alemde ebediyen seninle olalım.
Şimdilik hoşçakal Efendim.

Selma Kar















****************

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM.

Esselatü vesselamü aleyke ya RASULALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya HABİBALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya Seyyidel evveline vel'ahirin,Veselamün alel mürselin.

Rahman'ın günahkar,aciz,gafil,gözü yaşlı kulundan mektup.
Sana mektup yazmak ha!..Sana seslenebilmek, Sana hasret çekemeden, Sana layıkıyla ümmet olamadan Günahlarımla seni üzerek,Yaratılan her zerrenin senin aşkınla yandığını idrak edemeden,utanmadan sıkılmadan sana mektup yazmak ha!...

Affet YA RASULLALLAH(sav). Affet sultanım. Cüretimi bağışla.
Bir gün seni özlemiş,sana olan hasretiyle yanmış tutuşmuş bir güzel kul tanıdım,yemek ikram etmişlerdi ona.Rabbim'in nimetlerine hamdederek başladı.Yüzündeki o parlaklık ne güzeldi.Ama gözlerinin altındaki kızarıklık,alnındaki kıvrımlar, sakalındaki bembeyaz kıllar,şakaklarına yağan karlar bir şeyler haykırıyordu YA RASULLALLAH.
Ümmetinden bir kul,Rahmanın güzel bir kulu.Gülüyordu çehresi, Nur saçıyordu. Yemek yiyorduk hep beraber,çok lezzetliydi.Dudaklarında daima bir kıpırdanma vardı, yemek yerken zorlanıyor zor yutkunuyordu,dertli kul.Yüzüne her bakışımda gözlerinin daima artan ışıltısı dikkatimi çekti.Ve birden ak düşmüş sakallarına doğru iki damla gözyaşnı yolculuğa çıkardı.Ağlıyordu ihtiyar amca, gözyaşlarını saklama ihtiyacı hissediyordu.Ama gözleri coşmuştu bir kere, yemeği bırakıp yanına oturdum. Amca dedim:
-Rahatsız mısınız? Birşeyiniz mi var?
-Hayır evladım iyiyim sağol!dedi.
-Peki amca, niye ağlıyorsun?dedim.
-Peygamberimiz (sav)aklıma geldi birden. Onu düşündüm ve ağlayıverdim kusura bakma.
Gözünün yaşını sildi,Elhamdülillah dedikten sonra çekildi sofradan. Kenarda bucakta bir yere oturdu, elinin tersiyle gözlerini siliyor ve cebindeki mendilini arıyordu. Ben de kalktım sofradan yeni demlenmiş çaydan getirdim ihtiyar amcama.Çayı karıştırırken elleri titriyor ve dudakları büzülüyordu.Mendiliyle tekrar sildi gözlerini.Çayını içti ve Rabbim'in selamı ile müsaade isteyerek ayrıldı yanımızdan.Düşünce idrakini yitirmiş bir hal içinde düşünüyordum. Adamcağız yemek yerken seni anıyor ve ağlıyordu YA RASULLALLAH(sav). Sana yakın olmanın verdiği coşkuydu gözyaşları.
Senin ümmetinden bir kul.Nasıl oluyorda seni görmeden, kokunu almadan,mübarek ellerini öpmeden sanki yanıbaşındaymışın gibi seninle yaşıyor. Ben de anlamalıydım,çözmeliydim bu sırrı....
Seni YA RASULLALLAH(sav) evet seni tanımam,bilmem gerekiyordu. Ashab!ı Kiram efendilerimizin hayatından başladım işe. Onların hayatlarını okuyarak sana ulaşmalıydım YA RASULLALLAH (sav), okudum. Ebu Bekir Sıddık ,Ali bin Ebu Talip,Hz. Ömer Hz. Osman,Hz. Talha,Hz. Bilal,Sad bin Ebi Vakkas,Hz. Hamza,Abdullah bin Revaha,Ebu Hureyre,Muaz bin Cebel...
Hepsini okudum YA RASULLALLAH(sav).
Şimdi seni okuyorum. Halık'ı zül celal Rabbim'in sevgilisi,biricik kulu.Senin nurunun hürmetine varolan ben seni arıyorum Ya RASULLALLAH(sav). Ömrümün sonuna kadar her nerede ve ne zaman olursa olsun seni hakkıyla tanıyamayacağımı biliyorum.Ben senin deven Kusva'ya aşık oldum efendim.Dayandığın hurma kütüğünün yerinde olabilmek için bin canım olsun feda ederdim.Yeter ki inleyeyim,sen beni okşarsın susarım. Yanımdan ayrılırsan tekrar inlerim YA RASULLALLAH(sav).
Ebu Hureyre(ra) sıcak bir günün öyle vaktinde evinden çıkıp mescide gelmişti. Sende oradaydın YA RASULLALLAH(sav) Açlıktan evinde duramayıp mescidine sana koşmuşlardı. Sen de aç idin. Günlerdir bir şey yememiş açlıktan zayıf düşmüştünüz. Hendek günü karnına iki taş bağlayan da sendin YA RASULLALLAH(sav). Bir deri parçasını temizleyip kızarttıktan sonra açlığını dindiren Sad bin Ebi Vakkas (ra) değilmiydi EFENDİM.Bir hurma tanesini annesine saklayan Ebu Hureyre değil miydi?Bir avuç arpa ekmeğiyle yetinen HABİBULLAH sendin efendim. Ya ben midemin doluluğunun sarhoşluğuyla seni unutan ben değil miyim. Abdullah bin Revaha (ra) gibi elimdeki kemik parçasını fırlatıp ''ben hala bu dünyada yaşıyor muyum?''diyebilirmiyim?Senin ölümünle Hz.Bilal(ra) susmuştu.Bir daha ezan okumayacaktı.Kızgın çölde kayaların altında inlerken EHAD,EHAD diyerek senin nurunu görmüyor muydu YA RASULLALLAH(sav).
Sana nasıl kavuşacağız bilemiyorum.Günahlarımın derdiyle,hasretinin yangınıyla,Aşkının ateşiyle,sana ümmet olmanın sevinciyle arz ediyorum halimi. Sana gelmek var ölmeden önce, Şehrinde narına yanıp kül olmak var.Sana geldikten sonra bir daha dönmemek olsa (inşallah) yanında kalsam,ayak bastığın yerlere gömülsem. Kıyamete kadar yanında olsam.Toprağın altında dahi alırım kokunu YA RASULLALLAH(sav).
VE ÖLÜM...
Nikah saati :RABBİME ve SANA yolculuk.Tahta arabanın içinde keyifli seyahat....
Ölmeyi bilene kutlu olsun. EY DÜNYA!...
Anlat şimdi ayrılık acısını,Peygamber sana veda ederken çektiğin acıyı anlat.Bağır, durma, Haykır: VAĞLEMU ENNE FİKUM RASULLALLAH de...
O'nun vefat ettiği gün.Söyle ey dünya ne haldeydin.Her zerre O'nun ölümüyle yok olmak isterken sen nasıl raksettin.Yine sabahları güneşi davettin.Karanlığı nasıl kovdun.Söyleeeee...
Her gün raksedip dönmektesin değil mi ey dünya. Kainatta yalnız sen ONA kucak açtın,bu mutluluk senin değil mi. Güneş bile kıskanır seni ALLAH'ın Habibi yaşadı üzerinde. Ne kadar bahtiyardın o devirde varlığının şükrünü eda ediyordun. Denizlerin bir ayrı güzeldi O varken. Suların daha bir tatlıydı. Ağaçlar,dağlar ,ovalar,bitkiler, kuşlar ve sen ey dünya ne kadar mutluydunuz.
Ama o gün:RABBİM (c.c.) çağırıyordu Habib'ini.
Rabbim'in emriyle Cebrail yanına geldi YA RASULLALLAH(sav),Azrail (a.s.) kapıda senden izin bekliyordu. Kisra nın sarayını aydınlatan nurunla gelecektin.
Sessizlik acımasız ve dert yüklüydü,
Aniden peygamberin dudakları kıpırdadı,
YÜCE DOSTA ,REFİK'İ ALA'YA
PEYGAMBER vefat etti.
Usame seferden döndü,zafer müjdesiyle kavuşacaktı sana. Abi bin Ebu Talib'in dizine başını dayamıştın. Ölüm bile sana o kadar yakışmıştı ki, VUSLAT seninle güzel oldu. Kusva gözyaşlarıyla inlemekteydi. Hz. Ebu Bekir(ra.)geldi seni öptü öptü öptü....
Yokluğun acısıyla yanan gönüller, kardeşlerin, Seni çok özlediler Ya Rasullallah(sav)
Ben de özledim seni. Rüyalar da teselli bulan ümmetine şefaat eyle EY SEVGİLİ...



****************
GÖNLÜMÜN SULTANINA

Bismillahirrahmanirrahim
Canım peygamberim,haddimiz olmayarak sana bunları yazmayı istedim. Ne olur kabul buyur. Önce Seni ne kadar sevdiğimi anlatmak istiyorum. Gerçi seni anlatmak kelimelere sığmaz ama içimdeki bu sevgiyi kelimelere dökebildiğim kadar dökmek istiyorum.
Gönlümün Sultanı! Seni o kadar çok seviyorum ki küçücük bir cümle belki bunu anlatmaya yeter. Seni tanımıyordum yaşamıyordum ve seni tanıyorum ve o gündür yaşıyorum canım Peygamberim. Sen varken ümitsizlik yok, isyan yok, hayasızlık yok, kötü olan hiçbir şey yok. Sen varsın güzellik var, sabır var, huzur var. Belki de senin istediğin şekilde seni yaşayamıyoruz ama Seni yaşamaya çalışıyoruz Ya Rasulallah. Sünnetlerini öğreniyoruz, Senden Allah sevgisini öğreniyoruz. Baktığımız her yerde seni görmeye çalışıyoruz ve en büyük Sevgiliye senden ulaşmayı istiyoruz. Bu sevgi içimizde öyle büyüyor ki, gördüğüm her insana, dağa, taşa, kuşa önüme kim gelirse Seni anlatmak, bizi ne kadar sevdiğini anlatmak istiyorum Ya Rasulallah.
Bıraktığın yerde değiliz. O kadar boş yaşıyoruz ki hep ziyandayız. Acaba bizi ümmetin olarak kabul edecek misin? Eğer Sen bizi kabul etmezsen Yüce Rabbim bizleri nasıl affedecek Ya Rasulallah? Bırakma bizi gönlümün Sultanı, bırakma bizi.
Sen alemlere rahmetsin Ya Rasulallah. Sen yüzyıllar ötesinde değilsin, Sen burdasın, yanımızdasın, hemen yanıbaşımızdasın. Seni hakkıyla bir sevebilsek Ya rasulallah, Seni tam olarak bir yaşayabilsek.
Ya Seni bilmeseydik, ya Seni tanımasaydık Ya Rasulallah. O zaman halimiz ne olurdu? Allahıma, Yüce Rabbime şükrediyorum her an, iyi ki senin ümmetin olarak doğduk, iyi ki Seni tanıyoruz, iyi ki Seni biliyoruz Ya Rasulallah. Sen olmasaydın Ya Rasulallah her geceki ağlamalar bitmeyecekti. İsyanlar bitmeyecekti babam olmadığı için ama Sende babasız doğup büyüdün Ya Rasulallah kendimi öyle avutuyorum. Seni çok seviyorum gönlümün Sultanı, bizleri ümmetin olarak kabul et.
Yüce Rabbim Sen bizleri affet.
Zatının hatrına affet.
Ne olur affet bizi.
Allahım Seni çok seviyorum...
4
Hoş geldin ! Ey, kutlular kutlusu !Hoş geldin ! Ey, Nebiler Nebisi ! Hoş geldin

Sen öyle bir iklimde geldin ki, Medine'deki çöl ortasında açan tek güldün.. gül kokulu ferah iklimler getirdin beraberinde ve bölük bölük melekler indiler yeryüzüne, senin yüzün suyun hürmetine..Hoş geldin Allah'ın Resulü ! Hoş geldin !Kutlu bir gecede, şereflendi dünya.. çünkü seninle tanıştı.. karanlık çökmüş dünyadaki tek aydınlık misali, mehtaplı bir gecede yanıp sönen ışıltılı yıldızlar gibi, daha da güzel, tarifsiz bir nurla, nurunla teşrif ettin yeryüzüne.. sen ki Muhammed Mustafa'sın ve sen ki alemlere rahmet olarak gönderilensin ve Sen ki.. peygamberimizsin elhamdülillah..Senin nurunla aydınlandı dünya.. senin için söylendi en güzel şiirler, senin için yazıldı mevlidler, ilahiler.. Necip Fazıl;"Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim ! " dedi..en güzel dizilerinden birinde..Ve seni seven insanların en güzel zamanları yaşandı bu dünya üzerinde ve insanlar kul hakkından korkar, iyiliği ve güzeli severdiler.. çünkü seni unutmamıştı insanlar..seni tanıyorlardı.. Ya şimdi?..Ümidimizi yitirmek hiç yakışmasa da bizlere, içimdeki vaveylalar artarken bir çığ gibi.. bazen ben de istemesem de düşüveriyorum yes'lere, üzüntülere.. senin nurlu mekanın Kabe'nin resimleri avutabiliyor zavallı kalbimi.. ve belki de bir avuntuyu arıyorum resimlerde..Senin yattığın ebedi mekanı binlerce insan tavaf edip eriyorken o yüce mertebede.. aydınlık sanki sadece o mübarek beldelerde.. bizim içimizi gittikçe büyüyen karanlıklar kaplarken, senin bulunduğun beldeler gece karanlığında bile ışıl ışıl Ya Resul Allah!..Dünya senin nur'un olmadan daha ne kadar dönebilir yörüngesinde? ya da ne zaman ne kadar güzel ve bereketli sensizliği çekerken iliklerine? Özledim seni, Özledik seni ya Resul Allah!Zulmün arşa değeceği zamanlarda senin merhametini özledik, zalimlerin başlarımıza kara bulutlar gönderdiği zamanlarda senin sabrını özledik.. Zenginin fakiri gözetmediği zamanlarda senin cömertliğini özledik.. Özledim seni, özledik seni ya Resul Allah!..Mavi Gezecen maviliğini siyaha devrediyor sanki.. ve gittikçe bir şeyler azalıp yitiyor usulca.. ve dünya her zamankinden daha ağır ve daha miskin sanki şu zamanlarda...Zor zamanlarda yaşıyoruz velhasıl ! Ölesiye zor zamanlarda başladı sana olan sevdamız.. Zar zamanlarda sürüp gidiyor sana olan yangınımız. Sevgiliyi unutmak üzere olan bir gezegende yeniden SEVGİ diyebilmek ! barışı istemeyen gözlere senin barışçılığını düşünerek, sıcacık ve içten illa ki BARIŞ diyebilmek, acımasız yüzlere, senin merhametini düşünerek MERHAMET'in varlığını hatırlatabilmek, her şeye rağmen, senin yüzün suyun hürmetine ve Allah rızası için illa ki GÜZEL'den, illaki SEN'den bahsedebilmek...Ve tüm çirkinliğe inat senin o sonsuz güzelliğini, seni o Sonsuz Nur'unu düşünüp güzel görebilmek..zor olsa da imkansız olmuyor seni tanımakla.. seni hissetmekle.. ve Allah'ın lütfettiği güçle...Özledik seni Allah'ın Resulü, Özledik seni Ya Hz. Muhammed (a.s.m) ve seni hep özlüyoruz Canım Peygamberim.. ama ne mutlu ki, özlemler en sonunda seni hissettiriyor bize.. zor zamanların aşılmazlarını aşabiliyoruz senden aldığımız güçle ve Rabbimizin ilham ettiği düşüncelerle..Senin teşrifinle aydınlandı, kutlandı evren ve Allahın izniyle senin nurunu yaşatmaya çalışan ışıl ışıl, bu zamandan alabildiğine soyut ve bir o kadar güzel gençlerle, devam edecek güzeller ve senden geler gül kokulu ilhamlarla dağıtacağız elimizdeki kırmızı gülleri tüm evrene ve bir gün her şey güzele, gül'e dönecek ve Allah Nur'unu tamamlayacak inşaallah...Seni düşünmek ve yeniden güzel ümitlerle dolmak ne güzel !.. Dünya'nın tüm çirkinliğine inat, yeniden yeni ümitlerden, senden ve sevginden bahsetmek ne güzel..sen ve senin getirdiğin gül kokulu ilhamlar zor zamanların en güzel armağanları elhamdülillah..ve derince bir özlem dahi güzeli sürüklerken peşinden yine de...Seni ve senin gül güzelliğini özledik Özledim Sen'i, Özledik Sen'i, Ya Resul Allah !...Huda Hümeze..(07.06.02 Cuma 00.50)

Hz. Peygambere Mektup

Bismillahirrahmanirrahim
Sevgili Peygamberim, kalbimde senin yerini, sana olan sevgimi anlatamam ama insan sevdiğini sevdiğine söyleyemezse bunun bir anlamı olur mu? Sana olan sevgimi nasıl anlatayım. Benim seni sevdiğimi bilmeni o kadar çok isterdim ki, beni tanımanı, beni de senin sevmeni benim varlığımı bilmeni. Bir bilseydin sana olan sevgimi , bir bilseydim senin de beni sevdiğini.
Senin sevgini kazanabilmek için ne yapabilirim Ya rasulullah. Kendimi o kadar dünya işlerine kaptırmışım ki ben bile ne yaptığımın farkında değilim. Sanki sonbaharda bir ağaçta kalmış son bir yaprak gibi kendimi yalnız hissediyorum. Ve rüzgar beni almış koparmış uçuyorum bilmediğim yerlere. Rüzgarın eline esir olmuşcasına, dünyanın zevklerine esir olmuşcasına , rüzgarla uçuyorum. Sonra bir nur denizine düşüyorum. O sensin Ya Rasulallah. Seni buldum ya Ya Rasulallah rüzgar beni uçurmasın. O nur denizinde boğulayım. Senin nurunla bende nurlanayım. Beni yanından hiç ayırma Ya Rasulallah, beni bırakma. Beni rüzgara bir daha verme. Ağacıma dahi geri dönmek istemiyorum. Senin yanındayken bütün kötülüklerden uzak olurum. Senin yanında olmak sana kavuşmak , seninde beni sevdiğini bilmek. Başka ne isteyebilirim ki. Bütün insanlar senin sevginle yanarken, seninde beni sevdiğini bilmek. Biliyorum ki senin bizi sevmen senin güzel ahlakına sahip olmak demektir.
Allahım bize peygamber efendimizin ahlakıyla yaşamak nasip et ki, peygamber efendimizin sevgisine layık olalım. Bu dünyada sana hasret yaşıyoruz Ya Rasulallah. Bu dünyada göremedik nur yüzünü, olamadık yanında, savaşamadık ta şehid bile olamadık senin yolunda. Bu aciz ümmetini ne olur sev Ya Rasulallah.
Allahım ne olur affet bizi. Peygamber efendimizin yüzü suyu hürmetine affet. Bu aciz kullarını ne olur yolunda ayırma, ayırma ki sana kavuşalım. Senin sevginden ver bize verki senin sevginle herşeyi unutup sadece senin için yaşayalım. Günahımız binlerce , mağfiretine sığındık ,mağfiret et ne olur, ne olur Allahım.

Ayşe YAPAR

Derleyen:Halil AKPINAR

24 Şubat 2008 Pazar

İLİMSİZ OLMAZ-M.Saki EROL

İLİMSİZ OLMAZ
Abdülkadir-i Geylânî (k.s), bir gün mihrapta oturmuş zikir ve murakabe ile meşgulken gaipten bir ses gelir:"Ey Abdülkadir kulum! Ben senden bütün amel ve yükümlülüklerini kaldırdım. Artık ibadetleri yerine getirmekle sorumlu değilsin..."Abdülkadir-i Geylânî (k.s) bu sözü duyar duymaz sesin geldiği yöne elindeki teşbihi kurşun gibi fırlatarak,"Defol lanetli şeytan!" diye haykırır. Foyası ortaya çıkan şeytan,"Ben bu şekilde nice âbidleri, nice zâhidleri yoldan çıkardım. Ama sen bir an olsun tereddüt edip tuzağa düşmedin. Nasıl anladın benim şeytan olduğumu?" diye sorar.Abdülkadir-i Geylânî (k.s), hepimizin ibret alması gereken şu sözlerle cevap verir şeytana:"İki şeyle tanıdım seni: Birincisi akaid ilmi. Bu ilimle biliyorum ki Allah (c.c) bir yönden hitap etmez. Oysa senin sesin bir yönden geldi.İkincisi fıkıh ilmidir. Buna göre de peygamberler dahil hiç kimseden amel mecburiyeti kaldırılmamıştır..."Demek ki ilimsiz amel büyük tehlikelerle doludur. Şeytan her an pusudadır ve riya, kibir, ameline güvenme gibi ilimsiz baş edilemeyecek tuzaklarla yolumuzu kesmeye çalışmaktadır.(M. Saki Erol)

23 Şubat Şehidi Metin Yüksel

23 Şubat Şehidi Metin Yüksel
23 Şubat 1979 gününe gelindiğinde, kavmiyetçiler Fatih Camii avlusunda bir komplo kurarlar…
Metin Yüksel'i ilk defa Milli Türk Talebe Birliği Merkez Orta Öğrenim Komitesi Tiyatro Bölümü'nde çalıştığım 1975-1976 öğretim yılında tanıdım. Metin, yaşı bizden küçük olmasına rağmen, bizim gibi orta öğrenim komiteleriyle değil, Yüksek Öğrenim komitelerindeki görevli ağabeylerle muhatab oluyordu. O'nu ilk olarak MTTB Sinema Kulübü'nde, Salih Diriklik Ağabey'lerin yanında görmüştüm. O gün Metin elinde bir afişle oradaydı. Elinde yanlış hatırlamıyorsam; Batman'da yapılacak bir mitingin afişi vardı. Afişin grafik tasarımı ve çizimi kendisine aitti. 1975; Kasım ayıydı.. Metin ile ilk beraberliğimiz, o yıllarda MTTB'nin her yıl düzenlediği, 18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Merasimleri dolayısıyla, Çanakkale'de oldu. Yürüyüş sırasında, polis bir ara yürüyüşe engel olmak istediğinde, arbede çıkmıştı. Metin Yüksel'in elinde bir megafon ile, bir taraftan olayı sakinleştirmek için bağırışını, bir taraftan da, polisler ile tartışmasını hâlâ unutamıyorum. ------ O, bizim öğretmenimizdi.. Bize sevgiyi, merhameti, kavgayı öğretti.. En iyiye ve en kötüye gebe olan gecelerde, Yüreğimizdeki aşkı, beton duvarlara nakış nakış işlemeyi öğretti. Yoksulların yokluğuna, mazlumların feryadına sevdalanmayı… Kurşunlara kafa tutmayı ve erkekçe dimdik ayakta durmayı… Soğuk demirin temasında kor gibi yanan direniş meşalesini ateşlemeyi, Sonra; Karlı bir Şubat gününde son dersini verdi ve gitti… -------


METİN YÜKSEL:
17 Temmuz 1958 - 23 Şubat 1979 Metin Yüksel, Bitlis'in Tatvan İlçesi Norşin Köyü'nün Kolongo Yaylası'nda 17 Temmuz 1958 günü, dünyaya geldi. Doğumunda sağ kulağına Ezan-ı Muhammedi, sol kulağına da Kamet okundu. Babası, ülkemizin yetiştirdiği büyük âlimlerden birisi olan, Sadreddin Yüksel Hoca'dır. Annesi ise, doğunun en tanınmış simalarından, Norşin'li Şeyh Ma'sum Efendi'nin kerimeleri, Sarete Hanım'dır. Metin, dokuz yaşındayken, ailesiyle birlikte İstanbul'a göç ederek, Fatih'e yerleşti. Hüsanbey Mahallesi'nde bulunan Akşemseddin İlkokulu'nda, ilköğretimini tamamlayarak, Sinanağa Mahallesi'ndeki Gelenbevi Ortaokulu'na kaydoldu. İlkokul tahsili esnasında babasından, temel İslâmi dersler aldı ve Kur'an-ı Kerim'i öğrendi. Gelenbevi Ortaokulu 2. sınıfa geçtikten sonra, okula devam etmek istemez. Babasının bütün ısrar ve teşvikine rağmen, okulu bırakır. Metin, İslâmi mücadeleye ilkokul yıllarında başlar. İlkokul 4-5. sınıflardayken küçük kardeşleri Nedim ve Müfit ile birlikte, tebliğ çalışmalarına başlar. Hatta bu çalışmalarına, bir teşkilat adı vermeyi tasarlar ve İslâm Cemiyeti isminde karar kılar. Ortaokulu terk eden Metin, Türkiye genelindeki İslâmi hareketlerle tanışmaya başlar. Hatta başka grupların çalışmalarını yakın takibe alır. PUSUYA DÜŞÜRDÜLER Metin, şehid olmadan önce, bir defa da solcular tarafından, kurşunla vurularak yaralanmıştı. Bu olay, 26 Ekim 1977 tarihinde, Fatih-Çarşamba semtindeki Darüşşafaka Lisesi önünde meydana gelmişti. Metin ile birlikte Ömer, Osman ve Muzaffer ismindeki arkadaşları, 8 komünist tarafından, pusuya düşürülürler. Bu pusuda diğer arkadaşları birer; Metin ise ikisi midesine birisi diz kapağına olmak üzere, 3 kurşun yarası alır. Vakıf Gureba Hastanesi'nde yapılan müdahale sonrasında iyileşir. Hastanenin 3. katındaki odasında, 7 gün kadar tedavi edildiği sırada, defalarca ziyaret edip, yanında refakatçi olarak kalmıştım. Doktorların tüm ısrarlarına rağmen, daha fazla kalmadan bir haftada hastaneden çıktı. Bu hadise Metin'i daha da biledi ve çalışmalarını genişletmesine vesile oldu. O, artık Türkiye Müslümanlarının yiğit bir evladından ziyade, bir can simidi olmuştu. Nerede dara düşen bir Müslüman varsa, Metin imdadına yetişmektedir. Bugün İstanbul'un bir semtinde, yarın Ankara'da, diğer bir gün Adıyaman'da Müslümanların dertlerine derman olmaya çalışırken, İslâmi Tebliği de ihmal etmez. ENGELLEMEYE ÇALIŞTILAR Uluslararası emperyalizmin uzantıları, Metin'in çalışmalarını engellemeye çalışmakta, fakat bunu bir türlü becerememektedirler. Fatih Camii çevresi ve bölge, o günlerin tabiriyle "kurtarılmış bölge"dir. Özellikle o günün kavmiyetçileri, Fatih bölgesi üzerine, kendilerine göre hesap yapmaktadırlar. Bunu, zaman zaman yaptıkları eylemlerle de mütedeyyin insanlara hissettirirler. Metin, bütün bunlara; elinde onları bölgeden tamamen uzaklaştırıp, bölgeye hiç sokmama gibi bir imkânı olmasına rağmen; bölgede ikamet etmelerine ses çıkarmamıştır. Bu hakikati, O'nu şehid edenler ve o günlerde Fatih çevresinde oturan kavmiyetçiler, çok iyi hatırlarlar. Metin'in kavmiyetçilere gösterdiği yumuşaklık, İslâmi hassasiyetinden kaynaklanmaktaydı. Bunun en canlı misali de, Metin'i vuran iki kişiden biri olan ve o günlerde Fatih İlçesi Sinanağa Mahallesi'nde bulunan Nevşehir Yurdu'nun Müdürlüğü'nü yapan kişiyi, bir gece yarısı saat 23.00 - 24.00 sularında Fatih Camii Avlusu'nda, silahlı olarak yakalaması ve "Cami Avlusu'nda silahla dolaşmayacaksınız demedik mi? Bir daha, buralarda silahla dolaşırsan, senin için hiç de iyi olmaz" diye, ikaz edip, silahını da geri vererek göndermesidir. Metin Yüksel, Türkiye İslâmi hareketine yön verdiği ve güç kattığı gibi, dünyadaki İslâmi hareketlerin de Türkiye'de sözcülüğünü yapmakta ve Türkiye'de o hareketlerin tanınması için gayret sarf etmekteydi. 1976 yılında yayın hayatına başlayan ve özellikle Filipin, Eritre, Keşmir ve Filistin gibi İslâmi mücadelenin yoğun olarak yaşandığı bölgelerden bilgi ve resim veren Gölge Dergisi'ni, haftalık yayınlanan Şura ve Tevhid gazetelerini; İstanbul'da insanların yoğun olarak bulunduğu çeşitli semtlerde, caddelerde ve duraklarda tanıtma çalışmaları yapardı. Bu tür çalışmaları zaman zaman Anadolu'ya geçerek; Ankara, Konya, Sivas, Adıyaman vb. şehirlerde de yerine getirir, bu dergi ve gazetelerin tanıtımını yapardı. 1977 yılının ortalarına gelindiğinde, İran'da yoğunluk kazanan İslâm devrimi gösterilerini yakından takibe aldı. İstanbul'da üniversitelerde okuyan İran'lı Müslüman talebelerle tanışıp; İran'daki devrim hakkında bilgiler ve broşürler temin edip; dönemin gür sesi olan Şura, daha sonraki yıllarda Tevhid gazetelerini bilgilendirdi. Böylece İran İslâm İnkılabı'nın Türkiye'de doğru anlaşılmasını sağlamış oldu. Hatta bu yüzden, o günlerde, İslâmi çevrelerin tepkisi çekmişti. İran'daki halkın çoğunluğunun Şiî olmasından dolayı, bu harekete önceleri olumlu bakılmadı. Metin ve arkadaşlarının yaptığı ısrarlı çalışmalar sayesinde ve özellikle de Şura daha sonra da Tevhid gazetelerinin yayınlarıyla, İslâm İnkılabı hareketi ve önderi İmam Humeyni'nin doğru algılanılmasını sağladı. İşte bu yüzden, bazı çevrelerce "5. mezhep oldu, Şiî oldu" ithamlarına maruz kaldı. Fakat O, bu tür itham ve karalamalara rağmen, doğru bildiği yoldan ayrılmadı. Cihanşümul İslâm Kardeşliği anlayışıyla ve ümmet bilinciyle, çalışmalarına devam etti.
CAMİ AVLUSUNDA ŞEHİD OLDU
23 Şubat 1979 gününe gelindiğinde, kavmiyetçiler Fatih Camii avlusunda bir komplo kurarlar. Maksatları Akıncıları-İslâmcıları sindirip, bölgeyi hakimiyetleri altına almak. Bunun için de, o günlerde İstanbul'daki en seçme adamlarını getirip, cami avlusunda ve çevresinde konuşlandırırlar. Cuma Namazı çıkışında da, kurdukları pusuyla, rabbimizin bir tecellisi olarak Metin Yüksel'i şehid ettiler. Kutlu şehidimizin cenaze namazına, yurdun dört bir tarafından katılım olmuştu. Fatih Camii'ni çevreleyen avlunun her tarafını cemaat kaplamıştı. Şehadetinin 3. gününde kılınan cenaze namazına katılan ve Fatih Haydar semtinde oturan yaşlı bir amcamız, cenaze namazını kılan kalabalığı tarif için şöyle diyordu: "Ben çocukluğumdan beri Fatih'te oturuyorum. Fatih Camii'nde birçok cenaze namazı kıldım. Rahmetli Fevzi Çakmak'ın cenazesinde bile bu kadar büyük bir kalabalık olmamıştı." Cenaze namazı kılındıktan sonra, tabut omuzlara alındı. Avludan çıkıp merdivenlerden Fevzi Paşa Caddesi'ne inildi. Malta kavşağına gelindiğinde, asker ve polis yetkilileri, tabutun cenaze arabasına konulmasını istediler. Metin'in dostları bunu kabul etmedi ve cenaze omuzlarda taşınarak yola devam edildi. O günlerde İstanbul'da 'Sıkı Yönetim' vardı. Sokaklar ve caddelerin güvenliği, askerler tarafından sağlanıyordu. Fevzi Paşa Caddesi'nin her iki tarafında 2-3 m. arayla, asker sıralanmıştı. Daha sonra görüldü ki; bu kuşatma, Edirnekapı Şehidliği'nin oraya kadar sürüyordu.
BİNLERCE KİŞİ UĞURLADI
Metin'in tabutu, omuzlarda tekbirler eşliğinde Fatih Fevzi Paşa Caddesi'nden Edirnekapı'ya doğru yürüyordu. Yavuz Selim kavşağına gelindiğinde, asker ve polis yetkilileri, tabutun cenaze arabasına konulması hususunda çok ısrarcı oldular. Tartışma sırasında, ufak tefek itişmeler yaşandı. Süleyman Kara, Ömer Yorulmaz ve bizler, cemaatin güvenliğini düşünerek, yetkililerin teklifini kabul etmek zorunda kaldık. Tabutu, cenaze arabasına koyduk. Fakat şoförü, çok yavaş gitmesi konusunda uyardık ve ikna ettik. Çok yavaş, neredeyse hızlı bir yürüyüş kadar gitmesini ve kalabalığın tekbirlerle cenazeyi takip etmesini sağladık. Bu yavaşlıkta, Edirnekapı'ya geldik. Edirnekapı'daki Necatibey Şehidliği denilen mevkideki mezarına, cenazeyi getirdik. Ben, Burhan Albayrak, Bahattin Bilici, Necmi Şadoğlu ve isimlerini şimdi hatırlayamadığım toplam 7 kişiyle, kabrini, öğleden önce kazıp hazırlamıştık. Öyle sıradan bir kabir kazma olmadı. Arkadaşların hepsine, abdest almalarını tavsiye etmiştim. Bu 7 kişi, sırayla her kazma ve kürek sallamada tekbir getirerek, mezarı hazırladık... İşte böyle, kutlu şehidimiz, vurulduğunun 3. gününde, onbinlerce insanın katılımıyla eda edilen cenaze namazı sonrası; Metin Yüksel'in hayatına yaraşır bir miting-yürüyüşle, İstanbul Edirnekapı'daki Necatibey Şehidliği'ne defnedildi. Metin Yüksel'in şehid edilmesinden sonra, her 23 Şubat günü Fatih Camii Avlusu'ndaki şehid edildiği yerde ve mezarı başında anma merasimleri tertiblenmektedir. Bu merasimler 80'li yılların ilk başlarında, 20-25 kişilik mütevazi gruplarla yapılmaktaydı. Özellikle 90'lı yılların başlarından itibaren, yüzlerce, hatta binlerce insanın katılımıyla yapılmaya devam etmektedir. Bu minvalde 1980'li yılların ikinci yarısından sonra, her Şubat ayının son haftası 'Şehidler Haftası', Şubat ayının son Cuma günü ise 'Şehidler Günü' olarak kutlanmaya başlandı. Özellikle 1990'lı yılların başlarından itibaren ve hâlen; Türkiye'nin bir çok ilinde ve kazasında Şehidler Günü etkinlikleri, değişik İslâmi çevreler tarafından kutlanmaktadır. Ne mutlu şehadet özlemi çekenlere... ------ Gelenbevi Ortaokulu'nda Metin, dokuz yaşındayken, ailesiyle birlikte İstanbul'a göç ederek, Fatih'e yerleşti. Hüsanbey Mahallesi'nde bulunan Akşemseddin İlkokulu'nda, ilköğretimini tamamlayarak, Sinanağa Mahallesi'ndeki Gelenbevi Ortaokulu'na kaydoldu. İlkokul tahsili esnasında babasından, temel İslâmi dersler aldı ve Kur'an-ı Kerim'i öğrendi. Gelenbevi Ortaokulu 2. sınıfa geçtikten sonra, okula devam etmek istemedi. Babasının bütün ısrar ve teşviğine rağmen, okulu bıraktı. ------ Akıncılar, ilk kez dispanser açtılar Siz okuyucularımıza, Metin Yüksel ile yaşadığımız birkaç olayı anlatmak istiyorum: Metin, çok ileri görüşlü birisiydi. Yaşadığı dönemin 5-10 yıl sonrasını görebilecek bir ufka sahipti. Bunun en bariz örneği olarak Fatih Akıncılar Derneği'nin, Haydar semtindeki binasında açtığı dispanserdir. Müslüman Türkiye halkının, en önemli ihtiyaçlarından birisi, sağlıktır. Halkın bu problemine çözüm getirmek için, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Metin, Vakıf Gureba Hastanesi Başhekimi olan Dr. Mazhar Özman Bey ile bu mevzûu istişare eder ve ondan yardımcı olmasını rica eder. Dr. Mazhar Bey'in de kendisine yardımcı olacağını söz vermesi üzerine, son sürat işe giriştik. Fatih Camii'nin etrafındaki Vakıflar Yurdu'nun revirinde bulunan, iki hasta muayene yatağından birisini alarak, işe hızla koyulduk. Derneğin girişinde, soldaki bölümün üst katını düzenlemeye başladık. Muayene odasında bulunması gereken asgari malzemeyi temin ederek, her şeyi hazır hâle getirdik. Fatih Akıncılar Dispanseri'nin açıldığını ve şimdilik sadece çocukların muayene edilebileceğini duyuran bir afiş bastırdık. Fatih'in her tarafına, bilhassa fakirlerin çok olduğu bölgelere, bu afişleri astık. Haftanın Salı ve Cumartesi günleri olmak üzere, iki günü, ücretsiz muayene yapılmaktadır. Vakıf Guraba Hastanesi'nde görevli doktorlar, muayenelere gönüllü ve ücretsiz yapmaktadırlar. Doktorların yazabilecekleri muhtemel ilaçları da, bölgedeki eczanelerden parasız toplar ve hastalara da ücretsiz dağıtırdık. Dispanser, bu şekilde 3-4 ay kadar çalıştı. Metin Yüksel'in, bağımsız çalışması hoşuna gitmeyen bazı çevreler, bu çalışmayı baltaladılar. Vakıf Gureba Hastanesi'nden gelen doktorlar, gelmez olur. Dr. Mazhar Bey'e gider ve doktorların devam etmesi için konuşur ve maalesef bunu sağlayamaz. Böylece bu güzel çalışma, Metin'in bağımsız çalışmasını istemeyenler tarafından baltalanmış oldu. ----- Yeni bir tebliğ metodu: Duvar Gazetesi Metin Yüksel ile beraber, Ömer Yorulmaz'ın cezaevinden çıkışı sebebiyle, ailesine geçmiş olsun demek için, Kayseri'deyiz. Buraya geldiğimizde Kayseri Akıncılar Derneği Başkanı Ali Osman Başkurt'la ve diğer yöneticilerle tanışıp görüştükten sonra; ilk iş olarak hemen o gece Kayseri'nin önemli merkezi yerlerini, o zamanki sloganlarla donattık. Kayseri Kalesi'nin bir kaç yerine de çok büyük, iki üç tane AK GENÇ yazıları yazdık ki, bu yazıları ertesi sabah gören Kayserililer'in çok şaşırdıklarını, bazı esnaf arkadaşlardan öğrendik. Kayseri'ye geldiğimizin ikinci günü, o zamanlar bildiğimiz kadarıyla, Türkiye'de İmam Hatip Liseleri'nde sadece Kayseri'dekinde kızlar okumaktadır. Okul Müdürü, kız öğrencilerin, Kur'an-ı Kerim dersleri hariç, derslerde başörtüsü takmalarını yasaklar. Metin bunu duyunca, hemen Kayseri Akıncılar teşkilatı ve Kayseri Yüksek İslam Talebe Federasyonu temsilciliğiyle istişare ederek; Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü'nü boykota sevkettik. Yüksek İslâm talebeleri ve halkın katılımı ile Düvenönü'nden yürüyüşe geçildi. İmam Hatip Lisesi önüne, polis büyük tertibat almıştır. Kalabalık burada da sloganlar atarak olayı protesto etti ve herhangi bir olay olmadan dağıldı. Metin, arkadaşlarını oradan Kapalıçarşı'ya getirdi ve orada da halkı olaydan haberdar eden konuşmalar yaptı. Ertesi gün, kendi aramızdaki istişareye göre herkes, bir camiye giderek; öğle namazından sonra, cemaata olayı anlatan kısa konuşmalar yaparak, kamuoyu oluşturuldu. Kayseri'de halkın tansiyonu birden yükselmişti. Sivil polisler etrafta cirit atmaktaydı. Metin, Kayseri'ye geldiğimiz ilk günlerde, İstanbul Fatih'te yaptığı gibi bir, Duvar Gazetesi yaparak, o yıllarda, Ali Hasetçi isimli Milli Boksör'ün büfesinin hemen yanına çıkararak değişik bir tebliğ usulü uyguluyordu. Akşamları bu duvar gazetesi, o zaman Müslüman öğrencilerin kaldığı bir yurda götürülüp, sabah tekrar getiriliyordu. Biz döndüğümüzün 3-4 gün sonrasında, polis Müslüman öğrencilerin kaldığı tarihi yurt binasına ve Akıncılar Derneği'ne baskınlar yapar. Yurtta Metin'in hazırladığı Duvar Gazetesi'nden başka bir şey bulamaz. Hürriyet gazetesi, duvar gazetesinin resmini "KAYSERİ'DE HUMEYNİ AFİŞLERİ ELE GEÇTİ" başlığı ile haber yaptı.
23.02.2008

23 Şubat 2008 Cumartesi

Peygamberimize Salat Ve Selam Getirmek

Peygamberimize Salat Ve Selam Getirmek
Bu bölümdeki bir ayet ve onbir hadis-i şeriften Allah‘ın ve meleklerin bile peygamberlerin şerefini yücelttiklerini, bizim de salevat getirmemiz gerektiğini, Peygambere kim bir salevât getirirse Allah‘tan on misli merhamet elde edeceğini, kıyamette peygambere en yakın olanların ona fazla salevât getirenlerin olduğunu, en faziletli gün olan Cuma günü salevât getirmenin faziletli olduğunu ve tüm getirilen salevâtların peygamberimiz (s.a.v.) kendisine ulaştırıldığını, yanında ismi anıldığı halde peygamberimize salevât getirmeyen kimsenin yüzünün yere sürtüleceğini, peygamberimizin kabrini bayram yerine çevirmememiz gerektiğini, nerede olursak olalım getireceğimiz salevâtın ona hemen ulaştırılacağını ve ulaştırılan bu salevâtın ruhu iade edilerek bizzat peygamberimiz tarafından alınacağını, gerçek cimri kimsenin salevât getirilmesi gereken anlarda salevât getirmeyen kimse olduğunu, dua edileceği zaman önce Allah‘a hamdedip sonra salevât getirip sonra dua edilmesi gerektiğini, salât ve selâmın ne olduğunu öğreneceğiz. [1]
"Allah ve melekleri peygambere salat etmekte, yani Allah onun şeref ve şanını yüceltip makamını yükseltmektedir. Melekler de dua edip bağışlanmasını dilemekteler ve yüksek derecelere yükseltilmesini isterler. Ey inananlar! Siz de O‘na dua ederek derecesinin yükseltilmesini isteyin. Onu hayırla yad edin, kendinizi O‘nun rehberliğine tam bir teslimiyetle terkedin." (Ahzab: 33/56)
1400. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:“Kim bana bir defa salâtü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.”[2]
1401. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir.”[3]
1402. Evs İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:– "Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur” buyurunca, ashâb–ı kirâm: – Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salâtü selâmlarımız sana nasıl sunulur? diye sordular. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:– "Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı" buyurdu.[4]
1403. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:“Yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun.”[5]
1404. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:“Kabrimi bayram yeri haline çevirmeyiniz. Bana salâtü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salâtü selâmınız bana ulaşır.”[6]
1405. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:“Bir kimse bana salâtü selâm getirdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder.”[7]
1406. Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:“Cimri, yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.”[8]
1407. Fedâle İbni Ubeyd radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazdan sonra Allah’a hamd etmeden, Peygamber aleyhisselâm’a salâtü selâm getirmeden dua eden bir adamı işitti. Bunun üzerine:“Bu adam acele etti” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı. Ona veya bir başkasına şöyle buyurdu: “Biriniz dua edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamdü senâ etsin, sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e salâtü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua etsin”[9]
1408. Ebû Muhammed Kâ‘b İbni Ucre radıyallahu anh şöyle dedi: Bir gün Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelmişti. Kendisine:– Yâ Resûlallah! Sana nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, sana nasıl salavât getireceğiz? diye sorduk. O da şöyle buyurdu:– “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.”[10]
1409. Ebû Mes‘ûd el–Bedrî radıyallahu anh şöyle dedi: Biz Sa‘d İbni Ubâde radıyallahu anh ile birlikte otururken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi. Beşîr İbni Sa‘d ona:– Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ sana salavât getirmemizi emretti. Sana nasıl salâtü selâm getireceğiz? diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sükût buyurdu. Sükûtun uzaması sebebiyle biz içimizden, keşke sormasaydı, diye geçirdik. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: – “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz. Selâm ise bildiğiniz gibidir.”[11]
1410. Ebû Humeyd es–Sâ‘idî radıyallahu anh şöyle dedi:Ashâb–ı kirâm:– Yâ Resûlallah! Sana nasıl salavât getireceğiz? diye sordular. Şöyle buyurdu:– “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ salleyte alâ İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ bârekte alâ İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de rahmet et. İbrâhim’e hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.”
[12]Riyazü-s Salihin--------------------------------------------------------------------------------[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 401.[2] Müslim, Salât 70. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 26; Tirmizî, Vitir 21; Nesâî, Ezân 37, Sehv, 55.[3] Tirmizî, Vitir 21.[4] Ebû Dâvûd, Salât 201, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cum`a 5; İbni Mâce, İkamet 79, Cenâiz 65.[5] Tirmizî, Daavât 101.[6] Ebû Dâvûd, Menâsik 97.[7] Ebû Dâvûd, Menâsik 96. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 527. [8] Tirmizî, Daavât, 101. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 201. [9] Ebû Dâvûd, Vitir 23. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 65; Nesâî, Sehv 48. [10] Buhârî, Daavât 32, Tefsîru sûre (33), 10; Müslim, Salât 66. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 179; Tirmizî, Vitir 20; Nesâî, Sehv 51; İbni Mâce, İkâme 25.[11] Müslim, Salât 65. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (33), 23.[12] Buhârî, Enbiyâ 10, Daavât 33; Müslim, Salât 69. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 179; Nesâî, Sehv 54; İbni Mâce, İkâme 25.

İKİ NAMAZI BİR VAKİTTE KILMAK (CEM‘)

İKİ NAMAZI BİR VAKİTTE KILMAK (CEM‘)
Cem‘ kelimesi, sözlük anlamı itibariyle “iki veya daha fazla şeyi bir araya getirmek, toplamak” anlamlarına gelir. Cem‘in fıkıhtaki terim anlamı ise, “birbirini takip eden iki namazın [öğle ile ikindinin veya akşam ile yatsının], bu ikisinden birinin vaktinde, birlikte ve peşipeşine kılınması”dır. Eğer bu birlikte kılma birinci namazın vaktinde ise buna cem‘-i takdîm, ikincisinin vaktinde ise cem‘-i te'hîr denilir.
Âlimler, hac zamanında Arafat'ta öğle ile ikindinin öğle namazının vaktinde birlikte kılınması (cem‘-i takdîm) ve Müzdelife'de akşam ile yatsının yatsı namazının vaktinde birlikte kılınması (cem‘-i te'hîr) konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu iki yer dışında iki namazı cemederek birlikte kılmanın câiz olup olmadığında ve cemetmeyi câiz kılan mazeretlerin neler olduğunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir.Hanefî mezhebinde, hac zamanında Arafat ve Müzdelife'deki cem‘in dışında, iki namazın bir vakitte cemedilmesi câiz görülmez. Bununla birlikte Hanefîler'e göre yolculuk, yağmur gibi cem‘i mubah kılan mazeretlerin bulunması durumunda şöyle bir cem‘ uygulaması mümkündür:
Bir namaz (öğle veya akşam), diğer namazın (ikindi veya yatsı) vaktinin girmesine yakın bir zamana kadar geciktirilip, bu namazın kılınmasından sonra diğerinin vaktinin girmesi ve bu namazın da kendi vaktinde kılınması mümkündür. Bu uygulamada, bir namaz hemen diğerinin ardından kılındığı için buna “cem‘ü'l-fiil” ve “cem‘ü'l-muvâsala” denildiği gibi, bir namaz son vaktinde diğeri de ilk vaktinde olmak üzere her namaz kendi vakti içinde kılınmış olacağı için buna “mânevî cem‘” ve “şeklî (sûrî) cem‘” de denilir. Bu şekildeki cem‘, yukarıda tanımı verilen gerçek anlamda bir cem‘ değildir. Çünkü bu uygulamada vakit değil, fiil birleştirilmektedir.Ebû Hanîfe, arefe günü Arafat'ta birlikte kılınan öğle ve ikindi namazının cemaatle kılınmasını şart koştuğu halde diğer mezhepler bu şartı aramazlar. Cem‘ ile namaz kılınırken bir ezan okunur, fakat iki namaz için ayrı ayrı kamet getirilir. Öğle namazının farzı eda edildikten sonra sünnet kılınmaksızın ikindi namazına geçilir. İkindi namazı öğle namazına tâbi olduğundan, öğle namazı herhangi bir nedenle sahih olmamışsa ikindi namazının da öğle ile birlikte iade edilmesi gerekir. Müzdelife'de ise akşam ile yatsı namazı tek ezan ve tek kamet ile kılınır. Akşamın farzı ile yatsının farzı arasında sünnet namaz kılınmaz. Arada sünnet kılınmışsa yatsı için tekrar kamet getirilir.Diğer mezheplerde cem‘, belirli sebep ve şartlarla câiz görülmüştür. Cem‘i kabul edenlere göre, iki namazın cemedilmesini câiz kılan sebepler, ayrıntıdaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa şunlardır:
1. Yolculuk (sefer), 2. Yağmur, çamur, kar, dolu, 3. Hastalık, 4. İhtiyaç ve meşguliyet.
1. Yolculuk. Hanefîler dışındaki çoğunluk âlimler, yolculuğu bir mazeret kabul ederek, yolculukta cem‘ yapılmasını câiz görmüşlerdir. Ancak bazı ayrıntılarda aralarında görüş ayrılığı vardır. Buna göre Mâlikîler, cem‘ yapmanın câiz olabilmesi için yolculuğun yorucu bir yolculuk olmasını şart koşarken, Şâfiîler ve Hanbelîler, yorucu olup olmamasına bakılmaksızın yolculuğun her hâlükârda cem‘ için bir mazeret olduğunu söylerler. Bu noktada Şâfiîler, Mâlikîler'in ve Hanbelîler'in aksine, ayrı bir şart ileri sürerek, cem‘ yapmayı câiz kılan yolculuğun, herhangi bir yolculuk değil, namazların kısaltılmasını câiz kılan nitelik, süre veya mesafedeki yolculuk olduğunu söylerler. Bu arada yolculuğun türüne ve amacına bağlı olarak da bazı görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Kimi Mâlikîler, deniz yolculuğunu da sefer hükmünden istisna etmişlerdir.
2. Yağmur, Kar, Dolu. Yağmur, şiddeti konusundaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde, yolcu olmayan (mukim) kişiler için bir mazeret kabul edilmiş ve böyle günlerde namazın cem‘i belli şartlarla câiz görülmüştür. Mâlikîler ve Hanbelîler, sadece akşam ile yatsının mescidde cem‘-i takdîm olarak cemedilmesini câiz görürken, Şâfiîler buna öğle ve ikindinin cem‘ini de ilâve etmişlerdir. Bu ve benzeri sebepler, evde değil, sadece mescidde cemaatle birlikte cem‘ yapmayı câiz hale getirir. Şâfiîler, yerlerin çamurlu olmasını cem‘ yapmayı câiz kılan mazeret kabul etmezken, Hanbelîler bunu bir mazeret saymış, Mâlikîler ise cem‘in câiz olabilmesi için çamurla birlikte zifiri karanlık durumunun bulunmasını şart koşmuşlardır.
3. Hastalık. Mâlikîler'e göre hasta bir kişi, ikinci bir namazın vaktine kadar durumunun namaz kılamayacak derecede kötüleşeceğinden veya bayılacağından endişe ediyorsa, cem‘ yapabilir. Hanbelîler de hastalık sebebiyle meşakkat söz konusu olduğunda cem‘i câiz görmüşler ve emzikli kadını, istihâze kanı gören kadını, özür sahibi kişileri ve her vakit için abdest almaktan âciz olan kişileri de aynı hükümde tutmuşlardır. Şâfiîler'e göre ise hastalık sebebiyle cem‘ câiz değildir.
4. İhtiyaç, Meşguliyet ve Sıkıntı.
İhtiyaç ve sıkıntı sebebiyle cem‘ genelde câiz görülmemiştir. Cem‘ konusunda en geniş görüşe sahip olan Hanbelî mezhebinde sıkıntı ve meşguliyetin cem‘i câiz kılacağı söylenmektedir. Hanbelî fakihi Ebû Ya‘la'nın bu hususta getirdiği ölçü şudur: "Cumanın ve cemaatle namazın terkedilmesini câiz kılan her sebep, cem‘i de câiz kılar". İbâzî mezhebine göre ise, namazın vaktinde kılınmasında sıkıntı doğuran her mazeret cem‘ için bir sebep teşkil eder. İbn Sîrîn, İbn Şübrüme, Eşheb gibi ünlü âlimler ve bazı Şâfiî fakihleri, bir sebep olmaksızın cem‘ yapılmasını da -itiyat haline gelmemesi şartıyla câiz görmüşlerdir. Saîd b. Müseyyeb'in de bu yönde bir fetvası bulunmaktadır. Mezheplerin cem‘ konusunda görüş ayrılığına düşme sebepleri üç noktada toplanabilir:1. Namazların vakitlerini tayin eden hadisler yanında, cem‘ konusunda birbiriyle çelişir gözüken haberlerin bulunması. Bu durumda kimi âlimler,cem‘ konusundaki haberlerin, vakitlemeye ilişkin hadisleri tahsis ettiğini ileri sürerek cem‘i câiz görürken, kimileri de cem‘ konusundaki haberleri te’vil ederek cem‘e karşı çıkmışlardır.2. Arafat ve Müzdelife'de cem‘ yapmanın meşrûluğunda ittifak vardır. Diğer zaman ve yerlerdeki namazın buna kıyas edilip edilmeyeceği tartışma konusu olmuştur. Bu kıyası câiz görenler, cem‘i de câiz görmüşlerdir.3. Namazların müşterek vakitleri olup olmadığı noktasındaki tartışma da, cem‘ konusundaki görüş ayrılığının önemli bir nedeni olmuştur. Beş vakit namazın ilk ve son vakitleri, ayrıntıdaki ihtilâflar bir yana, bellidir ve herkes tarafından kabul edilmektedir. Hanefîler iki yer dışında cem‘i kabul etmemiş, diğer mezhepler belli mazeretler sebebiyle cem‘i kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebinin görüşü, teorik olarak daha tutarlı ve savunulabilir olmakla birlikte, günümüzde cem‘in yapılmasının namaz kılanlara sağlayacağı birtakım kolaylıklar bulunmaktadır. Cem‘ yapmak sonradan ortaya çıkmış, uydurulmuş bir uygulama değildir. Nitekim Arafat ve Müzdelife'de cem‘ yapılacağını bütün mezhepler söylemektedir.Bunun yanında Hz. Peygamber'in çeşitli zamanlarda ve çeşitli durumlarda iki namazı birleştirerek bir vakitte kıldığı yönünde rivayetler bulunmaktadır. Gerek Arafat ve Müzdelife'deki cem‘in, gerekse öteki rivayetlere göre çeşitli zamanlarda yapılan cem‘in gerekçesi ve hikmeti namaz kılanlara kolaylık sağlanmasıdır. Hz. Peygamber'in, korku ve yolculuk durumu olmaksızın da öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikte kıldığına dair rivayetler bulunduğu gibi (Muvatta, I, 144; Müslim, “Salâtü'lmüsâfirîn”, 49), bazı sahâbîlerin de cem‘ yaptığı nakledilmektedir.Cem‘in Arafat ve Müzdelife dışında câiz olmadığını savunan Hanefîler ise büyük ölçüde, namazların belli vakitlere göre belirlendiğini bildiren âyetlere (el-Bakara 2/238; en-Nisâ 4/103) ve Cibrîl'in peş peşe iki gün Hz. Peygamber'e imamlık yaparak namazların ilk ve son vakitlerini göstermesine dayanmışlardır. Bu âyetler ve bu rivayet, her bir namazın kendine özel bir vakti bulunduğuna ve bu vaktin öncesine veya sonrasına alınmasının câiz olmadığına delâlet etmektedir. Hanefîler ayrıca, namazın kasten geciktirilerek vaktinin çıkmasına yol açmayı tehditli ifadelerle yasaklayan hadislere ve İbn Mes‘ûd'dan gelen mukabil rivayetlere de tutunmuşlardır.Namaz için özel vakitler konulmuş ve bu vakitler namazın vücûbu için sebep kılınmıştır. Kur'an'da mücmel olarak belirtilen vakitler, Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş ve namaz vakitleri tevâtürle sabit olmuştur; tevâtürle sabit olan bir şeyi de haberi vahidle terketmek kesinlikle câiz değildir. Şu kadar ki, namaz vakitlerini fiilî olarak uygulayan ve belirten Hz. Peygamber olduğu gibi, cem‘in meşruiyetini söz ve fiili ile belirten de odur. Sünnetin bir kısmı alınıp bir kısmı atılamayacağına göre, bunların arasını uzlaştırmak gerekir.Buna göre, olağan ve normal durumlar için beş vakit namazın vakitlerine titizlikle uyulması kuraldır. Ancak bazı özel durumlarda, ihtiyaç ve zaruret sahiplerine de cem‘ ruhsatı tanınmış olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Cem‘, bir ruhsat ve kolaylaştırmadır; gerektiğinde bu ruhsattan istifade edilmelidir. Sünnî fıkıh mezheplerine göre kural, her namazın kendi özel vaktinde kılınmasıdır. Ancak geçerli bir mazeretin olması durumunda cem‘ yapılabilir. Namaz dinin direği kabul edildiği için, hiçbir mazeret nedeniyle terkine izin verilmemiş, fakat kılınabilmesi için birtakım kolaylıklar getirilmiştir. Bu bakımdan olağan dışı durumlarda, alışkanlık haline getirmemek kaydıyla ve belirli şartlarla cem‘ yapılabilir. Namazı vaktinde kılmalarında bir sıkıntı ve güçlük söz konusu olan kişilerin, kendi durumlarını yukarıdaki bilgi ve ruhsatlar çerçevesinde değerlendirerek netice itibariyle Allah'a karşı şahsî sorumluluğunu ilgilendiren bu konuda kendilerinin karar vermesi en uygun olan yoldur. Ayrıca bilinmelidir ki, cem‘-i takdîm veya cem‘-i te’hîr yapmak, namazın amacının gerçekleşmesi bakımından, namazın kazâya kalmasından daha uygun bir çözüm olarak görünmektedir.

EHLİ SÜNNET YOLUNUN FAZİLETİ

EHLİ SÜNNET YOLUNUN FAZİLETİ
“Sünnet” yol manasına gelen isimlerden birisidir. Sünnet, doğru yola verilen addır. Bu manada tarik, tarikat, senen, sünnet, hacec, mahacce gibi kelimeleri de kullanılır. Bu kelimelerin hepsi de yol manasındadır.
EHL-İ SÜNNET YOLUNDA GİDENLERİN ÖZELLİKLERİ
Sünnet yolunun ve bu yolda gidenlerin temel özellikleri özetle şunlardır: Her şeyde az dünyalık ile yetinmek. Allahu Teala’nın verdiği en az şeye kanaat etmek. Her şeyde ve işte Allah için tevazu göstermek. Bir haberde şöyle rivayet edilmiştir: “İbadetlerin en faziletlisi, tevazudur.”( Ebu Nuaym, Hilye, III, 80; İbnu’l-Cevzi, el-İlel, No: 1359 )Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Dört şey var ki bunların bir insanda bulunması imrenilecek bir durumdur. İbadetin evveli olan tevazu, sükut, Allah'ın zikri ve az mala sahip olmak.”( Bkz: Hakim, Müstedrek, IV, 311; Tabarani, el-kebir, I, 229; İbnu Ebi’d-Dünya, K. Zemmi’d-Dünya, No: 97; İbnu Mubarek, K. Zühd, No: 629. ) Tevazu, şu beş şeyde olur; sözde, fiilde, giyside, ev eşyasında ve evde. Bir müminde bunların bir kısmının bulunması mümkündür. Her kim bu beş hususta tevazuya uygun davranış gösterirse o, mütevazi bir kimsedir.Tevazunun zıddı kibirdir. Kibir de, yukarıdaki beş hususta tevazuya aykırı davranmakla ortaya çıkar. Mümin, bunların bir kısmına mübtela olup, bir kısmından kurtulmuş olabilir. Ama kimde bütün kibir hâlleri tam olarak bulunursa, o, kibirli bir kimsedir. Kibrin oluştuğu ve yerleştiği yer kalptir. Kibir, fiil ve sözlerde ortaya çıkar.
ŞÜPHELİ İŞLERDE İHTİYATLI OLMAK
Ehl-i Sünnet’in temel özelliklerinden birisi de, ilim ve amellerde şüpheli bir şey görüldüğünde, ondan kaçınıp söz veya fiille ona dalmamaktır. Sünnet yolunda gidenler, şüpheli bir şeyle karşılaştıkları zaman, onu ne tamamen reddederler, ne de olduğu gibi kabul ederler. Red ve inkar konusunda sükut edip ihtiyatlı davranırlar. Çünkü şüpheli şeyde hem doğru ve hem de yanlış olma ihtimali vardır. Bunun için, doğruyu inkar etmekten ve bâtıla doğru diye inanmaktan çekindikleri için böyle davranırlar. Onlar, bu konudaki asıl hükmü Allahu Teala’ya havale ederek:“Bu konunun aslı Allah katında nasılsa, ben ona iman ettim” derler. İhtilaflı meselelerde işin hakikatini Allahu Teala’ya havale ederek sükut etmek, müminler için bir ibadet şeklidir. Allahu Teala, ilimde derinleşmiş alimleri bu sıfatlarıyla tanıtmış,(Bkz: Al-i İmran 3/7.) başka bir ayetinde Yüce Zatına yemin ederek, müşkil meselelerin çözümünde kendisine tam bir teslimiyetle teslim olmayanların mümin olmadığını belirtmiştir.( Nisa 4/65. ) Allahu Teala, kendisine teslimiyetin müminlerin imanını artıracağını şöyle belirtmiştir:“Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.”(Ahzab, 33/22)Bir haberde şöyle buyrulmuştur:“Üç türlü iş vardır: Doğruluğu açığa çıkmış iş; onu izleyin. Yanlış olduğu belli olan iş; ondan uzak durun. Şüpheli olan işler; onu bilene danışın.”( Ahmed, K. Zühd, No. 328; İbnu Asakir, Tarih, cilt: 47, shf: 458. (Beyrut, 1997) İbnu Mesud (r.a) konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: “Yollarda işaretler olduğu gibi bu Kur'an’ın da apaçık işaretleri vardır. Kur’an’dan bildiklerinizle amel edin; bilmediklerinizi de bilenlere havale edin”. Başka bir sefer şöyle demiştir: “Bugün öyle bir zamandasınız ki en hayırlınız, bildiği ile amel etmede acele edenlerdir. Öyle bir zaman gelecek ki en hayırlınız, acele etmeyip işin iç yüzünü araştıranlar olacaktır.”Yani, ilk asırda doğrular apaçık ortada idi. Daha sonraki zamanlarda ise, şüphelerin artmasıyla birlikte doğrular karışık ve kapalı hâle gelmiştir. Günümüzde olduğu gibi. Bu gün insanların en hayırlısı, takvayı bulmak için işin asılını araştıranlardır. İlk devirde ise insanların en hayırlısı, hiç beklemeden hemen faziletli işlere koşanlar idi. İslam’ın teslimiyet göstermek, iman ise tasdik etmek olduğunu şu okuyuş şekillerinde de görmek mümkündür. Tabiun’dan Cafer b. Muhammed ve Ebu Muhammed Cafer b. Ali şu iki ayeti bu manada okumuşlardır: “Bizi, sana teslim olanlardan yap.”( Bakara, 2/128.)“Onlar ayetlerimize iman etmiş ve teslim olmuşlardı.”(Zuhruf, 43/69.)Eğer iman ve teslimiyet aynı manada olmasalardı, bu zatların farklı bir kıraatla okumaları caiz olmazdı. Aynı şekilde Rasûlullah da (s.a.v), bir yönü hakka, bir yönü batıla bakan karışık hükümlerde ihtiyatlı davranmayı emrederek şöyle buyurmuştur: “Kitab Ehli'nin/Yahudi ve Hrıstiyanların söylediklerini ne tasdik edin, ne de yalanlayın. Sadece; Biz Allah'a, O’nun bize indirdiği Kitaba ve size indirdiğine iman ettik, deyin.”( Buhari. Tefsiru Sûre (2), 11; Ebu Davud, İlm, 2; İbnu Hıbban, Sahih, No: 6257; Ahmed, Müsned, IV; 136; )Çünkü Tevrat, Allah tarafından indirilmiş hak bir kitaptır.. Bununla birlikte Allahu Teala, İsrailoğulları’nın onu tahrif ettiklerini de haber vermiştir. Onların müminlere naklettikleri ve haber verdikleri kısımların Allah tarafından indirilen ayetler olması muhtemeldir. Bu durumda, onu yalanmak ve inkar etmek helal olmaz. Onların haber verdiği kısımların tahrif edildiği, Allah tarafından bildirilen ayetler de olabilir. Bu durumda da onların ayet olduğunu kabul itikad etmek helal değildir. Bunun Resûlullah (s.a.v), onlara her ikisinden de geri durmalarını ve Allahu Teala’nın indirdiklerine toptan iman etmelerini emretmiştir. Böylece İsrailoğulları'nın Tevrat'a dayanarak verdikleri haberler eğer hak ise zaten bu sözle ona iman edilmiş olmakta, eğer verdikleri haber batıl ise, bu söz onlara bir zarar vermemektedir.Müslüman; aklıyla delilini ortaya koyamadığı şeylere de teslim olan kimsedir. Çünkü bu şeylerin var olması Allah’ın kudretinde mümkündür. Ayrıca o şey Hz. Peygamber’in sünnetinde bildirilmekte ve alimler tarafından nakledilmektedir. Mümin de, gözüyle görmediği şeyleri tasdik eden kimsedir. Buna gabya iman denir. Bedenin görme vasıtası göz olduğu gibi; akıl da kalbin görme vasıtasıdır.Resûlullah (s.a.v), şöyle buyurmuştur: “Aklı erinceye kadar deliden mesuliyet kaldırılmıştır.”( Buharî, Talak, 11, Hudud, 22; Ebu Davud, Hudud, 17; Nesa’î, Talak, 21; İbnu Mace, Talak, 15; Darimî, Hudud, 1; Ahmed, Müsned, 1, 118, 140, VI, 101)Allahu Teala da şöyle buyurmuştur: “Gözü görmeyen için bir güçlük/sorumluluk yoktur.”( Nur, 24/61.)
FAYDASIZ İŞLERİ TERK ETMEK
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin temel özelliklerinden biri de kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmektir. Müslüman, kendisini ilgilendiren şeylerle yetinmeli, kendisini ilgilendirmeyen hususlara dalmamalıdır. Tekellüfü yani üstüne vazife olmayan şeylerin altına girip kendini zora sokmayı Resûlullah (s.a.v), yasaklamış ( Bkz: Buhari, İ’tisam, 3; Ahmed, Müsned, V, 441; Tabarani, el-Kebir, No: 6083. ) ve ümmetinin muttakilerinin bundan uzak olduğunu haber vermiştir.( Zebidi, İthaf, VII, 152; Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, No: 610 )Üzerine lazım olmayan işlerle uğraşmak, kişinin kendisini ilgilendiren hususlarla uğraşmasını engeller. Akıl sahibi her müslüman, kendini ilgilendiren şeylerle meşgul olur. Hz. Lokman (a.s)’ın haber verdiği gibi; hikmete ulaşmanın yolu, kendine lazım olmayan işleri terk etmektir. Hz. Lokman'a: “Size hikmet hangi yolla verildi?” diye sorulunca; şu cevabı vermiştir: “Hikmet bana iki yolla verildi. Birincisi, ben, beni ilgilendirmeyen şeyi üstüme vazife almam; ikincisi de, üzerime aldığım işi de ortada bırakmam.”Kişiyi ilgilendirmeyen şey; bilinmemesinin zarar vermediği, yapılmasının da fayda sağlamadığı şeydir. Bu tür şeyler, onu yapana bir fazilet olmaz; anlatmak da, anlatan ve dinleyene bir fayda sağlamaz.
KİMSEYE EZİYET VERMEMEK
Ehli Sünnet’in özelliklerinden birisi de müslüman kardeşlerine eziyet etmemektir. Bu güzel sıfat, vera ve takvadan kaynaklanır.Sehl (r.a) şöyle derdi: “Müslümanlara eziyet etmemek aklın kazancı, başkalarının eziyetlerine tahammül etmek ilmin kazancı, halka karşı dürüst olmak ve onlara merhametle muamele etmek de imanın kazancıdır.”
KÖTÜ ALIŞKANLIKLARI TERK ETMEK
Ehl-i sünnet yolunda giden kimseye gereken işlerden birisi de, kulun, âhireti için amel etmekten alıkoyan nefsânî alışkanlıklarını terk etmesidir . Bunun için nefisle mücadele etmek gereklidir. Eğer nefsin alışkanlık hâline getirdiği bir şehveti yoksa, bu defa nefis kalbi ona çekmekle uğraşır. Gerçekten kötü âdet/bir şeyi alışkanlık hâline getirmek, insanı devamlı mağlup eden bir ordu gibidir. Bu sebeple tövbe etmek çok zor olmaktadır. Alıştığı şeyin kendisine galip gelmesinden dolayı, kul istikametten ayrılmaktadır. Alışkanlık, arzu ve hevanın kalbe gireceği kapılardan en büyük bir kapıdır. Kula emredilen veya teşvik edilen işlerin dışındaki her türlü alışkanlık, kötü âdettir.Ebu Süleyman Dârânî (rah) şöyle demiştir: “Yemek yemek için belli bir zaman tayin etmemeye gücün yeterse, bunu yap; bu konuda nefsin seninle çekişmeye girse de, söylediğimi yapmaya çalış!”Yine o demiştir ki: “Akşam yemeğimden bir lokmayı terk etmem benim için, geceyi ibadetle geçirmekten daha sevimlidir.” Çünkü bunda, nefsi alışkın olduğu şeyden uzaklaştırıp az bir şeyle yetinmek mevcuttur. Yine Sehl (rah) şöyle demiştir: “Nefsin arzularından birini terk etmek kalp için, bir yıl nafile oruç tutmaktan ve ibadet etmekten daha faydalıdır.” Bütün bunlar, nefsin kötü âdetlere alışıp insanı devamlı o yöne çekme endişesiyle söylenmiştir. Bu durumda nefsin sıfatı galip gelir ve onu zaptetmek mümkün olmaz. Onun için önceden tedbirini almak gerekir.
GÜZEL KULLUK İÇİN SABIR
Ehli Sünnet yolunda gidenlerin bir temel özelliği de, kendilerine emredilen ibadetleri yapma ve yasaklanan kötü işlerden kaçınma konusunda güzel sabır göstermeleridir. Bu, en faziletli amellerden olup, kulun fazilet ve derecesini artırır. Hz. Ebû Hureyre’nin (r.a) naklettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Haramlardan sakın ki insanların en güzel ibadet edeni olasın.”( Tirmizî, Zühd; 2;Ahmed, Müsned, II, 310. )Bu hadisin başka bir rivayetinde: “insanların en takvalısı olasın” ifadesi yer almıştır.Haramlardan kaçınma konusunda gösterilen sabra verilen sevabın büyüklüğü hakkında duyduğum en güzel şey, bize İsrailiyyat kaynaklarında anlatılan şu hadisedir: “Adamın biri, bir aylık uzaklıktaki bir beldeden evlendi. Hanımını getirmesi için hizmetçisini oraya gönderdi. Hizmetçi, hanımı alarak yola çıktı.Karanlık çökünce şeytan hizmetçiye: “Şu anda seninle bu kadının kocası arasında bir aylık mesafe var. Kocasının yanına varıncaya kadar, bir ay boyunca geceleri ondan zevk alsan olmaz mı? Kadın bu teklifini kötü karşılamaz; ayrıca efendinin yanında seni iyi bir insan olarak anlatır. Sen onun yanında daha itibarlı olursun!” Diye vesvese verdi. Hizmetçi, şeytanın bu vesvesesinden sonra kalktı, namaza durdu. Rabbine şöyle yalvardı: “Ey Rabbim, düşmanım geldi; beni sana isyana teşvik ediyor. Benim bir ay boyunca ona dayanacak gücüm yok. Onun şerrinden sana sığınıyorum. Ey Rabbim, beni ondan koru.”Hizmetçi, gecenin tamamını bu şekilde Allah’a niyaz ederek ve nefsiyle mücadele hâlinde geçirdi. Nihayet seher vakti oldu. Hemen kadının bineğini hazırladı, onu bindirerek yola koyuldular. Allah ona merhamet etti ve bir aylık yolu kısaltıverdi. Tan yeri ağarır ağarmaz efendisinin şehri ufukta göründü. Allahu Teala, günahtan kaçıp kendisine sığınan bu kulunun yaptığından memnun olmuş ve onu kötülüğe karşı uyandırıp korumuştu. Bu zat, daha sonra İsrailoğulları’na peygamber oldu.
GÖNLÜ DÜNYADAN ÇEKİP AHİRETE YÖNELTMEK
Ehl-i Sünnet yolunda gidenlerin temel özelliklerinden birisi de geleceği/ahireti için hazırlanmaktır. Bu davranış, insanlardan yüz çevirip ahiret için çalışan, nefsinin terbiyesi ile meşgul olup ona yönelen kimsenin alametidir. Artık bu kulun dünyadan gözünü ve gönlünü çekip ahirete hazırlanması gereklidir.Nefsin aşırı zevk ve isteklerinden gönlü çekmek ve şüpheli şeylerin çoğundan kaçınmak zaten farz kılınmıştır. Ehl-i Sünnet yolunda gidenlerin bir ahlakı da, insanlarla ve dünya işleriyle ilgili konularda çok az konuşmalarıdır. Bu, güzel bir ahlaktır. Çünkü, insanları ve dünya işlerini fazla zikretmek, insanı gaflete düşürür, kalbi katılaştırır. Bu yolda olana gereken şey, Allahu Teala’yı çokça zikretmek, O’nu hatırlamak, O’nun nimetlerini düşünmek, O’na güzelce hamd ve sena etmektir.Alimlerden birisi şöyle demiştir. “Bizim meclisimize devam edecek kimse şu üç şeyden kaçınmalıdır: İnsanları zikretmekten kaçınmalıdır; çünkü insanlar kalp için bir hastalıktır. Dünyayı zikretmekten kaçınmalıdır; çünkü dünya kalbi katılaştırır. Çok yemek yemekten kaçınmalıdır; çünkü çok yemek işin en kötüsüdür.”Sehl (r.a) şöyle demiştir: “Sünnet, Allah Resûlü’nün ve Onun ashabının takip ettikleri yoldur. Sünnete tâbî olmanın ilk şartı, dünyaya karşı zühd sahibi olmaktır.” Resûlullah (s.a.v), ümmetinden kurtuluşa eren grubu tanıtırken şöyle buyurmuştur: “Onlar, benim ve ashabımın gittikleri yolda gidenlerdir.”( Hakim, Müstedrek, I, 129; Tabarani, el-Kebir, No: 7659; es-Sağır, No: 724; Heysemi, ez-Zevaid, I, 179; VII, 259. )Onlar, bu zikrettiğimiz sıfatlarda bulunuyorlardı. Kim, bu sıfatlara sahip olursa o, sünnet üzere yaşayan bir kimsedir. Bunlar, sünnet yolunun faziletleridir. Bunlar, ileri seviyedeki bir iman ve güzel yakîn ile elde edilecek güzelliklerdir.
Menzil.Net - Tasavvufi yazılar..

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR