25 Şubat 2009 Çarşamba

Tarih Boyunca Türkçülük Osmanlıcılık, İslâmcılık,Türkçülük

Makale

31.Sayı Tarih Boyunca Türkçülük Osmanlıcılık, İslâmcılık,Türkçülük
Orkun

19. yüzyıl sonlarında Türkçülük, hemen tamamiyle Türkoloji ve edebiyat alanlarında ortaya çıkmaktaydı. Ancak, bu eğilimin adı bile henüz konulmamıştı. “Türklük”, “Türk birliği” gibi kavramlar telâffuz edilmeye başlanmıştı ama “Turan”, “Turancılık”, “Türkçülük” sözleri pek duyulmuyordu.

19.yüzyıl sonlarında Türkçülük, hemen tamamiyle Türkoloji ve edebiyat alanlarında ortaya çıkmaktaydı. Türk soyundan toplulukların yaşadıkları coğrafya, Türk tarihinin eskiliği ve ihtişamı, Türk dilinin genişliği ve zenginliği öğrenildikçe zihinlerde ve fikirlerde canlanma görülüyor, gönüllerde yavaş yavaş Türklük aşkı alevleniyordu. Ancak, bu eğilimin adı bile henüz konulmamıştı. “Türklük”, “Türk birliği” gibi kavramlar telâffuz edilmeye başlanmıştı ama “Turan”, “Turancılık”, “Türkçülük” sözleri pek duyulmuyordu. Bu gelişme, 20. yüzyılın başlarında görülecektir.
Türkçülük, henüz bir sistem hâline de gelmediği için, siyasî alanda bir yansımasına rastlanmıyordu. Esasen, Osmanlı ülkesinde, Sultan II. Abdülhamid’in çelik elleriyle yürütülen sıkı bir rejim vardı. Siyasî eğilimlerin açıkça ortaya çıkması, sarayın iznine ve iradesine bağlıydı. Aydınların önemli bir kesimi ise, Jön Türklere sempati besliyordu. Jön Türkler, istibdat yıkılıp da meşrutî bir yönetim kurulursa, ülkede çok şeyin, hattâ her şeyin değişeceğine inanıyorlardı. Bunun için, ilk hedef, Teşkilâtı-ı Esasiye Kanunu(Anayasa)nun yeniden yürürlüğe girmesi, seçimlerin yapılıp Meclisin açılması ve yönetimde padişahın yetkilerinin kısıtlanması idi. Jön Türkler, bu temel fikir etrafında birleşmekle beraber, ayrı gruplar hâlinde ve dağınık çalışıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889’da kurulmuş, fakat takibata uğrayan kurucuları uzak illere sürülmüşlerdi. Bu sebeple, Cemiyet, Osmanlı şehirlerinden ziyade, Avrupa’da yaşayan Jön Türkler vasıtasıyla Paris, Cenevre, Kahire gibi şehirlerde faaliyet gösteriyordu. Birçok çalkantıdan sonra, İttihad ve Terakki Cemiyeti, Selânik’i merkez edinerek gizli çalışmalarını buradan yürütmeye başlayacak ve gittikçe etkili hâle gelecektir. Parti durumuna getirilmesi ise, Meşrutiyetin de ilânından sonra, ancak 1908’de gerçekleşecektir. (İttihad ve Terakki ile Türkç ülük arasındaki ilişkiye ilerdeki bahislerde temas edeceğiz).
19. yüzyıl sonunda, Türk aydınlarına, başlıca iki düşünce akımı hâkimdi: İttihad-ı Osmanî ve İttihad-ı İslâm. Yani, Osmanlı birliği ve İslâm birliği.
Osmanlı birliği, devletin resmî ideolojisi ve politikası durumundaydı. Devlet, hâlâ imparatorluk yapısını koruyordu. Gerçi, Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Karadağ, Osmanlı Devleti’nden ayrılan unsurlar tarafından kurulmuş yeni devletlerdi. Ama, Rumeli henüz tamamen kaybedilmemişti. Makedonya, Batı Trakya, Arnavutluk, –şeklen de olsa– Doğu Rumeli eyaleti hâlâ Osmanlı Devleti’nin elindeydi. Buralarda dilleri, etnik kökenleri, bazen de dinleri ve mezhepleri farklı topluluklar yaşıyordu. 1877-1878 Türk-Rus Savaşı sonunda Rus işgaline giren birkaç ilin dışında, doğuda toprak kaybına uğranılmamıştı. Arabistan, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan Osmanlı idaresi altındaydı. Bu topraklarda Araplardan Yezidîlere, Dürzîlerden Marunîlere, Şiîlere kadar değişik kökenden ve inançtan halklar yaşıyordu. Libya (Trablusgarb ve Bingazi) bir Osmanlı eyaletiydi. Mısır, İngiliz işgaline girmişti ama, hıdiv padişahın yüksek hâkimiyetini tanıyor ve Bâbıâli tarafından tayin ediliyordu. Anadolu’da ve İstanbul’da ise hatırı sayılır Rum, Ermeni ve Musevî topluluklar bulunuyordu.
Birbirinden bu kadar farklı toplulukları, tek dil, tek din, tek ırk etrafında birleştirerek elde tutmak imkânsızdı. Bu bakımdan Osmanlı birliği, siyasî bir kavram ve tedavi edici bir reçete gibi düşünülüyordu. Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde yaşayanlar, Osmanlı hanedanının temsil ettiği hükümranlığı tanıyarak ve ona itaat ederek, ortak çıkarları paylaşarak, “kardeşce” ve “bir arada” yaşayabilirlerdi. Yaşamalıydılar. Aksi takdirde, devletin dağılması kaçınılmaz olacaktı.
Osmanlı Devleti, 1878 Berlin Kongresi’nden sonra “resmen” toprak kaybetmemişti. Ama, Fransa’nın Tunus’u, İngiltere’nin Kıbrıs ile Mısır’ı işgal etmelerini de önleyememişti. Bundan sonra, uzun sayılacak bir barış ortamına girilmişti. Osmanlı Devleti, ebed-müddetti. Hiç kimse, onun yıkılacağına ihtimal vermiyordu. Ama, Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) artık onu “Hasta Adam” olarak anıyorlar ve topraklarını paylaşmak için aralarında pazarlıklara girişiyorlardı. Çoğunu bu devletlerin kışkırttığı iç karışıklıklar da bitmek bilmiyordu. Girit ve Makedonya kaynıyordu. Hınçak ve Taşnaklar, Anadolu’da silâhlı çeteler kuruyor, Ermeni kiliselerini ve okullarını silâh deposu hâline getiriyorlardı. Ayaklanmalar, suikastler, sabotajlar birbirini takip ediyordu. Büyük devletlerin İstanbul’daki elçileri, Bâbıâli’de genel vali edasıyla dolaşıyorlar; Makedonya’da ve Ermenilerin yaşadığı doğu illerinde ıslahat yapılması için II. Abdülhamid’i sıkıştırıyor, yani Osmanlı Devleti’nin iç işlerine düpedüz karışıyorlardı.
Diğer taraftan, ülkede bayındırlık hamlelerine giriliyor, çok sayıda öğretim kurumu açılıyor, buralarda ders verecek öğretmenler yetiştiriliyor, okul binaları inşa ediliyordu. Fabrika sayılacak sanayi kuruluşları yavaş yavaş faaliyete geçiyordu. Berlin-Bağdat Demiryolu Hattı için projeler üretiliyor, bu hattın kutsal şehirlere kadar uzatılması tasarlanıyordu. Ama, devletin bütünlüğü, ancak, Sultan II. Abdülhamid’in, âdeta tek başına ve büyük bir kurnazlıkla yürüttüğü denge politikasına bağlıydı. Padişah, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya arasındaki çıkar çelişkilerini kullanarak, birini -bazen ikisini-, diğerlerine karşı kuşkuya düşürüyor, politik manevralarla devletin ömrünü uzatmaya çalışıyordu. Bu tehlikeli ortamda Osmanlı birliği, güdülecek yegâne tutarlı siyaset gibi görünüyordu. Bunun çıkar yol olmadığı, daha sonraki siyasî gelişmelerle ancak anlaşılabilecekti.
Sultan II. Abdülhamid, İslâm birliği fikrini de ihmal etmiyordu. Yerine göre, özellikle dış politikada bu fikri, çok kere bir tehdit vasıtası olarak elinde bulunduruyordu. Osmanlı hükümdarı, aynı zamanda halife, yani bütün Müslümanların dinî önderi idi. Osmanlı Devleti, evet, bir imparatorluktu ama, aynı zamanda temel yapısı ve hukukî dayanakları itibariyle İslâm devletiydi de. Osmanlı hükümdarı, İslâm halifesi sıfatıyla, esasen İslâm birliği fikrini reddedemezdi. Ayrıca Fransa’nın, Afrika’da; İngiltere’nin, başta Hindistan olmak üzere Asya’da; Rusya’nın Kafkaslarda, Kırım’da, Kazan’da, Orta Asya’da kalabalık Müslüman tebaaları bulunmaktaydı. Bunlar, İslâm halifesine mânen bağlılık duyuyorlar, muhteşem bir tarihî mirasın sahibi olarak da Osmanlı Devleti’nin hayatiyetini arzuluyorlardı.
19. yüzyıl sonunda Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusu içinde Müslümanlar hem çoğunluk hâlindeydiler, hem de eskisine göre genel nüfusa oranları artmıştı. Yeni Balkan devletlerinin kurulmasıyla, önemli bir Hristiyan nüfus Osmanlı Devleti’nin bünyesinden ayrılmıştı. Müslüman nüfusun Yıldız Sarayı’na ve Bâbıâli’ye bağlı kalmasında, İslâm birliği ideali etkili olabilirdi.
Görüldüğü gibi, Osmanlı birliği de, İslâm birliği de, Osmanlı Devleti’nin ayakta kalabilmesi ve ömrünün uzatılabilmesi için birer siyasî araç olarak kullanılıyordu. Bu politikanın isabetine inanan pek çok aydın da, iki akımdan birini, bazen her ikisini birden destekliyordu.
Türkçülüğün, iç ve dış politikada siyasî bir manivela olarak kullanılması pek mümkün değildi. Karışık etnik yapı buna imkân bırakmıyordu. Zaten, böyle bir şeyi düşünen de yoktu. Türkçülük, evet, bir kısım aydın arasında heyecan rüzgârları estirmeye başlamıştı. Evet, Türkçülük, “Türk Birliği” ile yeni ufuklar açacak gibi görünüyordu. Fakat henüz çok erkendi. Tebaa-yı Sâdıka olarak anılan Ermenilerin silâhlı isyanları henüz ayyuka çıkmamış; Rumların ve Patrikhane’nin, Yunanistan’ın beşinci kolu gibi çalıştığı net olarak anlaşılmamıştı. Bu bakımdan Osmanlı birliği fikri, bir süre daha yaşayacaktı. Arnavutların ve daha sonra Arapların isyana girişerek düşmanlarla aynı safta yer almaları ise İslâm birliği fikrini iflâs ettirecekti. Fakat, bütün bunlara daha zaman vardı.
Avrupa’yı birbirine katan, 1830 ve 1848 ayaklanmalarına yol açan Sosyalizm ise Osmanlı aydınları için henüz meçhuldü. Avrupa’ya giderek Sosyalist çevrelerde bulunanlar, ilkel bir “iştirakçilik” fikrine eğilim gösteriyorlardı. Ama, bunların sayısı hem çok azdı, hem de etkileri yoktu.
Türkçülük, böyle bir fikir ve siyaset ortamında boy atmaya çalışıyordu. İlkeleri belirlenmemiş, teşkilâtı kurulmamış, geniş kitlelere mal olmamıştı. Türkolojiye âşina birkaç vatan evlâdı sayesinde sesini duyurmaktaydı. Adı bile konmamıştı. Türkçülüğün, 10-15 yıl içinde, nasıl olup da devlet politikası hâline geldiğini ilerde göreceğiz.

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR