31 Mart 2009 Salı

Mamak'ta silahlı kavga: 1 ölü, 2'si polis 11 yaralı

Mamak'ta silahlı kavga: 1 ölü, 2'si polis 11 yaralı
Başkentin Mamak ilçesinde iki grup arasındaki silahlı kavgada, 1 kişi öldü, 2'si polis 11 kişi yaralandı. Olayla ilgili 37 kişi gözaltına alındı.

Plevne Caddesi'nde oturan Veysel Yıldırım'ın (47) sabah saatlerinde aralarında husumet olduğu belirtilen H.Y. tarafından silahla öldürülmesi üzerine, Veysel Yıldırım ve H.Y'nin aileleri arasında, Altmışevler Anayurt Mahallesi Abdülhakhamit Caddesi'ne açılan sokakta silahlı kavga çıktı.

İki ailenin yaklaşık yarım saat süreyle birbirine ateş ettiği kavgaya, ilk olarak devriye gezen polis ekipleri müdahale etti.

Bu sırada, polis memurları Sinan Coşkun ve Hasan Özdemir silahla yaralandı.

Özel Harekat, Çevik Kuvvet ekipleri ile panzerlerin müdahale ettiği kavgada, iki aileden de 10 kişinin yaralandığı belirlendi.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İbn-i Sina Hastanesine kaldırılan polislerin hayati tehlikelerinin bulunmadığı öğrenildi.

Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesine kaldırılan diğer yaralılardan Güzel Çay (50) kurtarılamadı.

Kimlikleri henüz belirlenemeyen 9 yaralının tedavileri sürüyor.

Araçlarda ve çevredeki kişilerin üzerlerinde arama yapan Polis'in 37 kişiyi gözaltına aldığı bildirildi.

Bu arada, Ankara Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz, İbn-i Sina Hastanesine gelerek yaralı polislerin durumları hakkında bilgi aldı.

Yılmaz, hastane çıkışında, polislerin durumlarının iyi olduğunu belirtti.

Kurtulmak için koltuğu kızak yapmış

Kurtulmak için koltuğu kızak yapmış
BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun hayatını kaybettiği helikopter kazasında kaybolan İHA muhabiri İsmail Güneş'in (34) cesedi, açık alanda üzeri karla kaplı vaziyette bulundu.
Jandarma, dün yaptığı arama çalışmaları sırasında Güneş'in cesedine enkazın 500-600 metre doğu tarafında ulaştı. Güneş'in, helikopter koltuğunu kızak gibi kullanıp dağdan inmeye çalıştığı sanılıyor. Savcılığa göre ölümlerin kazadan sonraki bir saat içinde gerçekleştiği tahmin ediliyor. Hayatını kaybeden helikopter pilotu İstanbul'da, BBP İl yöneticileri ise Sivas'ta toprağa verildi.

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun da içinde bulunduğu helikopterin düşmesi sonucu kaybolan İHA muhabiri İsmail Güneş'in (34) cesedi, üzeri karla kaplı vaziyette bulundu. Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığı (JÖAK) timleri, dün yaptıkları arama çalışmaları sırasında Güneş'in cesedine enkazın 500-600 metre doğu tarafında ulaştı. Güneş'in yanında bir helikopter koltuğu bulundu. İHA muhabirinin koltuğu kızak gibi kullanıp kayarak dağdan inmeye çalıştığı tahmin ediliyor.

Muhsin Yazıcıoğlu ile düşen helikopterde bulunan Güneş'in cesedi, çalışmaların 6'ncı gününde saat 13.00'te bulundu. Cep telefonuyla 112'yi arayarak kazayı haber veren Güneş'in yerini tespit için, JÖAK ekipleri, 60 Özel Harekât polisi, korucular, Sivil Savunma ekipleri ve vatandaşların yer aldığı yaklaşık 450 kişi arama çalışmaları yaptı. Karadan zor arazi şartlarında yapılan çalışmalara 2 Sikorsky helikopterle de destek verildi. Yaya olarak 3,5 saatte ulaşılan kaza bölgesinde özel eğitimli iz köpeklerinden de yararlanıldı. Ayrıca kar şişleri, metal dedektörler, diğer teknik cihazlarla bölge didik didik arandı.

Güneş'in cesedi dün helikopterle dağdan indirildikten sonra Kahramanmaraş Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı. Cenazenin, otopsi raporunun tamamlanmasının ardından bugün özel uçakla Sivas'a gönderilmesi bekleniyor. İsmail Güneş'in eşi Yasemin Güneş de cenazeyi almak üzere Kahramanmaraş'a geldi. 5 yaşında Tuluğhan ve 3 yaşında Çağan adlı 2 oğlu bulunan Güneş, sarı basın kartı sahibiydi. İHA Sivas bürosunda 9 yıldır muhabir olarak çalışan İsmail Güneş'in, spora da meraklı olduğu bildirildi. Güneş'in kendi isteğiyle BBP Genel Başkanı Yazıcıoğlu'nu taşıyan helikoptere bindiği öğrenildi.

İlkay Göçmen
31 Mart 2009, Salı

Fethullah Gülen: Yazıcıoğlu, davası uğruna çıktığı yolda şehitliğe yürümüştür

Fethullah Gülen: Yazıcıoğlu, davası uğruna çıktığı yolda şehitliğe yürümüştür
Fethullah Gülen, geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun geçirdiği helikopter kazası akabinde vefatına çok üzüldüğünü söyledi.
Merhumu yakından tanıdığını belirten Gülen, Yazıcıoğlu için "Dostu yakin idi. (Allah Dostu) Karakterli bir insandı. Hizmete taraftardı." ifadelerini kullandı. Gülen Herkul.org sitesi tarafından yayınlanan bu haftaki sohbetinin son kısımlarını bir soru üzerine merhum Muhsin Yazıcıoğlu'na ayırdı. Fethullah Gülen, "Ben ona biraz fazla üzüldüm. Bu biraz tanımadan kaynaklanıyor. Siyasi mülahaza veya yakınlıkla lakası yok bu meselenin. Kim Rabbime, Efendimize, İslam'a ve Kuran'a yakın görünüyorsa ona yakın durmak Hakkın hatırına çok önemli bir vazifedir." dedi.

Fethullah Gülen, 'www.herkul.org' sitesinde yayınlanan bu haftaki sohbetinde, Muhsin Yazıcıoğlu'nun vefatına da değiniyor. Büyük üzüntü içerisinde olduğunu anlatan Gülen Yazıcıoğlunu şu cümlelerle anlattı:

"Ben ona biraz fazla üzüldüm. Bu biraz tanımadan kaynaklanıyor. Siyasi mülahaza veya yakınlıkla alakası yok bu meselenin. Kim Rabbime, Efendimiz'e (sas), İslam'a ve Kur'an'a yakın görünüyorsa ona yakın durmak Hakk'ın hatırına çok önemli bir vazifedir. Dostu yakin idi. (Allah dostu) Karakterli, yiğit, örnek bir Anadolu insanıydı. Hizmete taraftardı."

"Muhsin Bey'in ve kader arkadaşlarının ailelerine bir şey söylemek bize düşmez. Fakat, davası uğruna çıktığı yolda bir çeşit şehitliğe yürümüş ve herkesin hüsn-ü şehadetine mazhar olmuş bir insanın, yakınlarına şefaat edebileceği düşüncesi onlar için de çok önemli bir teselli kaynağı olmalıdır."

"Millî çizgisini inandığı şekilde mücahedeye dönüştürerek bir ömür o yolda yürüyüşünü sürdüren, memleketimizin güzide evlatlarından, Muhsin Yazıcıoğlu beyefendi ve yol arkadaşlarının âhirete irtihalini öğrenmiş olmanın hüznü içindeyiz. Muhsin Yazıcıoğlu Beyefendi'ye ve onunla aynı kaderi paylaşan arkadaşlarına Cenâb-ı Erhamurrahimin'den rahmet ve mağfiret diler, aileleri, akrabaları, dava arkadaşları ve Türk-İslam âlemine taziyelerimizi arz ederiz."

Ailesine her yönden sahip çıkılmalı

Fethullah Gülen, Yazıcıoğlu'nun ailesine her yönden sahip çıkılması gerektiğini aktarıyor: "Annesinin gidip eli öpülmeli, 'ben sizin bir evladınızım' denmelidir. Eşine 'siz bizim bacımızsınız' denmeli, evlatlarına evlatlarımız gibi sahip çıkılmalıdır." Gülen, Yazıcıoğlu'nun arama kurtarma çalışmalarında vazifeli olan asker ve sivil güçlerin vazifesini yerine getirdiğinden hiç kuşku duymadığına değiniyor: "Bundan sonra yapılacak şeylerde temkinli olunmalı. Musibette vurunmanın, dövünmenin kazandıracağı bir şey yok. Takdire rıza gösterilmeli."

Bu tip kazalar araştırılmalıdır

Muhsin Yazıcıoğlu'nun örnek bir Anadolu insanı olduğuna değinen Gülen, Anadolu insanının belli bir dönemde İslam'a ve Türk dünyasına karşı gelen şer güçlere karşı koyduğunu vurguluyor. Bir dönem değişik Türk boylarından gelen 11 milyon Anadolu insanının, 250 milyon insanı güzellikle idare ettiğini söylüyor. Anadolu insanının dünyayı idare etmesini saffaniyetine, duruluğuna, adaletine ve hak peresliğine bağlayan Gülen, bütün bu iyi niyetine rağmen bu mert insanların sürekli aldatılmaya çalışıldığının altını çiziyor. Gülen, yakın çağ tarihimizde yaşanan bazı önemli noktalarla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor; "Aldanabilirsiniz ve hüsnü zan edersiniz. El alem gibi kötülük düşünmediğimiz için bazen aldanırsınız. 60'da sizin için kurban olan başbakanınız, belki böyle bir saffetinin kurbanı olmuştur. Daha sonraki dönemlerde yeni açılımlar ve atılımlara öncülük yapan bir insan (Turgut Özal), Allah'u alem böyle bir şeye kurban gitmiştir. Onun arkasındaki o ruhu ve manayı temsil edenler kurban gitmişlerdir."

Yazıcıoğlu'nun yaşadığı kazaları kasteden Gülen şunları ifade ediyor: "Kendisinin (Yazıcıoğlu) başına da 4-5 defa sürpriz trafik kazası gelmiş ve onları atlatmaya çalışmış. Bu defa farklı bir şekilde gitmiş. Bir yönüyle şüphelenmek lazım. Her şeyi kurcalamak lazım. Bu helikopter nasıldır? Neden böyle bir şeye itildim, neden ille de bununla götürülmek istendim? Yani temizdir bizim insanımız. Normal şeyler arkasında bizim insanımız hileler hurdalar aramaz. Bu açıdan da çok defa aldanabilmiştir. Ama iman sahibi kişiler aldansanız bile aldatmayınız anlayışı içindedir." Bu tarz kazalar gündeme geldiğinde Eşref Bitlis'in hala söylendiğine değinen Gülen, konuşmasında Pakistanlı Ziya Ul Hak'ın hayatını kaybettiği şüpheli uçak kazasına da temas ediyor. Arandığı dönemde kaldığı evde Ziya Ul Hak'a çok üzüldüğünü hatta hıçkıra hıçkıra ağladığını aktarıyor. Gülen, komplo teorilerine girilmeden, şüpheler de göz ardı edilmeden konuların araştırılmasının hususiyetine işaret ediyor.

Gülen açıklamasını şöyle devam ettiriyor; "Çok emin değilseniz hançerlenmek için kimseye sırtınızı dönmemelisiniz Hiç kimseye meydan vermemeli herkes elinden geldiği kadar havayı yumuşatmalıdır. Bence o cephe de bu meseleyi büyütülmemeli. Rabbimin takdiri deyip buna razı olmalıdır. O insanı sevenler, böyle yaralı oldukları bir dönemde ağızlarını dillerini kontrol altına almaktan zorlanabilirler. Ancak nihayetinde bu sözün bittiği yerdir, demek lazım. Sokaktaki insanlar kaba kuvvetle telkin etmemeli. Umumun malına zarar vermeden taşkınlık çıkarmadan yürüyorlar bağırıyorlarsa örneğin, 'Alperenler, başbuğular ölmezler' diye haykırıp boşalıyorlarsa onların hakkıdır buna müsaade edilmelidir. Ayrıca o insanlar şehit tipinde kazançlıdırlar. O insan dava uğurunda giderken bir şehitlik mülahazası olarak düşünüp teselli olabilirler. Herkes hakkında hüsnü ifadede bulunup silinmeyecek izler bırakmıştır. O izlerde onu takip edenler olacaktır. Gerçek milliyetçilik nedir. Onun hayat felsefesini değerlendirip temsil edecek insanlar onu hayırla yad edecektir. O duyguda onun çilesini bu mevzuda değerlendirip hep onu hayırla yad edecektir."

Yazıcıoğlu'nun ailesine her yönden sahip çıkılması gerektiğini belirten Gülen, "Annesinin gidip eli öpülmeli, 'ben sizin bir evladınızın' denmelidir. "Kabul buyur biz senin evlatlarınız, denmeli. Eşine de siz bizim bacımızsın demeli evlatlarına da evlatları gibi sahip çıkılmalıdır. Musibet karşında dövünme sabır insan kazandır. Cenabı Hakkın sabır göstermek lazım." diyor.

Merhum Yazıcıoğlu'nun dünya hayatını kaybetse de Ahiret hayatına daha olumlu bakılması gerektiğini hatırlatan Gülen, "Bir perşembe akşamı vefat edersiniz, cuma günü size ulaşırlar. Bir hadisi şerife göre böyle ölen ve imanı olan kimseye sorgu sual olmaz. Garip olarak gitmiştir.

Meseleleri portre olarak görüyoruz. Allah Ahseni Takvime göre insanı yaratmıştır. Bu Cenab-ı Hakkın takdiridir diyerek ayak oyunları beklemezsiniz." diyor.

Yazıcıoğlu'nun arama kurtarma çalışmalarında vazifeli olan asker ve sivil güçlerin vazifesini yerine getirdiğinden hiç kuşku duymadığına değinen Gülen, "Ben herkesin elinden geleni yaptığı kanaatindeyim. O muradı ilahinin arkasında çok sebepler vardır. Aklımız tahminen bazılarına erse de bazıların ermez. Allah bazen bir şeyle bin şeyi ortaya kor. Falanı filanı suçlamaya gerek yoktur. Bundan sonra yapılacak şeylerde temkinli olunmalı. Musibette vurunmanın dövünmenin kazandıracağı birşey yok. Takdire rıza gösterilmeli." dedi.
Zaman
31 Mart 2009, Salı

Asker, 2007'de bir büyük kenti karış karış fişlemiş

Asker, 2007'de bir büyük kenti karış karış fişlemiş
Dönemin Genelkurmay Başkanı'nın '28 Şubat bin yıl sürecek' sözünü doğrulayan belgeler: Asker, 2007'de bir büyük kenti karış karış fişlemiş.

Postmodern darbenin sürdüğünü gösteren raporlar, Eskişehir'de mahallelerin tek tek fişlendiğini kanıtlıyor. Dernekler, sendikalar, okullar, kafeler, hastaneler, eczaneler, hatta "Atatürkçü" dernekler uygulamadan nasibini almış. Ordunun fişleme yaparken "suç unsuru" aramadığı da dikkat çekiyor. Piknik yapmak, saz çalıp türkü söylemek ya da peruk satmak fişlenmek için yeterli neden. Askerî raporlarda kişi, şirket ya da kurumların isimleri de açıkça yer alıyor

Taraf, "28 Şubat süreci bin yıl sürecek" diyen eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun bu sözlerini 10 yıl sonra doğrulayan resmî bir belgeye ulaştı. Eskişehir'deki 1. Hava Kuvveti Komutanlığı tarafından hazırlanan rapor, 28 Şubat sürecinin hâlâ devam ettiğini gözler önüne serdi. Raporda Eskişehir, sokak sokak, dükkan dükkan fişlenirken, ilkokul öğrencileri bile "irticaî faaliyet" kapsamına alındı. Yasal partiler, sivil toplum örgütleri ve dernekler, "irticacı" ve "bölücü" ilan edildi. Hava İstihbarat Yüzbaşı Kemal Ünal tarafından hazırlanan ve Eskişehir 1. Taktik Hava Kuvveti Komutanlığı Kurmay Başkanı Tuğgeneral Mehmet Şanver'in imzasını taşıyan "Eskişehir İli Yıkıcı, Bölücü, İrticai Faaliyetler Değerlendirmesi" başlıklı raporda, partiler, dernekler, sivil toplum örgütleri, şirketler, sendikalar, kafeler, eczaneler hakkında bilgi toplanarak kayıt altına alındı.



Atatürkçü Düşünce Derneği'nin (ADD) bile fişlendiği raporda, "Pikniğe gittiği, siyasi faaliyetlerde bulunduğu, peruk sattığı tespit edilmiştir" denerek, "yıkıcı, bölücü, irticacı" olduğu iddia edilen kişilerin isimleri de fişlenme listesinde yer aldı. Raporun "Yıkıcı Faaliyetler" bölümünde DTP, ÖDP ve EMEP gibi sol partilerle örgütlere yer verilirken, bazı mahalleler de "yıkıcı" ilan edildi. Şanver'in üst makamlara gönderdiği anlaşılan raporda fişlemelerin devam edeceği "Yıkıcı, bölücü ve irticai yapılanmalar ve bu unsurların devam ettirdikleri faaliyetler, bilgi elde edildikçe vakit geçirmeksizin uygun kanallarla gönderilmektedir" ifadesiyle anlaşılıyor.

İstihbarat kaynakları

Raporun giriş bölümünde, elde edilen bilgilerin hangi kaynaklardan sağlandığına da yer veriliyor. Buna göre, bilgiler, üst komutanlıkların yayımladık-ları istihbarat raporlarından, ulusal ve yerel basın organlarından, yerel emniyet birimlerinden, İl Emniyet Komisyon toplantılarından, askerî personelin yazılı ve sözlü müracaatlarından ve liselerdeki Milli Güvenlik derslerine giren askerlerden elde edilmiş.

Fatma öğretmenin peruk taktığı...

Eskişehir'de Hava Kuvveti Komutanlığı'nın hazırladığı raporda en geniş bölüm "İrticacı Faaliyetler"e ayrılmış. Okulda peruk taktığı iddia edilen bir kadın öğretmen bile fişlenmiş. İşte rapordaki çarpıcı başlıklar:

- Eskişehir'de, iş adamları tarafından desteklenen ve irticaî faaliyet yürüten birçok vakıf, dernek, sağlık merkezi, dershane, öğrenci yurdu ve okul bulunmaktadır. Eskişehir'de Milli Görüş, Fethullah Gülen yanlısı Nurcu grup ve Radikal İslamcı kesime mensup faaliyetlere rastlanılmaktadır.

- Eskişehir il ve ilçe merkezleri ile köylerinde denetim dışı Kur'an kursları tespit edilememekle birlikte, irticaî unsurların bu tür çalışmalarını güvenlik birimlerinin baskılarından kurtulabilmek amacıyla oluşturdukları dernek ve yurtlar ile Fethullah Gülen yanlısı Işık Evleri'nde sürdürdükleri gözlenmiştir.

- Eskişehir'de irticaî faaliyet gösteren grupların genelde yoğunlaştıkları semtler; Emek, Gökmeydan, Alanönü, Kurtuluş, Erenköy, İstiklal, Esentepe ve Çamlıca'dır.

- Eskişehir ilinde faaliyet gösteren basın yayın organlarında Ak Haber, Milli İrade, Burç gazetesi ve Ert FM radyo istasyonu sağ görüşü öne çıkaran yayın yapmaktadır.

- Bazı camilerde, çeşitli cemaatlere mensup cami imamları ve kişiler tarafından irticaî faaliyetlerin yapıldığı ve propaganda amaçlı vaazlar verildiği bilinmektedir.

- Eskişehir Milli Eğitim Müdürü Ertuğrul Dündar hakkında kadrolaşma faaliyeti gösterdiği iddiaları yerel basında yer almış, çıkan haberler gönderilmiştir. Bu kapsamda yer alan iddialar incelenmiştir.

- Eğitim-Bir Sen Eskişehir Şube Başkanı İsmail Altınkaynak başörtülü insanların eğitim ve çalışma haklarının ihlal edildiği yönünde açıklama yaptı.

- Eskişehir'de tüm okullara Harun Yahya tarafından yazılan Yaratılış Atlası isimli kitap gönderilmiştir. Konuyla ilgili web adresi www.harunyahya.org olduğu hususu daha önce gönderilmiştir.

- Eskişehir Atatürk Anadolu Meslek Teknik ve Endüstri Meslek Lisesinde din bilgisi dersi öğretmeni olan Fatma Özdemir'in okul içinde peruk taktığı Milli Güvenlik Bilgisi Dersi raporları ile bildirilmiştir.

Öğrencilerden de korktular

Raporda irticaî faaliyetleri desteklediği yönünde duyum alındığı söylenen eğitim kurumları da fişlendi. İşte o tabloda yer alan kurumlar:

Yurtlar

- Akademi Erkek Öğrenci Yurdu

- Bademlik Dönertaş Erkek Öğrenci Yurdu

- Ceylan Erkek Öğrenci Yurdu

- Emek Kız Öğrenci Yurdu

- Hilal Erkek Öğrenci Yurdu

- İhlas Erkek Öğrenci Yurdu

- İslami İlimler Vakfı Erkek Öğrenci Yurdu

- Murat Çelikyürek Kız Öğrenci Yurdu

- Reşadiye Erkek Öğrenci Yurdu

- Sakarya Erkek Öğrenci Yurdu

- Sema Kız Öğrenci Yurdu

- Tepebaşı Yüksek Öğrenci Yurdu

- Ufuk Erkek Öğrenci Yurdu

- Vatan Erkek Öğrenci Yurdu

Liseler/İÖO

- Özel Ertuğrul Gazi Lisesi

- Samanyolu Eğitim Kurumları/Bahar Anaokulu. İöo, Lisesi (F.Gülen)

- Özel Ümit Lisesi-İÖO

- Özel Lale Anaokulu/Kreşi (F.Gülen)

- Yalçınkaya Dershanesi

- Yediler Adım Dershanesi (Nakşibendi Güdümünde)

En ufak bir şüphe yeter

Raporda "İrticaî faaliyetleri desteklediği değerlendirilen, ilişkide olduğu kesim belirlenemeyen işletmeler" de yer alıyor:

- Yimpaş Alışveriş Merkezi

- Halı Bilal Tur (Hac Organizasyonu)

- Hilal Otomotiv A.Ş. 4.

- Reşadiye Çay Ocağı

- İkra Kitapevi (Ukba Vakfı-Alaaddin Yaşar)

- Nihat Tuhafiye

- Reşadiye Kitapçısı

- Eskişehir Hayat Özel Sağlık Ve Turizm Hizmetleri A.Ş.

- Özel Ümit Sağlık Merkezi Ltd.Sti.

- Ensar Vakfı

- Özel Çağ Sağlık Hizmetleri Merkezi

- Birlik Vakfı

- Özel Sakarya Hastanesi

- Hakka Hizmet Vakfı

- Köroğlu Eczanesi

- Memur Sen

- Sare Eczanesi

- Din Bir Sen

- Odunpazarı Eczanesi

- Yeşilnur Matbaası

- Hilal Eczanesi

- Altaylar Matbaası

- Hızır Eczanesi

- Fazilet Matbaası

- İrşad Eczanesi

- Buhara Kırtasiye

- Çapa Ortopedi

- Anadolu Gençlik Derneği Eskişehir Şubesi

Fırınlar, Hastaneler, Kırtasiyeler

Tuğgeneral Mehmet Şanver tarafından hazırlanan fişleme listesinde neredeyse kentteki bütün işyeri ve esnaf yer alıyor. Şehirdeki oteller, lokantalar, kırtasiye ve kitapçıların kimlere ait olduğu tek tek sıralandıktan sonra bu kişilerin hangi tarikatlara yakın olduğu da fişleme raporuna eklenmiş.

Raporda "İrticai faaliyet yürüten oluşumlarla ilişkisi olduğu değerlendirilen işletmeler" şöyle sıralanıyor:

- Doğanay İnş.Gıda San.Ltd.Sti Nakşibendi Tarikatı Adıyaman Menzil Grubu
- Çatı Ajans Nakşibendi Tarikatı Adıyaman Menzil Grubu
- Erkam Sağlık Kabini Nakşibendi Tarikatı Erenköy Cemaati
- Sakaryabaşı Otel Ve Rastorant Nurculuk F.Gülen Grubu
- Bank Asya Nurculuk F.Gülen Grubu
- Özel Ümit Sağlık Polikiliniği Nurculuk F.Gülen GrubuAshaş Anadolo Sağlık
- Hizmetleri Nurculuk F.Gülen Grubu
- Emeksiz Tıp Merkezi Nurculuk F.Gülen Grubu
- Anadolu Polikiniği Nurculuk F.Gülen Grubu
- Maltepe Özel Güvenlik Şirketi Nurculuk F.Gülen Grubu
- Nt Kitapevi Nurculuk F.Gülen Grubu
- Eskişehir İşadamları Derneği Nurculuk F.Gülen Grubu
- Ahlaki Değerleri Yaşatma Derneği Nurculuk F.Gülen Grubu
- Eğitimciler Derneği Nurculuk F.Gülen Grubu
- Eskişehir Fakirlere Ve Muhtaçlara Yardım Derneği Nurculuk F.Gülen Grubu
- İhlas Ev Aletleri Temsilciliği Işıkçılar
- Damla Kitap Kırtasiye A.Ş. Süleymancılık
- Hakikat Kitapevi Nakşibendi Tarikatı Hakikatçılar Grubu

- İkra Kitapevi Nakşibendi Tarikatı Erenköy Cemaati

- Yediler Kitapevi Nakşibendi Tarikatı Erenköy Cemaati

- Nazen Giyim Milli Görüş

- Akpınarlar Kuruyemiş Nakşibendi

- Sakarya Ticaret Süleymancılık

- Uysal Otel Süleymancılık
- Lüx Ekmek Fırını Nakşibendi
- İstikbal Showroom(Yunusemre Caddesi) Nur Cemaati
- Nt Kırtasiye Nurculuk F.Gülen Grubu

ADD ve CHP'yi bile fişlediler

Eskişehir'de fişlenen kurumlar arasında Atatürkçü Düşünce Derneği ve CHP de var. Listeye girmekten kurtulamayan Eskişehir Kadın Platformu'nun başına "sözde" ifadesinin eklenmesi ise dikkat çekiyor. Fişleme raporunda "Önemli günlerde faaliyet gösteren ve yapılan faaliyetlere destek verdiği tespit edilen bazı dernek, parti, kurum ve platformlar" şöyle sıralanıyor:
- ÖDP
- Sözde Eskişehir Demokratik Kadın Platformu
- İnsan Hakları Derneği
- Emek Partisi
- DTP
- KESK
- DİSK
- Atatürkçü Düşünce Derneği
- Tabipler Odası
- CHP
- İşçi Partisi
- Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası
- Türk-İş

Saz çalıp türkü söylediler rapora girdiler

Raporda "Bölücü faaliyetler" kısmında yasal partilerin yaptığı etkinlikler de yer alıyor:

- Demokratik Toplum Partisi, Özgürlük ve Dayanışma Partisi ve Emeğin Partisi mensupları tarafından sempatizan kadrolarını geliştirmeye yönelik miting, basın açıklaması, bildiri dağıtımı, imza kampanyaları düzenlenmektedir.

- DTP il teşkilatı olmuş, 2007 yılında İstiklal mahallesi Reşadiye sokağa taşınmıştır.

- Eskişehir Anadolu ve Osmangazi üniversitelerinde okuyan YÖGEH ve PKK/Kongra-Gel terör örgütü sempatizanı öğrencilerin 19 Mayıs 2007'de 80-85 kişilik bir grup halinde il merkez Yarımca köyü yakınında, Sarıcakaya ilçesi sınırlarında bulunan 2 Kurnalı Deresi mevkiinde gezi ve piknik düzenledikleri, müzik aletleri dinlemek ve elektronik saz çalmak için jeneratör kurdukları, DTP il başkanı Hamza Abay'ın da faaliyetlere katılarak destek verdiği öğrenilmiştir.

- Eskişehir 19 Mayıs Anadolu Lisesinde bir öğrenci bölücülük temelli söylemlerde bulunmuş, konu üst makamlara iletilmiş, il emniyet komisyon toplantısında gündeme getirilmiştir.

Misyonerler de unutulmadı

Raporun "Misyonerlik Faaliyeti" bölümünde ilginç tespitler var:

- Misyonerlik faaliyetleri kapsamında; il merkezinde bulunan Serdivan Kafe içerisinde yabancı uyruklu şahıslar tarafından Hıristiyanlık propagandası yapıldığı tespit edilmiştir.

- Dünya Mevlana Kardeşlik Birliği isimli grubun henüz 15-20 kişilik bir sempatizan kitlesi ile faaliyetlerini devam ettirdiği, haftada iki gün toplantı yaptıkları, sempatizan kitlenin 40-50 yaşları arasındaki emekli memurlar ile eşlerinden oluştuğu bilinmektedir

- Hıristiyanlık propagandası yapan bir grubun http://www.estopluluk.org.tr internet sitesi adı altında eleman kazanma gayreti içerisinde olduğu tespit edilmiştir.

- Adının Lars olduğu belirtilen bir şahsın kendilerine ait faaliyetler hakkında bilgi verdiği hususu rapor edilmiş olup, bu grubun Yehova Şahitleri adıyla bilindiği, on senedir Eskişehir'de faaliyet gösterdikleri, faaliyetlerinde yasa dışı bir unsura rastlanmadığı, grup üyelerinin en son 2 Nisan 2007'de toplantı düzenledikleri öğrenilmiştir.

'Yıkıcı' mahalleler

Raporun "Yıkıcı Faaliyetler" bölümünde yer verilen konular ise şöyle:

- DHKP/C terör örgütünün öğrenci gençliğine yönelik olarak ülke genelinde gittiği "gençlik derneği" adı altında yapılanmasına paralel olarak, "Eskişehir Gençlik Derneği" eş zamanlı olarak faaliyete geçirilmiştir.

- Bölücü ve yıkıcı sol unsurların Eskişehir'de yoğunlaştıkları mahalleler; Büyükdere, Göztepe, Yıldıztepe, Gültepe, Kırmızı Toprak, Fevzi Çakmak, Gündoğdu ve Emek'tir.

- Sol örgüt üyesi ve sempatizanlarının yoğun olarak bulundukları yerler: Taranta Babu Kültür Sanat Derneği, ÇGD, Sıla Kafe, Dilan Türkü Bar, Titanic, Kirvem Kahvaltı Salonu, Arka Bahçe.

- Eskişehir ilinde faaliyet gösteren basın yayın organlarından Sakarya ve İstikbal gazetelerinin sol görüşü öne çıkaran yayın yaptıkları bilinmektedir.
01 Mart 2009, Pazar

30 Mart 2009 Pazartesi

11. SINIF DİL VE ANLATIM DERSİ DEĞERLENDİRME TESTİ 1

11. SINIF DİL VE ANLATIM DERSİ DEĞERLENDİRME TESTİ 1



1. Öz Türkçe, ulusun birbiriyle anlaşmasının sesidir. Kara budunun bize söyleyeceği, bizim ona söyleyeceklerimiz var. Ulus işlerini yüklenmiş olanlar ulusa anlaşılır bir dille düşünüp söylemezlerse ulusalcılık bir kuru sözden başka ne olabilir?

Yukarıdaki parçanın anlatımında aşağıdaki aşağıdakilerden hangilerine başvurulmuştur?

A) Tanık gösterme - Tanımlama

B) Tanımlama - Örneklendirme

C) Betimleme - Tartışma

D) Açıklama - Öyküleme

E) Tanımlama - Tartışma

2. Kitabın adının �Dert Yorumcusu� olması bir tesadüf değil elbette. Hatta bu adlandırma, öyküler toplamının genelinin bir tematik vurgusu olarak algılanabilir. Dertler hep vardır; ancak onları anlatacağınız, başka bir deyişle onları yorumlatacağınız kişilerin kim olduğu önemlidir. Lahiri�nin, dünyasına girdiği ya da girmeye çalıştığı kişiler özellikle ikili ilişkilerde oldukça eksiklik taşırlar. Kaç kişi bir barmene, karısının evlilik yıldönümünde kendisine sadece bir süveter verdiğinden yakınabilir ki?

Yukarıdaki parçanın anlatımında aşağıdakilerden hangisine başvurulmuştur?

A) Tartışma B) Öyküleme C) Betimleme

D) Karşılaştırma E) Tanık gösterme

3.Kendi çağımızın ödevini, sorumluluğunu taşıyıp, �güzel yarınlar� için uğraş verdiğimiz sürece, doğa da insan da temiz ve mutlu bir dünyada yaşayacak; bilinçli gelecek kuşaklar da hem kendi çağına, hem de yarınlara yönelik, atalarından kalan kalıtı, bir bayrak yarışçısı sorumluluğuyla kendilerinden sonraki kuşağa vermenin huzuru içinde olacaklardır. Gorki, �kuşlar nasıl uçmak için yaratılmışsa, insanlar da mutlu olmak için yaratılmışlardır. der. Düş kurmak bir yana, akılsal eğitim - öğretim sürecini işlevselleştirirsek, ne açlık, ne yoksulluk, ne de savaşlar kalır;

Yukarıdaki parçanın anlatımında aşağıdakilerden hangisine başvurulmuştur?

A) Öyküleme B)Betimleme C) Tanık gösterme

D) Karşılaştırma E) Tartışma

4.Bu romanımda, okuyucuyu biraz yormayı, biraz düşünmeyi istedim. Bu nedenle de, duygu, düşünce ve gözlemlerimi olduğu gibi önlerine sermekten kaçındım. Ve sözcüklerin çağrışım gücünden yararlanmaya çalıştım. Zaman zaman söz sanatlarına da başvurdum; tabii dilin doğruluğundan ödün vermeden� Ancak romanlarımı bitirdiğim zaman gördüm ki anlamı gizlemek adına, gereğinden çok sözcük oyunlarına yer vermişim.

Bu parçada söz söyleyen yazarın kendi eserinde gördüğü eksiklik, aşağıdakilerden hangisidir?

A)Akıcılık B) Bütünlük C)Sürükleyicilik D)Yalınlık E) Yoğunluk

5."Uzun uğraşlardan sonra aldığı bu zam onun rahatlamasına neden olmuştu." cümlesinde anlatım bozukluğunu oluşturan sözcüğü değiştirdikten sonra ortaya çıkan yeni anlatım bozukluğunun sebebi aşağıdakilerden hangisidir?


A) Tümleç eksikliği
B) Yan cümle yüklemi eksikliği
C) Ek yanlışlığı
D) Yanlış anlamda kullanılan sözcük
E) Tamlama yanlışlığı

6.Aşağıdakilerden hangisinde herhangi bir öğe eksikliğinden kaynaklanmayan bir anlatım bozukluğu vardır?

A) Öznenin ne olduğunu çok iyi biliyor fakat cümlelerde bulamıyordu.
B) Derdini, bize anlattığın gibi gidip onu çözecek makama da anlatmasını söyledi.
C) Genellikle iyi geçinir, dost olurdu ama çok sıkı fıkı olmazdı asla.
D) Yorum gücü gün geçtikçe azalıyor artık dergilerde pek kabul görmüyordu.
E) Eserinin önsözünü çok özenerek yazmasına karşılık pek okunduğunu söyleyemeyiz.

7 ''Eleştirdiği romanların, hikâyelerin ince ayrıntıları üzerinde uzun uzun çalışır ve yazarlara doğru yolu gösterirdi."

Yukarıdaki cümlenin anlatım bozukluğu aşağıdakilerden hangisi ile giderilir?


A) "romanların" kelimesinden sonra "incelediği" sözcüğü getirerek.
B) "ve" bağlacından sonra "eserini incelediği" söz grubu getirerek.
C) Bağlaçtan önceki yüklem "çalışırdı" şekline getirilerek.
D) "Eleştirdiği" sözcüğü "eleştirilen" şekline getirilerek.
E) "ince" sözü cümleden çıkarılarak.

8.Aşağıdakilerden hangisinde ünlü düşmesine uğramış bir sözcük yoktur?

A)Çocuğun rengi sararıyor, kızarıyor bozarıyordu.

B)Ayrıntılara olan düşkünlüğüyle tanınan bir fotoğrafçıdır.

C)Olayın aslını astarını araştırmadan nasıl karar veriyorsun?

D)Bir fener olup yanmanın zamanı değil mi, zaman?

E)Şair ilk kitabını kızına ikinci kitabını oğluna ithaf etmiş.



9. Aşağıdaki cümlelerden hangisinin yükleminde bir ünlü düşmesi söz konusudur.

A) Sabretmeyi bilmeyen, başarıyla hiç tanışamaz.

B) Son derece savruk bir anlatımla yazıyorsun.

C) Olanları benden hep gizlemişler.

D) Bırak artık ağlamayı, sızlanmayı.

E) Sıyrıldım tüm dertlerden ve sıkıntılardan.



10. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde �ki�nin yazımıyla ilgili bir yanlışlık yapılmıştır?

A) Artık anladım ki, sensizliğe dayanamam.

B) Şimdiki aklım olsaydı, öyle davranmazdım.

C) Bu durumda kim kime ne desinki!

D) Bak bizimki yine oyuncağını kırmış.

E) Bu yılki ürün, geçen yılkine göre çok az.

11.Aşağıdakilerin hangisinde �� ki � ekinin veya �ki� bağlacının yazımıyla ilgili bir yanlışlık yoktur?

A) Madem ki gelmeyecektin, niye bizi beklettin?

B) Masadaki kalemi alıp cebine koydu.

C) Desemki, vakitlerden bir nisan akşamıdır.

D) Kenarda ki yoldan gidersek iyi olur.

E) Soru sorduğu zaman, cevaplaki sussun.

12) Aşağıdaki eser - yazar eşleştirmelerinden hangisi yanlıştır?

A ) Ruşen Eşref Ünaydın : � Atatürk�ü Özleyiş�

B ) Falih Rıfkı Atay : �Çankaya�

C Yakup Kadri: �Zoraki Diplomat

D ) Erdal Öz . Allı Turnam

E ) Nurullah Ataç _ Günlerin Götürdüğü





13.Gazetelerin ya da dergilerin belli sütunlarında gündelik konuları bir görüş ve düşünceye bağlayarak yorumlayan yazlılardır. Bu türde, yazar ele aldığı konuyu kanıtlamak zorunda değildir; okuyucu da yazarın görüşlerine inanıp inanmamakta serbesttir.

Yukarıdaki parçada bahsedilen edebi tür aşağıdakilerden hangisidir?

A) Deneme B) Fıkra C) Makale D) Eleştiri E) Röportaj



14. I. Bugün, diğerlerinden daha farklı bir gün benim için.

II. Pencerem bir tuvalin çerçevesi gibi, ve bana bu tablo şimdi sonbaharı anlatıyor.

III. Bana böyle davranmış olması aramıza bir soğukluk girdiğinin göstergesi gibi.

IV. Birazdan uyuyacağım ve yarınımın bugünkü gibi olmasını diliyorum.

V. Aradan yıllar geçmiş olmasına karşın o üç sözcük aynı ses tonuyla çınlıyor kulaklarımda.

Yukarıda verilen tümcelerden hangisi bir �günlük�ten alınmış olamaz?

A) I B) II C) III D) IV E) V



15.Aşağıdakilerden hangileri gazeteciliğin ortaya çıkmasıyla gelişmiş türlerdir?

A)Makale-fıkra-roman

B)Röportaj-anı-biyografi

C)Söyleşi-deneme-otobiyografi

D)Fıkra-makale-röportaj

E)Gezi yazısı-söylev-fabl



16.Aşağıdaki cümlelerin hangisinde anlatım bozukluğu vardır?

A)Arkadaşımın, kan beynine sıçramıştı ve ne söylediğini bilmiyordu.

B)Çekingen bir yapısı olduğundan, risk almayı sevmezdi.

C)Bu hafta, maçların hiçbiri berabere bitmemişti.

D)Toplumun belirlediği kurallara herkes gibi sen de uymalısın.

E)Çiftlikteki atların daha iyi bakılması gerekiyordu.



17. �Vurmak� sözcüğü aşağıdakilerin hangisinde� olduğundan başka bir biçimde çevirmek veya başka biçimde göstermek� anlamında kullanılmıştır?

A) Sen bakma onların vur patlasın çal oynasın tavırlarına.

B ) Sözlerinin son kısmını vurgulayınca odadakilerin tavrı değişti..

C ) Avda vurdukları havanlar o gün gözüne daha farklı görünmüştü.

D ) Parasızlıktan bıkınca o da işi deliliğe vurmaya başladı.

E ) Masaya yumruğu vurarak, bir şeylerin değişmesi gerektiğini söyledi



18 - Roman yazarı , eserini oluştururken toplumsal yapıyı çeşitli açılardan inceler.

Cümlede kaç söz öbeği vardır?

A ) I B) 2 C) 3 D) 4 E) 5



1 9 - - Duygusuz ,umutsuz ,derin bir uçurum bu korku.

Yukarıdaki dizede kaç tane türemiş s özcük vardır?

A) 1 B) 2 C) 3 D) 4 E) 5



20 - Şimdi gene başka bir örnek alalım ( ) Ataç, Batı edebiyatından kimleri tutardı ( ) Bu da dikkate değer bir noktadır ( ) Bakınız bunlar kimlerdir ( ) Apuleius, Lukianos, Terentius ( )

Yukarıda parantezle belirtilen yerlere, sırasıyla aşağıdakilerin hangisinde verilen noktalama işaretleri getirilmelidir?

A) (:), (?), (.), (:), (!) B) (.), (?), (.), (.), (.)

C) (.), (?), (.), (,), (...) D) (:), (?), (.), (.), (...)

E ) (:), (?), (.), (:), (...)

21)Hatıra türündeki yazılarda aşağıdaki özelliklerden hangisi aranmaz?

A)Yaşananları günü gününe yazma.

B ı Geçmişte yaşananları yansıtma.

C ) Birinci kişi ağzından anlatma.

D ) İçtenlikle yoğrulmuş bir anlatım benimseme.

E ) Gözlem ve izlenimleri aktarma.



22 ) Babamın anlattığına göre sıcak bir yaz gecesi doğmuşum. Kara kuru bir çocukmuşum. Bu yüzden çocukluğumda çok sevilmezmişim. Ben bunları pek hatırlamıyorum tabi. Hatırladığım en eski şey babamla at sırtında yaptığım gezilerdir. İlkokulu köydeki birleştirilmiş sınıfta bitirdim. Doğrusu beş yılın sonunda ancak okumayı öğretebilmişti öğretmenim bana. Sonra kasabadaki ortaokula gittim. Orada bir şeyler oldu sanki bana. Bir okuma aşkı sorma gitsin. Gelsin öyküler, gitsin romanlar..� Ortaokul bittiğinde neredeyse bütün klasikleri okumuştum.

Bu parça aşağıdaki yazı türlerinin hangisinden alınmış olabilir?

A ) Günlük B) Deneme C) Otobiyografi

D) Biyografi E) Makale



23 ) Aşağıdaki cümlelerden hangisinde ünsüz değişimine örnek gösterilemez?

A)Hastalığının çaresi olmadığını o da biliyordu.

B)Banyodaki tarağın dişlerinden biri kopmuştu.

C)Doğanın bize sunduklarından yararlanmayı bilmeliyiz.

D)İşçiler kışın soğuğunda tarlalarda çalıştı.

E)Gücümüzü birlikte hareket etmekten alıyoruz biz



-24 Aşağıdaki cümlede bırakılan boşluğu anlam bakımından en uygu biçimde tamamlayan cümle hangisidir

İnsanın kendi ,,,,,,,,, gelişmesine ve başarısına katkıda bulunur.

A ) Psikolojik ve sosyolojik

B ) doğal ve sosyal çevresinin

C ) dürtülerini kontrol edememesi

D ) özelliklerinin farkında olması

E ) düşüncelerine değer vermemesi



25 � I. Sürekli parlayan güneşi sayesinde

II. yarımadanın güney ucunda

III. binlerce turisti kendine çekiyor

I V. pek çok ülkeden

V. yer alan şehir.

Yukarıdaki sözler, kurallı ve anlamlı bir cümle biçiminde sıralandığında hangisi baştan birinci olur

A ) I.. B ) II C ) III. D) IV E ) V. E

Gönül Battal

Türk Dili ve Edeb. öğretmeni



1E 2A 3C 4D 5C 6D 7B 8D 9E 10 C 11B 12E 13A 14E 15D 16A 17D 18D 19D 20E 21A 2 2C 23C 24D 25B

www.edebiyatogretmeni.net

TASAVVUF (TEKKE) EDEBİYATI

TASAVVUF (TEKKE) EDEBİYATI

İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı | İslamiyet Etkisindeki Türk Edebiyatı Genel Özellikleri | Geçiş Dönemi Eserleri | Halk Edebiyatı | Tasavvuf Edebiyatı |

Divan Edebiyatı | 13. ve 14. yy Genel Özellikleri ve Sanatçıları | 15. Yüzyıl Genel Özellikleri ve Sanatçıları | 16. Yüzyıl Genel Özellikleri ve Sanatçıları |

17. Yüzyıl Genel Özellikleri ve Sanatçıları |18.Yüzyıl Genel Özellikleri ve Sanatçıları |19.Yüzyıl Genel Özellikleri ve Sanatçıları |Divan Edebiyatında Düzyazı

“Tasavvuf” dünya hayatının aşırılılıklarından uzak durarak Allah’a gönülden bağlanma,Allah’ın varlığına insanın kendi varlığından vazgeçmesi, benliğini (nefsini) yok edip gönlünü ilahi aşkla doldurması esasına dayanan, İslami bir düşünce akımıdır. Türkistanlı Hoca Ahmet Yesevi Türk tasavvufunun kurucularındandır. Anadolu’da tasavvufun, onun öğrencileri tarafından yayıldığı kabul edilir. Tasavvufçular (mutasavvıflar, sofiler) düşüncelerini halka yaymak için edebiyatı, özellikle şiiri araç kabul ederler. Bunun sonucu olarak Anadolu’da 13. yy’dan itibaren güçlü bir tasavvuf (tekke) edebiyatı olmuştur.
NOT

Anlattıklarımızın ve soruların daha iyi yorumlanabilmesi için şu terimlerin bilinmesi yararlı olacaktır:



VAHDET-İ VÜCUT: (Varlığın birliği) Evrende sadece Allah’ın varlığı söz konusudur. Diğer varlık zannettiğimiz, bu “mutlak varlığın”, Allah’ın bir parçası ve görüntüsüdürler.

Tekke: Tasavvuf ehli kişilerin, tarikat mensuplarının barındıkları, eğitim gördükleri yer, kuruluş.

PİR: Tarikat kurucusu.

ŞEYH:1) Tarikat kurucusu. 2) Tarikatta en yüksek dereceye ermiş kişi. 3) Tarikat kollarından birinin başında bulunan kimse.

TARİKAT: Allah’a varma yolunda benzer biçimde düşünenlerin oluşturduğu topluluk.

DERVİŞ: Bir tarikata girmiş, onun kurallarına uygun yaşayan kimse.

ABDAL: Gezgin derviş.

HALİFE: Tarikat kurucusunun ya da şeyhin kendisine vekil tayin ettiği, yetki verdiği kişi.

Genel Özellikler

a) Gerek dini-tasavvufi görüşler, gerek bunların işlenişi yönünden Arap-İran tasavvuf edebi-yatlarının etkisi söz konusudur. Ancak etki-lenme, Divan Edebiyatı’ndaki boyutlarla değildir.

b) Tasavvufa ait kavramları anlatan terimler dolayısıyla yabancı sözcük ve tamlamalar Aşık Tarzı Edebiyattan daha fazladır.

c) Eserlerin çoğu yazılı olarak oluşturulmuş ya da sonradan yazıya geçirilmiş.

d) Manzum eserler düzyazıdan daha çoktur.

e) Ağılıklı olarak hece ölçüsü kullanılmıştır. Aruzu kullananlar da çoktur.

f) Dörtlüklerle kurulan, koşma biçim özellikleri taşıyan şiirler çoğunluktadır. Beyit birimiyle gazel, kaside, mesnevi biçimli şiirler de yazmıştır. Divan tarzı tevhit, münacaat, naat türü şiirlere rastlanır.

g) Tekkelerde ve halkın karşısında şiirlerin okunuşu sırasında ya da ayinlerde müzik eşliği oldukça yaygındır.

NOT

Bu özelliklerin dışında kalan; eserlerini aruz ölçüsüyle ve Divan Edebiyatı diliyle, hatta tamamıyla Arapça-Farsça yazan tasavvufçular da vardır. Örneğin Mevlana Anadolu’da yetişen ilk ve en büyük Türk mutasavvıf olduğu halde eserlerini Farsça yazmıştır. Şeyh Galip, Divan tarzında eser verdiği için Tekke Edebiyatı çerçevesinde düşünülmez, Divan Edebiyatı mensubu sayılır.

Tasavvuf

Tasavvuf
Tasavvuf, ALLAH'ın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımdır.

Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır.

Tasavvuf, toplum hayatıyla geniş bir şekilde kaynaşmış, bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemi olarak da bilinir.

'Bu kurama "Vahdet-i Vücut" (tek varlık) adı da verilir.

Vahdet, birlik, teklik demektir. "Vahdet-i Vücut", tek vücut, tek varlık anlamına gelmektedir.

Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet’ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk Tekkeyle birlikte, İranlı ve Türk düşünürler tarafından geliştirilmiş, Eski Yunan düşüncesinden de yararlanarak bir kuram şeklini almıştır.

Bu düşünce, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan bir felsefe, araştırma ve duygu akımıdır. Tasavvuf felsefesine göre, evren tek varlıktır. Bu tek varlık da Tanrı’dır. Buna “Vücud-ı mutlak" (mutlak varlık) da denir. İslâm tasavvufu, "Tanrı'dan başka varlık yoktur" kuralını temel alır. Bu aynı zamanda "hüsn-i mutlak"tır (mutlak güzellik). Yaratılıştaki sırrı aramaktan doğan bu kurama göre bütün yaratılmışlar Tanrı'nın varlığını tanıtmak içindir. Gerçekte, bir varlık, bir "Vücut" vardır. O da Tanrı'dır. Bizim gördüklerimiz de Tanrı varlığının çeşitli görünüşleridir. Mutasavvıflar her şeyin Tanrı’nın bir tecellisi (görünmesi) bir belirtisi olduğunu anlatmak için çeşitli benzetmeler yapmışlardır. Bunlardan en yaygını ayna örneğidir. Bu benzetmeye göre Tanrı, karşılıklı konulmuş yokluk aynasından bakan bir varlık gibidir. Bu karşılıklı aynalar, ortadaki varlığın binlerce görüntüsünü verir. Ortadaki varlık aynaların önünden çekilirse, aynalar boş kalır. Vücud-i mutlak (mutlak varlık) kendi güzelliğini görmek için bir aynaya yansır gibi ademe (hiçlik ve yokluk), yansımıştır. Böylece, yokluğun içinde evren olarak tecellî etmiştir (görünmüştür). Bu felsefeye göre, âlemde görülen her şey, varlığın yokluk aynasındaki hayâlinden başka bir şey değildir. Bunun sonucu olarak insan da Tanrı’nın bir hayâlidir. Varlıklar içinde Tanrı'ya en yakın hayâl insandır.

Bu anlayışa göre evren, Tanrı'nın bir görünüşüdür. Bu evren, kendi kendine var olan değil, Tanrı’nın varlığından dolayı tecellî eden (var görünen) bir oluşumdur. Tanrı’nın “ol” ( kün ) emriyle oluşmuştur. Onun için görünme öncesi "söz” (kelâm) vardır. “Ol” emri verilip tecellî (var görünme) olmadan önce bütün varlıklar gerçekte yok, ama Tanrı'ya göre vardı. Bunlar, Tanrı'nın sonsuz bilgisinde bilinmekte idiler.

Tanrı, kendine duyduğu aşkla evreni meydana getirmiştir. Onun için aşk, Tanrı'ya has bir niteliktir. Aşk, Tanrı'nın, sırrıdır, görünen simgesidir. Onun için Tanrı'ya korku veya fayda umarak değil, sevgiyle, aşkla yaklaşılmalıdır. Tasavvuf düşüncesinin en güçlü, en etkili tarafı budur. Bu, özellikle sanat ve edebiyatta çok etkili olmuştur.

Varlık, güzellik, iyilik; bunlar Tanrı’nın özellikleridir. Yokluk, çirkinlik ve kötülük ise Tanrı’nın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdir. Çünkü yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik kötülük olmazsa iyilik bilinmez. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardır. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli kaldırmalıdır. 0 zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktır. Bu Tanrı'nın özelliğine varmak, Tanrı’nın varlığına katılmaktır.

Tasavvuf inancında mecazî ve gerçek olmak üzere iki tur aşk vardır. Biri geçici olana yani insanlara duyulan aşk; diğeri sonsuz ve gerçek olana, yani Tanrı'ya duyulan aşktır. İnsan, Tanrı aşkını mecazî aşkında dener ve geliştirir. Çünkü insan, Tanrı'ya en yakın, seçkin bir varlıktır. İnsan beden (ten) ve öz (ruh) denen iki unsurdan oluşmuştur. Beden ölümlü olan, toprak, hava, ateş, su gibi dört unsurdan meydana gelen ve yok olacak geçici varlıktır. Öz (ruh) ise ölümsüzdür ve Tanrı’nın bütün niteliklerini taşımaktadır. Tanrı'dan gelen insan yine Tanrı'ya dönecektir. Ancak bu dönüş bazı aşamalardan geçmekle olur. Bunun için gönül bilgisi edinmek, olgunlaşmak ve aydınlanmak gerekir.

Bilgi, insanın gönlünde Tanrı'nın bir "nûr" (ışık) olarak belirmesidir. Olgunlaşma, insanın geçici varlıklardan kendini sıyırıp, kalıcı özlere yönelmeyi başarmasıdır. Buna, insanın Tanrı’ya varan yol üzerinde ilerlemesi de denir. Bu ilerleme bir yükseliştir. Az olgunluktan, olgunluğa, en olguna, bir başka deyişle Tanrı'ya ulaşma demektir. Yükseliş iki türlüdür. Biri kendini bütün geçici varlıklardan sıyırmakla, içine kapanarak, dünyadan el etek çekmekle, kendini derin düşüncelere vermekle olur. İkincisi, bilgi edinmekledir. İnsan için bilgi, doğru yola, Tanrı'ya, ölümsüz olana, aydınlanmaya (nûr'a) varmayı sağlayan bir yol göstericidir. İnsan Tanrı'ya yükselirken birçok manevî basamaklardan geçer. Bir yükseliş niteliği taşıyan bu "geçiş" evrenin değişik katlarını aşmak anlamına gelir. Son kat aydınlanmaya (nûr'a) varır. İnsan bu aydınlanmayı özünde yansıtır.

Tasavvuf inancında, insanın nefsini yenerek yani benliğini öldürerek, mutlak varlığa “fenafillâh” katına ulaşmak denir. Bu, insanın kendini yokluk unsurundan kurtararak içindeki Tanrı’yı bulmasıdır. İçindeki Tanrı’yı bulan insan “Enel-Hak” (Ben Tanrı’yım) der. Bu aşamaya varan insanla¬ra tasavvuf düşüncesinde insan-ı kâmil ( olgun insan ), halk arasında "ermiş" denir. Kendini Tanrı’nın varlığına karışmış duyan “ermiş” insana göre evrende artık ikilik yoktur, her şey “bir” dir. Bu kata ulaşmak ancak öldükten sonra olabilir. Ne var ki, gerçek aşkın son derecesine varıp, nefsinde ve her şeyde yalnız Tanrı’yı görebilecek duruma gelenler, bu aşamaya yaşarken de yüksele¬bilirler.

Tasavvuf felsefesi inancı içinde, büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur "Enel-Hak" (Ben Tann'yım) dediği için Bağdat'ta (922) asılmıştır.

Büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur'ım söylediği "Enel-Hak" (Ben Tan¬n'yım) sözü, tasavvuf felsefesine göre, evrende Tanrı'dan başka gerçek varlık yoktur anlamındadır. Bu söz "Ben Tanrı'yım" demek değildir. Hallâc-ı Mansur, kendi geçici varlığının, Tanrı varlığında yok olduğunu duyduğu, yani "fenafillâh" katına ulaştığına inandığı için böyle söylemiştir. Bunun gibi, Azeri şairi Seyyid Nesimî de (XIV.-yy.) Halep'te diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Edebiyat
Tasavvuf felsefesi, İslâm ülkelerinde, bilim, edebiyat, müzik ve dans üzerinde çok etkili olmuş, büyük ve önemli gelişmeler sağlamıştır.

İslâm tasavvuf düşüncesi VII. yüzyıl sonlarında ve VIII. yüzyıl başlarında bazı İslâm düşünürleri tarafından yayılmıştır. IX. yüzyıl sonlarında Hallâc-ı Mansur, insanla Tanrı ayrılığını ortadan kaldıran, insanla Tanrı'yı bir özde gören düşüncelerini geliştirerek tasavvufun temel ilkelerini, ana görünüşünü açıklamıştır.

Bu düşünce X. yüzyılda daha açık bir anlam kazanarak, yeni bir yorumla, daha ileri götürülmüştür. İmam Gazali, felsefeye ve dine bağlanan, aklı bir yana iterek inancı temel ilke alan bir görüşle tasavvuf düşüncesine yardımcı olmuştur. Gerçeğin kaynağını inançta bulan Gazali’nin görüşü felsefeden çok tasavvufa katkıda bulunmuştur.

XII. yüzyılda Senaî, Attar, daha önceki yüzyıllarda yaşayan Hallâc-ı Mansur ve Cüneydi Bağdâdî’nin izinden yürüyerek, eski inançlarla da beslenerek, Tanrı ile insan ayrımını kaldırdılar, ancak Tanrı insanla, insan Tanrı ile var¬dır, ikisi de birbirinin varlığını gerekli kılar-lar, görüşünü ileri sürdüler.

XIII. yüzyılda Muhiddin Arabi, Baba Eftal, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi tasavvufa çok açık bir yorum kazandırarak, eski akımı yeni düşünce ve görüşlerle geliştirdiler.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, tasavvuf görüşüyle tarikat anlayışını birleştir¬di. Düşünceyi eylemle bütünleştirerek Mevlevilik Tarikatı'nın temellerini attı.

XII. yüzyıl ortalarına kadar süren ve yavaş gelişen tekkeler, onlara bağlı kuruluşlar, bu yüzyılın ortalarından sonra hızla gelişmeye başladılar. Anadolu'da Hacı Bektaşi Veli, Bektaşi Tarikatı'nın kurucusu oldu.

Tasavvuf, genellikle, Mevlevilik, Bektaşilik gibi ana tarikatlarla Anadolu'da hızla yayıldı. Dört yüz kadar tarikat meydana geldi. Böylece tasavvuf bir tekke öğretisi niteliğini kazandı

Büyük tasavvuf düşünürleri, duygu, düşünce ve inançlarını tekkelerde da¬ha çok şiirle dile getirmişlerdir. Böylece, etkin ve yoğun bir Tasavvuf edebiyatı oluşmuştur (Tekkelerde toplanan İslâm mistiklerine sofi denirdi). Tasavvuf, düşüncesi, anlatımını yalnız edebiyatla sağlamış değildir. Edebiyattan başka, müzik, dans gibi güzel sanatlardan da yararlanmıştır.

Tasavvuf, edebiyatta kendine has bir dil oluşturmuştur. Birçok özel terimler, mecazlar, semboller kullanmıştır. "Pir" kelimesi, tasavvuf dilinde, tarikatı kuran, tarikata kendi adını veren insan demektir. "Şeyh", yol gösterici anlamındadır. "Muğ" sözü, tarikata giren derviş, mürit demektir. "Pîr-i mugan" sözüyle tarikatın "şeyhi", "pîri" anlatılır. Meyhane: Tekke, mey: gerçek aşk, anlamındadır. Tasavvuf dilindeki bu terimler, mecazlar, semboller, yalnız Tekke şairleri tarafından kullanılmış değildir. Divan edebiyatımızda din-dışı konular¬da şiirler yazmış şairler de bunlardan yararlanmışlardır.

Tasavvuf edebiyatımızda, bu düşünceye bağlanmış, duygu ve inançlarını ya¬lın bir içtenlikle dile getirmiş en önemli, en büyük şair Yunus Emre'dir.

Yunus Emre, yalnız Tasavvuf edebiyatımızın değil, Türk edebiyatının da en büyük şairlerinden biridir

Orhan EREN

28 Mart 2009 Cumartesi

Beklenen Albüm “Filistin Şarkıları” Çıktı!

Beklenen Albüm “Filistin Şarkıları” Çıktı!
Cum, 27/03/2009 - 19:45 — Yunus Emre

Bu ızdırabı yaşayacak kadar olgunlaşmış iklimlerin, doğmamış şehirlerin,
Gelmeyen baharlarınla, topraklarınla, yağmurlarınla, avuçlarınla çok küçüksün Filistin.
Mezarlarınla çok küçük.
Sana ne yaptılar böyle Filistin. Açık hava morgu mu diyorlar adına!
Neden hâla bakışların kanıyor, neden soluyor duvarları evlerinin.
Hangi dağ büyüktür senin umudundan,
Hangi ırmak hayallerinden daha coşkun akar!
Seni yok etmek isteyenlere şarkılar söylemeye devam et Filistin.
Çünkü biliyoruz ki bir şarkılık ömrü vardır demir tayların, mitralyözlerin, zalimlerin.
Biliyoruz Filistin
Özgür sokaklarında, çocuklarınla saklambaç oynayacağımız günleri göreceğimizi biliyoruz.
O günlere koşuyoruz Filistin...

Yüreğimizin ses çıkarması gerekiyor; yürekten bir çığlıkla dünyanın bu vahşeti daha fazla izlemesi engellenebilir ancak. Yürekten çığlık koparsa, hayatın her alanına inmiş oluruz.

Filistin’e, Gazze’ye işgal altında olan-olmayan şehirlerimizi, kardeşlerimizi kucaklayamadığımızdan sonra yaptıklarımızın ne anlamı var? Onları evlerimize, ülkemize davet etmediğimiz müddetçe, onlarla en sevdiğimiz şeyleri paylaşamadığımız; ensar-muhacir kardeşi olamadığımız müddetçe neyin hakkını soruyoruz?

Filistin Şarkıları albümü kardeşliğe çağırıyor bizleri,
Özgür sokaklara, çocukların saklambaç oynayabileceği günleri görebilmek için umudu muştuluyor…
Umudun gökyüzünü kaplayan dumanın arasında kayboluşu,
Annelerin feryatlarının bomba seslerine karışması,
Hüzün, gözyaşı, yaşama çığlıkları…

“Birileri seslerini yükseltmeli” diyen Edward Said şöyle diyordu: “ İsrail politikaları bölge için tam bir felaket getirdi. Güçlerini her artırdığında veya Filistinlilere verdiği felaket bir yana etrafındaki yıkıntıyı her genişlettiğinde kendisine karşı duyulan nefret de arttı. Ancak Arap liderleri sessiz kaldılar. Oysa onlar İsrail ile barış hazırlığında olduklarını açıklamışlar ama Şaron'dan artan tokatlardan başka bir şey alamamışlardı Şaron bütün dünyaya meydan okumakla övünüyor. Dünya antisemitizm ve Şaron'un Yahudi halkı adına yaptığı iğrençlikler sebebiyle İsrail'i kınamamakta. Bu çirkin eylemlerin kendilerini temsil etmediğini hissedenlerin, durdurulması yönünde istekte bulunma zamanı gelmedi mi artık?

İşte bu 10 yiğit adam sesini yükseltiyor:

1-) Sözün Bittiği Yer / Adem Tuzcu
2-) Düşme Anne / Grup Yürüyüş
3-) Mavi Emzikli Bebek / Kardeşlik Çağrısı
4-) Nereye Ey Şehid / Yusuf Eker
5-) Selam Söyle / Hasan Sağındık
6-) Güneşi Tutamadım / Grup Genç
7-) Merhametin Rüzgârı / Mikail
8-) Uzatma Kollarını / Hakan Aykut
9-) Endülüsten Kudüs'e / Taner Yüncüoğlu
10-) Kudüs / Ömer Karaoğlu

Bu albüme eserleriyle, niyetleriyle ve dualarıyla destek veren tüm dostlara selam olsun,
Selam olsun sözüne hak için, insanlık için söyleyenlere...
Ve selam olsun Filistin’in onurlu insanlarına.

İsteme Adresi: http://www.adimtv.com

Yunus Emre Tozal
Analitik Bakış

Yazıcıoğlu'nun, Hz. Peygamber hasreti

Yazıcıoğlu'nun, Hz. Peygamber hasreti
Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı ve Sivas Milletvekili Muhsin Yazıcıoğlu'nun, geçirdiği helikopter kazasından sadece 2 saat önce Hz. Peygambere hasretini dile getirdiği öğrenildi.


Kazadan 2 saat önce Anadolu Gençlik Dergisi'nin “Kutlu Doğum Haftası” özel sayısı için verdiği söyleşide Yazıcıoğlu'nun cevapları yürekleri burkan cinsten… Henüz yayınlanmayan Anadolu Gençlik Dergisi'nden muhabir Fatma Acer'in soruları ve Yazıcıoğlu'nun cevapları şöyle:

- Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) ismini duyduğunuzda hissettikleriniz nelerdir?

- Hüzünleniyorum… Görevini yerine getiremeyen bir kölenin hicabı. Onun arkasında bıraktığı mirasa, onun istediği gibi sahip çıkamadık. Onu anlatamadık, çünkü onu anlayamadık. Onun adını duyduğumda bu nedenlerle hüzünleniyorum. Tüm peygamberlerin şahitlik yapacağı yargı gününde onun ümmetinden olma şerefini ve liyakatini inşallah taşırım. Allah onun şefaatinden bizleri mahrum etmesin.

- Peygamber Efendimizin (s.a.v) sizi en çok etkileyen yönü nedir?

- Allah Resulü mükemmeldi. Bu cümleden hareketle, onun bütün güzellikleri karakterine dercettiğini düşünüyorum; o harika bir liderdi. Mütevaziydi, hoşgörülüydü, müşfikti, aydındı, çile adamıydı, kısacası muhteşemdi. Bütün bunlara rağmen o bir insandı. Onun, ilahi kelamda çokça zikredilen beşeri vasfını arka plana iterek onu dünyamızdan uzaklaştırdık ve aslında kendimize kötülük yaptık. Peygamber Efendimiz bir insandı, onun en etkileyici tarafı her yönüyle “güzel insan” sıfatına sahip olmasıydı.

Aslan Değirmenci

MEHMET RUHİ AREL 1880-1930

MEHMET RUHİ AREL 1880-1930

1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla sanat ortamında bir dizi yeniliğin önü açılmış oluyordu. Kuşkusuz bunların başında da model kullanımı gelmekteydi. S. Valeri ve J.W.Zarzecki dönemi Sanayi-i Nefisesi’nin modelleri hamallar, dilenciler, sarıklı yaşlı adamlar ve de 110 yıldan fazla yaşayan ünlü Zaro Ağa idi. Hikmet Onat’ın da kendisiyle yapılan görüşmelerde sık sık dile getirdiği gibi öğrenciler bu yaşlı modellerden etüd etmekten sıkılmıştı ve üstüne üstlük bu modellerin giyinik olmaları, öğrencilerin doğru düzgün anatomik çalışma yapmasına da izin vermemekteydi. İşte, II.Meşrutiyet sonrasında öğrencilerin modelden çalışma hakkına kavuşmalarının bir ürünü Mehmet Ruhi’nin bu çalışması. Çalışmanın Cormon atölyesinde değil de Sanayi-i Nefise Mektebi’nde gerçekleştirildiğinin işareti de kuşkusuz tarihi. 1909 yılında Avrupa sınavını kazanan ve 1910 yılında Paris’e giden sanatçının belki de İstanbul’daki son çalışmaları

Mehmet Ruhi’nin “Sabah Namazı”, “Sabah Namazında Dua”, “Namaz Kılan İhtiyar Adam” gibi varyasyonlarıyla çok defa işlediği konulardan biri… Resim yine sanatçının derin sanat tarihi bilgisine işaret ediyor. Kompozisyon, onlardan daha karanlık olmakla birlikte Kuzey resimlerini akla getirmekte. Almanya, Hollanda, Flandra ve bir kuzey ülkesi olmamasına karşın Venedik’te sanatçı, kandil, çiçek, pencerenin açık ya da kapalı oluşu gibi unsurları kullanarak sembolik bir dil oluşturur ve söz konusu öğeleri kullanarak bir nevi ahlak dersi verir. Yorumlarımızı böylesi bir benzerlik üzerine temellendirecek olursak, resimdeki mum ışığının savaş yıllarını geride bırakmış bir ulusu simgelediği, bu yaşlı adamın bu ulusun geleceği için dua ettiğini, pencereden gelmekte olan ışığın da sağlam bir geleceği muştuladığını düşünmek yerinde olacaktır.

1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla sanat ortamında bir dizi yeniliğin önü açılmış oluyordu. Kuşkusuz bunların başında da model kullanımı gelmekteydi. S. Valeri ve J.W.Zarzecki dönemi Sanayi-i Nefisesi’nin modelleri hamallar, dilenciler, sarıklı yaşlı adamlar ve de 110 yıldan fazla yaşayan ünlü Zaro Ağa idi. Hikmet Onat’ın da kendisiyle yapılan görüşmelerde sık sık dile getirdiği gibi öğrenciler bu yaşlı modellerden etüd etmekten sıkılmıştı ve üstüne üstlük bu modellerin giyinik olmaları, öğrencilerin doğru düzgün anatomik çalışma yapmasına da izin vermemekteydi. İşte, II.Meşrutiyet sonrasında öğrencilerin modelden çalışma hakkına kavuşmalarının bir ürünü Mehmet Ruhi’nin bu çalışması. Çalışmanın Cormon atölyesinde değil de Sanayi-i Nefise Mektebi’nde gerçekleştirildiğinin işareti de kuşkusuz tarihi. 1909 yılında Avrupa sınavını kazanan ve 1910 yılında Paris’e giden sanatçının belki de İstanbul’daki son çalışmalarından Mehmet Ruhi’nin sanatını değerlendirirken sık sık faydalandığımız Hadjinicholao’ya ve onun “sanat yapıtları ve onların çağdaş arka planları arasındaki ilişki” sine bu resimde yeniden dönüyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen yıllarda kalkınmaya büyük önem verilmiş ve bir yandan sanayileşme girişimlerinde bulunulurken diğer yandan tarımın ilerlemesi için büyük çabalar sarf edilmiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal, “Köylü, milletin efendisidir.” sözüyle Cumhuriyet’in bu polkitikasını özetlemiş ve çağının ressamı Mehmet Ruhi de bu sözü görselleştirmiştir.



Bahriye Mektebi'ni (1900) ve Sanayi-i Nefise'yi (Güzel Sanatlar Aka¬demisi) bitirdikten (1909) sonra Paris'e giden Mehmet Ruhi Arel, Güzel Sanatlar Ulusal Yüksek Okulu'nda Fernand Piestre Cormon'un yanında beş yıl çalıştı. Birinci Dünya savaşı başlayınca yurda dönüp, Akademi'de perspektif öğ¬retmenliğine atandı. Ama bir süre sonra, "Akademi'deki sanat eğiti¬mini, çağın gidişine uygun görmediği için" görevinden ayrılarak, Dârü-leytam, Kabataş, Namık Kemal, Kız Muallim okullarında ve Bahriye'de resim öğretmenliği yaptı. Bir ara yeniden Akademi'ye döndüyse de, yapılmasını istediği yenilik ve re¬formlar, ancak ölümünden birkaç yıl sonra gerçekleştirilebildi. Ressamlar Cemiyeti'nin kurulmasın¬da büyük katkısı olan Mehmet Ruhi Arel'in resimleri, yaşadığı dönemde Almanya, Avusturya ve İtalya'daki karma sergilere gönderilmiştir.
Özellikle perspektif bilgisi Ahmet Ziya Akbulut’un perspektif bilgisi kadar geniş olan sanatçı, birinci Dünya savaşından hemen sonra Şişli'de Envar Paşa tarafından açılan atölyede, çağdaşı birçok ressamla birlikte çalışmış, kahramanlık ko¬nuları içeren kompozisyonlar yapmıştır.Yaşadığı dönemde yeterince anlaşılıp değerlendirilmemiş bir sanatçı olan Mehmet Ruhi Arel, özellikle yöresel nitelikli yapıtlarıyla çağdaş Türk resminde bir "yol açıcı" kimli¬ği taşır, birçok tablosunda özelliklede İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'ndeki büyük Taşçılar kompozisyonu) toplumlal içerikli figürlere öncelik vermiş, halk yaşamına bir gözlemci tutumuyla eğilmiştir. Çok figürlü büyük boyutlu kompozisyonların¬da, Osman Hamdi Bey'in başlatmış olduğu geleneğin içinde yer alır gibi görünürse de, daha çok Hoca Ali Rıza'nın çizgisine yakındır
MEHMET RUHİ AREL 1880-1930

Mehmet Ruhi, resme olan ilgisi Bahriye Mektebi’ndeki öğrencilik yıllarında başlıyor. Askeri okullardaki resim dersleri bilindiği gibi perspektif yani fenn-i menazır öğretimine dayalı. “Oğlu Şemsi Arel’in Portresi”nde, “Leblebici” de, “Bir Zeybek” de, “Sabah Namazında Dua”da, “Kağıthane” de ve diğer pek çok resminde karşımıza çıkan perspektif bilgisinin ustaca kullanımının kökeni kuşkusuz buraya uzanmakta. Sanatçı daha sonra Sanayi-i Nefise Mektebi’ne giriyor ve burada Salvatore Valeri’nin öğrencisi oluyor. Valeri’nin pek de usta bir ressam olmadığı muhakkak. Sanayi-i Nefise’de hocalık yapmasının tek nedeni var o da figür çizmeyi tercih etmesi. Peki Mehmet Ruhi’ye katkısı hiç mi olmadı? Bana kalırsa, bir Oryantalist ressam olan ve bu bağlamda satıcılar, dilenciler gibi farklı kesimlerden kişileri ve farklı etnik gruplardan insanları tuvallerine alan Valeri, Mehmet Ruhi’nin folklor temasına yönelmesinde başlıca etken."

1880 yılında İstanbul Galata’da doğdu, küçük yaşlardan itibaren resme ilgi duydu. Bahriye Mektebi’ni 1908 yılında Gemi Mühendisi olarak bitirdi. 1903 ile 1909 yılları arasında Sanayi-i Nefise Mektebi’nde sanat eğitimi aldı. Osman Hamdi Bey ve Salvatore Valeri’nin öğrencisi oldu. Okulu birincilikle bitirdikten sonra 1910’da açılan Avrupa sınavını kazanarak Paris’e gitti. Burada Ulusal Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda (l'Ecole Nationale Supérieure des Beaux-Arts) Fernand-Anne Piestre Cormon’un atölyesinde çalıştı.

1914 yılında yurda döndü. 1917’de Celal Esad Arseven’in girişimiyle deniz temalı resimler üretmek amacıyla açılan Şişli Atölyesi’nde İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Namık İsmail, Ali Sami Boyar, Ali Cemal Ben’im ile birlikte görev aldı. 1918’de açılan Viyana Sergisi’ne katıldı. Önce çeşitli orta öğrenim kurumlarında resim hocalığı daha sonra da Sanayi-i Nefise Mektebi’nde perspektif (menazır) hocalığı yaptı. Ancak çok geçmeden son görev yeri olan Üsküdar Ortaokulu’na atandı. Sanatçı, 1931’de İstanbul’da öldü.

Türk izlenimci kuşağının en güçlü temsilcilerinden biri olan Mehmet Ruhi Bey son yıllarında seramik çalışmaları da yaptı. Kompozisyonları ve portrelerinde çok başarılı olan Arel, yöresel yaşama eğilimli bir sanatçı olarak bilinir. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin kurucularındandır.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, temel ilkelerden olan halkçılık, milliyetçilik ve bunların sonucu olan ulusal egemenlik kavramı kültür ve sanat politikalarının da belirleyicisi olur. Sanayi doğrultusunda girişilen çabalar, büyük kent ölçeklerindeki kültürleşme sorununu gündeme getirir.

BİR YALNIZLIK GECESİNİN VEHİMLERİ

Eserlerinden
Bölümler
(1)
HİKAYELERİM'den�

BİR YALNIZLIK GECESİNİN VEHİMLERİ
���������..
"Büyükbabam gözümün önünde öldü. Yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı renkte kupkuru bir ayak... Buruşuk bir yorgan... Arkasına yastıklar doldurulan hasta, yatağa yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak, göz alabildiğine uzak bir âleme dalmış...
Tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü...
Ne o? Gayet ufak bir hâdise!... Bir baş göğüse düştü... Bu adam öldü mü? Bu adam yok mu artık?
Nasıl olur? Ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
Mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. Halbuki çıldırmayız. O halde inanır mıyız? İnanmayız da... Hattâ öyle anlarımız olur ki, "bak bak, deriz; şimdi, şimdi kapı açılacak ve büyükbabam içeriye girecek sanıyorum!" İnanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz? Razı da olmayız. Herşeye rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir. Ah, alışmak!... Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum...

� � �

Bu şeylerin üstünden yıllar geçtikten sonra o kadar korktuğum bu evde, yapayalnız, bir gece geçirdim. Yapayalnız bir gece, o kadar korktuğum bu evde... Eski uğultulu âlem sanki bacalardan ve pencerelerden süzülüp gitmişti. Ölenlerle kalanların birbirinden farkı yoktu. Mademki biri yaşadığı halde yok olabiliyordu, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilirdi.
O gece hayâlimde sağlarla ölülerin birindeki varlık, ötekindeki yokluk esasları öyle bir birleşmişti ki, ateşi kırk dereceyi geçen bir hastanın vehim dediğimiz ölçüsüz hassasiyetiyle, ölüleri dirilerden daha mükemmel ve tam bir fiilin şartları içinde yaşıyor farzettim.
Odamın kapısını, küçüklüğümden kalma tabiî bir sevkle sımsıkı kapamış ve eski bir konsol üzerinde duran altı mumlu iki şamdanın bütün mumlarını yakmıştım. Odanın bir köşesinde bir koltuğa gömülmüş, düşünüyordum. Derin bir suda yüzerken bir anda altında kaç kulaç su bulunduğunu düşünüp bütün kuvvet ve cesaretini kaybeden bir yüzücü gibi, o anda benden başka içinde kimse bulunmayan yirmi odalı evi düşünüyor ve korkup korkmadığımı kendime soramıyordum. Ta karşımdaki duvarda, kızkardeşimin ufak bir fotoğrafıyla, büyük babamın adam boyu, yağlı boya bir resmi vardı. İki ölünün resimleri...
Gözlerim resimlerden mâziye aktı. Kızkardeşim elinde hafifçe ısırılmış bir elmayla yanıma geldi ve bir ayağını arkaya, bir elini omuzuma atarak yalvarmaya başladı: - Kuzum ağabeyciğim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı ver de, sana bu elmayı vereyim. Biraz ısırdım amma ziyânı yok..

� � �

Büyükbabamın ölüsünü hamama koymuşlardı. İşte halamın oğluyla beraber ölüyü görmek için bahçeye çıktık ve hamamın yüksek penceresine bir merdiven dayayarak içeriye göz attık. Çocuk merakı... Büyükbabam, teneşirde upuzun yatıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar baktığım ölüden bana çarpan şey, yalnız sakalları; sapsarı derisinin üstünde tane tane yapıştırılmış gibi duran seyrek ve beyaz sakalı oldu. Ölü bir tenden fışkıran, kurumuş otlar gibi ölü ve kıvırcık teller... Yıllar önce ölmüş bir insanın toprak altında çürümüş eczasını birleştiren muhayyilem, onu diriltti de... Birden sezdim ki, oturduğum oda büyükbabamın sağlığında hiç çıkmadığı, işte tam şu karşıki kanepede Fuzulî Divanını okuduğu oda... Büyükbabam köşesinde, Fuzulî Divanını okuyor... Aman Allahım, o sakal, o sakal... Seyrek, beyaz, kıvırcık... Gözlerinde gözlüğü... Kitabın, kenarları yenmiş siyah kabında tırnaklarının çizgisine kadar tanıdığım uzun, ince, fildişi gibi solgun parmakları duruyor. Elbisesi, ayakkabıları, o, o, Büyükbabam... Bir anda tam ve katı bir hakikât elbisesine bürünmüş zehirli bir duygu, tıpkı çukuruna giren bir bilye gibi beynime oturdu ve kulağıma şöyle fısıldadı:
- Kim demiş sanki, ölüler yaşamıyor? Şu anda sen Büyükbabanı ta karşında görmüyor musun? Yaşasaydı nasıl görecektin? Yine böyle, değil mi? O zaman belki biraz daha açık, daha tabiî, varlığına daha inanmış olarak görecektin! Mâdemki şimdi onu müphem de, bulanık da olsa yine görebiliyorsun, bu görüşün biraz daha tekâmül ettiğini farzet! Biraz daha tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu var mıdır? Boyuna tekâmül... Ne oldu? Büyükbaban bütün varlığıyla karşında, değil mi? Karşındaki vücuda inanıyorsun! Şimdi kalk ayağa, yürü Büyükbabana doğru! Yaklaş, uzat parmağını! Gözlerin öyle ayân görüyor ki, parmağını uzattığın zaman bir cisme değeceğinden eminsin! Dur şimdi, sakın bu emniyet hissini kaybetme; bu hissin üzerinde dur! Tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu yoktur. İşte elin bir maddeye değdi. Büyükbabanın ellerini tuttun! Sesini duymaya gelince, onun sesi çoktan beri kulağında... Dinle, sana ismini söylüyor! Kulak ver, buldun mu o sesin âhengini? Hiç kaçırma! Bu duygunun üzerinde ısrar et! Tekâmül... Ve işte konuşmağa başladın. Onunla konuşuyorsun! Görüyor, dokunuyor ve işitiyorsun! Demek ki, Büyükbaban yaşıyor. Bu kadar açık gördüğün, ellerini avucunda tuttuğun ve sesini beyninde dinlediğin bir vücut var değilse, o halde hiçbir şey var değil.. Bana var olan bir şey göster! Meselâ şu masa... Ben diyorum ki, masa yoktur! Gözünle görüyorsun, değil mi? Gözünle gördüğün şeyin o olduğunu ne biliyorsun? Çünkü elinle de dokunuyor, vurduğun zaman sesini kulağınla da duyuyorsun! Beş duygunla birden onun varlığını kaydediyorsun. Halbuki tutmak ayrı, görmek ayrı... Tuttuğun şeyi nasıl görebilirsin? Duymak ayrı, tutmak ayrı... Duyduğun şeyi nasıl tutabilirsin?
Bütün bu anlayış vâsıtaları, birbirini kontrol etmek hakkına mâlik değil... Hepsi kendi cinslerinden bir vâsıtayla ayrı ayrı kontrole muhtaç... Beş duygumuzun müşterek ve tek bir duygu halinde, bir varlığın künhüne yalnızca varabilen bir altıncısı nerede?
Farzet ki, gözün kör, kulağın sağır, uzviyetin de, donmuş bir parmak gibi dokunduğu yerin temasını hissetmeyecek kadar uyuşuk... Şimdi senin için dünya boşluk gibi bir şeydir. Fezanın ta kendisidir. Yere basmıyorsun, çünkü ayakların duymuyor. Gözün görmüyor ve kulağın işitmiyor. Havada yürür gibi yürü! Önüne bir duvar geldi. Çarp!... Ne malûm çarptığın? Çarptığını duymayacaksın ki, duvar yoluna engel olabilsin. Sen kendini yürür farzettikten sonra yürümediğini sana kim ispat edecek? Yere düştün! Ne malûm? Sen kendini, yerde yattığın halde bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra... Hissediyor musun? Bak, bir kaç duygunun iptaliyle kâinat ne hale giriyor? Fizik varlıklar nasıl hacimsiz bir satha ve sonra satıhsız bir fezaya doğru gidiyor? Hani bunların hepsi vardı? Birkaç hissimiz iptâl edilir edilmez nereye gittiler? O hâlde yok, değil mi, hiçbir şey yok... İster öyle diyelim, ister herşey var diyelim. Herhalde herşey var diyelim. Gözümüzün görmeyeceği ve kulağımızın duymayacağı şekilsiz vücutlar ve vücutsuz şekiller var... Bilhassa ölüler ve mâzi var... Hassasiyetimiz bir kere tabiînin üstüne çıkınca bizim için yepyeni bir âlem başlayacaktır. Girelim o âleme! Orada kaçırılmış bütün ânlarımızı, mazimizi ve ölülerimizi bulacağız. Sağır bir odaya kapandığımız zaman dışarıda uğuldayan şehirden ne kadar eminsek, ölülerimize de o kadar inanalım! İçinden bir kere geçip, bir daha görmediğimiz bir sokakla, bir ölünün farkı ne? O sokağı görmediğimiz ve bir daha görmeyeceğimiz halde yerinde sanıyoruz da, ölülerimizi, belki göreceğimiz halde yok biliyoruz. Bir inanış farkı...
Ölüler yaşıyor, ânlar yaşıyor; bütün hisler, fikirler, heyecanlar fezada, aklın gidemeyeceği kadar uzak ve başka bir iklimde ve muallâkta, dumandan buz haline geçmiş billûr ve sivri kayalıklar şeklinde yaşıyor, herşey yaşıyor..."





CİNNET MUSTATİLİ'nden�

DÖRT KÖŞE MEYDAN
���.
Yarabbi; (11 Mayıs 1953 Pazartesi akşamı, Ankara Hapishanesi revirinde dişçi odası, saat 7.30) bu satırları karaladığım, şu anda, senden, bu dünya cehennemine bir kartpostala bakar gibi, yanmadan ve kavrulmadan, sadece ibret ve haşyet gözüyle baktıracak ruh kuvvetini istiyorum. Yarabbi, bu kuvveti bana ver; ve içinde yandığım alevleri, onlardan alınacak ders ve ahlâk mahfuz, içimde kartpostallaştır! Onu kendime ve bütün dünyaya, senin için, hikmetlerin adına, emniyet ve hâkimiyetle gösterebileyim...
Ah, bu dört köşe meydanın, çepçevre dört çizgi halindeki yollarında duyduklarım!.. Eğer Allah ile aramdaki sırların hududunu örselemek korkusu olmasaydı, birkaç kelimeyle sizi fena edebilirdim. Tek kelime dinleyemez hâle gelir ve etinizden kılçık çeker gibi, bu bahsi kafanızdan atmaya, çıkarmaya, itrah etmeye, kayyetmeye mecbur kalırdınız.
Var ne, yok ne, ayniyet ne, zıddiyet ne, tek ne, çift ne, adet ne?...
"- Hiçbir nefse takatından fazla yüklemem!"
Buyuran Hakka ne diyebilirdim?.. Çekiyordum, çekecektim. Halimden sadece (fizyolojik) bir iki tezahür kaydedeyim: Sinirlerim o hâle gelmişti ki, dört köşe meydanın pencerelerinden gözüme çarpan Malatya ışıklarını sarımtırak beyaz değil de, kırmızı, kan rengi kırmızı görüyordum. Süt beyaz kara baksam yine o renk... Ve dehşetler içinde görüyordum ki, yatağımda veya dışarıda ve daima herkesten gizliyordum ki, gözyaşları, artık gözümden, (firijider)den çıkmış gibi, buz gibi gelmektedir. Katiyen insanı kandırmıyan ve cümudî bir bünyeden sızdığı hissini veren bu soğuk, buzdan soğuk göz yaşlarını, 40 küsur yıllık hayatımda ilk defa olarak, Malatya'da görüyordum. Bir müddet sonra, Kâinatın Efendisine, Peygamberlerin Başbuğuna ait bir düstur olarak öğrendim ki, en makbul gözyaşı, ruhanî gözyaşı buymuş; gözden buz gibi gelen yaş... Fakat ben kendimi böyle bir hâle lâyık görmediğim için teselli hissemi çıkaramıyordum.
Bu hâlin, farkındasınız, ruhî arazlarını tam anlatamıyorum; onlar bende kalacak, belki tohumlaşıp, nice esere gövde verecek, fakat aslâ oldukları gibi gösterilmeyecek ve dudaklarımın ucunda kalmış olarak benimle mezara girecektir. Fakat sakın bunları, telâfisi derhal mümkün ve çoğu maddeye bağlı dünya sıkıntılarına ait şeylerden doğma sanmayın!
Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz, çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli, artık bana "Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem" demekten bile korkan dostların vaziyeti... Bütün bunlar belki sıkıntılarımın başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet, mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak... Bunlar kaldı. Bunlar ve ben... Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali kurcalamaya mahkûm ben:
-Nokta ne, çizgi ne, satıh ne, cisim ne, renk ne, ışık ne, ruh ne?.."

BİR ADAM YARATMAK YA DA BİR NECİP FAZIL FACİASI

Dilek Yigiterhan

BİR ADAM YARATMAK
YA DA BİR NECİP FAZIL FACİASI

Varlığının sebebi sen misin?
Ben yok olamam.
Yeni sezonda İBŞT ‘de sahnelenen Necip Fazıl Kısakürek’in Bir Adam Yaratmak adlı oyununun tanıtım cümleleri bu cümleler. Yollarda bilboardları süsleyen bu cümle için yazımı bitirmeden bir yorumda bulunmayı tercih etmiyorum.
Hakkında daha sahnelenmeden fırtınalar kopartılan ve neredeyse laik-antilaik, islami kesim/laik kesim tartışmalarına sebep olan oyunun yazarı hakkında kısaca bilgi edinelim. Kimdir Necip Fazıl Kısakürek?İstanbul Üniversitesi ve Sourbonne Üniversitesinde felsefe öğrenimi görmüş,renkli kişiliği ve hayatı ile edebiyatımızın önemli simalarından biri olagelmiş bir şair ve oyun yazarı. Kendi deyimi ile debdebeli bile zengin/köşk yaşantısının içinde kendini,tanrısını ararken yolu Eyüp’teki bir şeyhin evine düşer ve ondan sonra bir yüzleşme ve dönüşüm süreci başlar hayatında. Bu dönüşümü ve yaşadığı köşkü Ahşap Konak adlı oyununda daha ayrıntılı bir biçimde görmek mümkündür. Kısakürek yaşadığı bu lümpen hayattan öylesine nefret etmektedir ki oyunun sonunda içinde annesi ve kız kardeşi olduğu halde konağı yakmaktan kendini alamaz
Bu kendini ve tanrısını arama süreci Bir Adam Yaratmak oyununun da esas temasını oluşturmaktadır. Sanatın tanımı ve işlevi,insanın kadere karşı mücadelesi ise bu esas temaya eklemlenen yan temalardır. Yazar eserinin 7 başlık altında algılanmasını ister.
1.Eser ve eseri karşısında insan
2.Allah ve Allah karşısında insan
3.Cemiyet ve cemiyet karşısında insan
4.Ölüm ve ölüm karşısında insan
6.Bazı dost ve aile ilişkilerimizde gözlerimizden perde kaldıran cinnet dünyası ve bunun doğruluk derecesi
7.Cemiyette bazı faaliyet nevillerini temsil eden cüce tipler,rolleri,hareket tarzları,ruh halleri.
Yazar oyunun başında böyle bir açıklama getirerek oluşabilecek her türlü yanlış anlamayı da bertaraf ediyor(!).
Böyle bir oyunun konusu ne ola ki?
Oyun meçhul bir tarihte İstanbul’da geçer. Ruhsal hezeyanlar içinde yanıp tutuşan Hüsrev yeni bir tiyatro eseri yazmıştır. Eserinde evinin bahçesindeki incir ağacına kendini asarak hayatına son verir kahramanı. Tıpkı gerçek hayatta babasının yaptığı gibi. Bu tesadüfü(asıl oyundaki kilitli noktada budur:Sanat-ayna ilişkisi)bir gazeteci farkeder ve yazar. Bunun üzerine toplum içinde düşeceği durumu düşünerek (babasının ölümü ve ölüm nedeni cemiyetten saklanmıştır) bunalıma giren Hüsrev’in oyunun sonunda kendini bahçedeki incir ağacına asma kararına kadar varır. Hüsrev, insanın yarattığı eseri bir kader olarak yaşayıp yaşamayacağı üzerine düşünürken kazayla onu seven genç bir kadını/amcasının kızını da öldürür. Oyundaki tek saf ve temiz ,sevgi dolu iyilik timsali kişilik de böylece daha ilk perdenin başında oyun dışı kalmıştır. Oyunun diğer iki perdesi boyunca çıkarcı gazete patronu ve iffetsiz karısı,sürekli ağlarken gördüğümüz ve annelik dışında bir özelliği olmayan annesi,sessiz uşak ,oyunun sonunda iyilik meleği kesilen muhabir genç ve yardımsever genç tiyatro oyuncusu ve Hüsrev arasında sanat,kader,insan ilişiklerindeki vurdumduymazlıklar,çıkar ilişkileri,ölüm ve Allah üzerine sonu gelmez ve bitimsiz sarmal bir biçimde Hüsrev’in sonunu getiren,onu delirten diyaloglarla karşılaşırız.
Kısakürek’in ilk büyük Türk trajedisi( o dönem türkçe’siyle facia deniliyordu) dediği oyunda Hüsrev’in aklını kaybetmesi bugünden bir bakışla oldukça akla yakın görünüyor. Kısakürek’in ve belki de bugün onu canla başla bir yerlere koyanların belki de sadecece onların bakışıyla Hüsrev’in erdem olarak görünen nice tavrı ve yaklaşımları benim için bir akıl zafiyetinden,hastalıklı bir düşüncenin ürünlerinden başka bir şey değil.
Bir hududu zorladım. kendimin dışına çıkmak isterken,kendime rast geldim. Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık taslamalıymışım. Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkmalıymışım! “ (II;5)
Bir sanat eseri yaratırken sanatçının kendisiyle , yaşadığı toplumla,dünyayla yüzleşmesi,iç benliğiyle hesaplaşması kaçınılmazdır. Ancak narsizmin ve megalomanlığın sınırları bu kadar zorlanmamalıydı. İnsan kendine rastladığı yerde Allahı bulabilir,bu kişisel bir şeydir ancak Tanrının insanı nefret,küçük görme ve akıl zafiyeti içinde ve bir sanrı sırasında yarattığını düşünmek türümüz için ne utanç verici olur. Hüsrev’in hal ve tavırlarındaki esriklikle birleşince bu cümleden başka bir sonuç çıkarmak mümkün görünmüyor.

“ Bir adam yaratmaya kalkıştım. Ona bir surat ve kader bulmak...Nerede bulayım? Kendimi buldum. “ (III;9)

“ Yaratıcı neymiş,yaratmağa kalkışarak tanıdım. Yalancı ilah,doğrusunu tanıdı....Ben şimdi şu anda tanıyorum Allah’ı.”(III;9)
İnsan ne yaparsa yapsan kendinden uzağa düşemez, demek istemiş herhalde diye düşünüyorsanız bu kadar basit değil. Çünkü Hüsrev’in düşünüşüyle bakacak olursak ortada devinimsel,sebep sonuç ilişkisiyle açıklanabilecek hiç bir şey yok. Her şey tamamen sezgisel demek bile bir açıklama olamaz.

“ Sebep dediğiniz de ne?Bir hiç,bir hiç! “ (I;11)

“ Bir sigara kağıdını şu masaya koy,üç yüz sene sonra gel,yerinde bulursun. Belki sararmış,belki buruşmuş,fakat yine o. Bir sigara kağıdı kadar yaşamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz. “ (III)

Bundan üç yüz sene sonra masaya koyduğumuz sigara kağıdının değişmesi artık başka bir şeye dönüşmesi ve bizim de (aynı nehirde iki kez yıkanılmaz çünkü artık ne o nehir eski nehirdir ne de sen eski sen ilkesinden hareketle)aynı kalmamızın mümkün olmadığı gerçeği/gerçekliği Hüsrev’in düşünüşünde asla yer bulmayan bir gerçekliktir. Onun için her şey sonsuz,döngüsel ve kaçınılmaz bir şekilde kaderin elindedir. İnsanın bu kaderden kaçması ya da bu kadere karşı koyması felaketlere yol açar ve olanaksızdır.Hüsrev acı çekmek için vardır ve kaderine razı olur,gazete patronu arkadaşı iki yüzlü ve çıkarcıdır oyun boyunca başka türlü davranması beklenemez. Karısı iffetsiz bir kadındır. Hüsrev’in şu sözleri karşısında bile titreyip kendine gelmez:

“ Sen tam bir kadınsın. Cinsiyetinin kör hamlelerinden başka bir şey görmüyorsun. Haklısın. Çünkü tabiatın çocuğusun.” (II;6)

Kadın tabiyatı hakkındaki bu tesbitin uzandığı toplumsal ve ideolojik platformlara girmeyi sözü uzatmamak adına burada uygun bulmuyorum. Ancak aşina geldiğini söylemeden edemeyeceğim.
Kısakürek’in oyun kişilerinin çiziminde izlediği bu şablon biçimi tercih etmesinin nedenini bir tragedya yaratma çabasına verebiliriz. Yine de uzun ve edebi diyaloglarla dolu bu üç perdelik uzun oyunun günümüz seyircisi için seyri güç olmasında oyun kişilerinin gelişim çizgisinden uzak oluşunun da etkisi olduğu kanaatindeyim. Şunu da eklemeden edemeyeceğim oyun kişilerinin tip olduğu tiyatro oyunlarında bunun seçilmiş bir durum olduğu ve bu yolla toplumsal bir eleştirinin amaçlandığı açıktır. Ancak Hüsrev’in ağır felsefi ve psikolojik yönlerinin altının çizili olması ve tip değil karakter olarak çizilmesi diğer oyun kişileriyle aralarındaki iletişimi yok ediyor. Böylece amaçlanan toplumsal eleştiri sağlanamazken iyi/kötü çatışması ekseninde yaşanan durum sığlaştırılıyor.
Belki de bu Kısakürek’in kendisinin de içinde bulunduğu duruma bir göndermede bulunuyor.

“ Hepimiz,her şey Allah’a doğru gidiyoruz.” Allah gayedir. Her varılan şey gaye olabilir mi?” (III;9)

Her şey gaye olabilir mi? Hüsrev’in bulduğu kurtuluş yolu bir gaye olabilir mi?
Oyunun başında ölüme ilaç ölümdür diyerek teslimiyetçi bir tutum içine giren ancak oyunun sonunda ölmek yerine akıl hastanesine kapatılmayı kabul eden Hüsrev için tam tersi bir okuma da yapılabilir mi? Hüsrev kaderini değiştirmiştir diyebilir miyiz?Çok mu pembe gözlüklerle bakmak olur bu dünyaya?
Diyelim ki öyle diyelim ki bu filozofun bu eski oyununu bugünden bakarak ve içindeki çelişkiler yardımıyla böyle okuduk. Hüsrev kaderine karşı geldi dedik, Allahına karşı koydu çünkü kendisine sahip çıktı dedik. Bu savı oyunu okunca hemen çıkarmak mümkün değil elbet...Oyunda sadece teslimiyetçi bir düşünüş biçiminin açmazları var diyebiliriz ancak. Hem de çok bariz bir biçimde. Öyle sanıyorum ki sahnelemede ortaya çıkan ve bazı kesimlerin tepki duyduğu zayıflıkların ve anlaşılmaz hatta komik durumların temelinde de metnin içindeki, Kısakürek’in içindeki bu açmazlar yatıyor.
Oyunu Fatih Reşat Nuri Sahnesinde bir matinede bir salon dolusu imama hatip lisesi öğrencisiyle izleme fırsatı buldum. İzleyicinin oyunda gösterdiği tepkilerin eşsiz ve çok anlamlı olduğu görüşündeyim .Yer yer kahkahalarla yer yer kıs kıs gülerek ama her zaman perde sonlarında derin bir huşu ve mutlak alkışla izlenen oyunun sonu ne yazık ki sürpriz oldu. Sürprizi yazının sonuna saklıyorum.

Perde açıktı seyirciler salona yerleşmeye başladığında. Sahnede kırmızı ışıkla aydınlatılmış başsız bir gövdeyi andıran ağaç ve üzerinde sallanan düğümlü bir ip vardı.
Bir evin salonu, pencereler(ilk bakışta tablo gibi görünüyorlardı), karşılıklı iskemleler ve koltuklar. Sanki tv. de bir tartışma programı izleyecektik. Duvarlar beyaz. Ağacın dalı biraz dikkatle bakıldığında insan yüzünü çağrıştırıyordu. Daha çok maymun gibi hatta. İki koltuk , berjer eski model oymalı ve karşısında kırmızı bir son model (bellona herhalde) koltuk;eski yeni sentezi sanki....Sonra masanın üzerinde likör takımları.
Gerçekten de zamanı anlamak çok güç. Ancak dekorun işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Oyunun atmosferine ve Hüsrev’in iç dünyasına dekorun katkısı oldukça fazla. Hatta zaman zaman oyunculardan rol çaldığı bile söylenebilir. Örneğin pencerelerin tek tek açılması Hüsrev’in ruh halindeki geçişler için kullanılmış. Sanat-düşünce-hayat üçgeni üzerine Hüsrev piyesinden parçalar okurken pencereler de birer birer açılır. Pencereler Hüsrev’in iç dünyasını simgelerler adeta..Oyunun sonunda bütün pencereler açıktır. Acaba bu da savıma bir katkıda bulunacak bir gösterge olabilir mi?
Sonra duvarlarda karşılıklı birer martı tasviri...Kim bilir? Belki de gizliden bir özgürlük arzusu taşıyorlar.
Gitgide yaşama alanını daraltan bir özgürlük arzusu? Sahne değişimlerinde duvarlar içeri gelerek mekanı daraltıyor. Duvarlar oyunun sonuna doğru mekanı iyice daraltıyor. Bir kara korku hikayesi sanki sahnede oynanan. Işık oyunlarıyla korkunç bir yaratık halini alıyor ağaç.. 3. perde başı dal yukarıdan sarkar gövdesi yoktur,kökü de,pencerelerin de çoğu açıktır. Dalları hareketleniyor,boru sesini andıran bir müzik duyuluyor, karanlık;Hüsrev’in hezeyanları...İşte oyun böylece bitiveriyor.
Sahneleme aşamasında oyunculuk yorumuna pek girmek istemiyorum çünkü sahnedeki herkes elinden geleni yapıyor. Metinden kaynaklanan olumsuzluklara rağmen...
Uzun diyaloglar, durumun ve kişilerin anlaşılmasını zorlaştırıyor. Yine de bir aktör gibi görev yapan dekor ve samimi oyuncularıyla oyun tahammül sınırlarının altında kalabiliyor.

Sürpriz mi?
Bu oyunda belki de en önemli rolü oynayan ve üç perdeyi de tahammülle izleyen izleyici özellikle Hüsrev’in hezeyanlarında gülmekten kendini alamadıysa da her perdenin sonunda gizli bir umutla mı yoksa bir tür şükran duygusuyla mı bilinmez alkışını eksik etmedi. Son perde hariç Perde sonunda alkış biraz geç geldi çünkü seyirci oyunun bittiğinden emin olamadı. Benim için gerçekten sürpriz oldu. Çünkü oyunun sonunda Hüsrev kendini öldürmekten vazgeçerek kendini yakın bir arkadaşının –yine çıkarcı bir arkadaşının-özel kliniğine akıl hastası olarak yatmaya razı olur. Toplum yararına buna razı olmuştur. Belki de gayesine en yakın olacağı yerin orası olduğuna kanaat getirmiştir. Ancak her varılan gaye Allah mıdır?Allah yolunda kaybettiği aklına karşılık toplum için ruhunu da kapatmaya karar vermiştir. Bu yine de varlığına sahip çıkma adına girişilmiş bir eylem olarak kabul edilemez mi? Başka türlü nasıl açıklanır onca karmaşık,çelişen replik birbiriyle?

Türk Tiyatrosu, Necip Fazıl ve Bir Adam Yaratmak Piyesi

Türk Tiyatrosu,
Necip Fazıl ve Bir Adam Yaratmak Piyesi*
Prof. Dr. Muhammed HARB**
Çeviren: Osman AKYILDIZ

Eserleri 1950’li yılların başında Arapça’ya tercüme edilen Nazım Hikmet (1903-1963), Arap dünyasında tanınan çağdaş Türk edebiyatının iki önemli şahsiyetinden biridir. Onun hakkında Iraklı şair Abdulvahhab’ın “Nazım Hikmet’e Mektup” (Beyrut, 1956) adlı bir eser ve Dr. Ekmelüddin İhsan’ın Nazım Hikmet’ten çevirdiği “Ferhat ile Şirin” (Kahire, 1969) isimli bir piyes yayınlanmıştır.
Necip Fazıl (1905-1983) ise; 1968 yılında Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde verdiğim dersler, “Çağdaş ve Yeni Türk Edebiyatı” (Kahire, 1975) adlı kitabım, Arapça dergilerde hakkında yazdığım makaleler, tercüme ettiğim Doğu edebiyatına has bir havası olan “Hasene Bacı” (Mecelletü’l-Arabi, Kuveyt, Nisan 1986) adlı öyküsüyle tanınan diğer bir şahsiyettir.

Necip Fazıl
Türk edebiyatının gerçek bir üstadı olan fikir adamı, tiyatro yazarı, şair, gazeteci ve romancı Necip Fazıl’a Mayıs 1980’de “Şairlerin Sultanı” unvanı verilmiştir. Arapça kaynaklarda Zülkadir olarak geçen, tarihteyse Dulkadiriyye ismiyle bilinen köklü bir aileye mensup olarak 25 Mayıs 1905’te İstanbul’da dünyaya geldi Necip Fazıl.
Çocukluğunu, Sultan Abdulhamid devrinde İstinaf ve Cinayet Mahkemesi reisliği yapan dedesinin köşkünde geçiren Necip Fazıl; Amerikan Koleji ve Heybeliada Deniz Lisesi gibi çeşitli okullarda okuduktan sonra 1921 yılında İstanbul Üniversitesi’ne girdi. Sorbonna’ya felsefe tahsili için gönderildiği Fransa’da kendi deyimiyle tam bir “bohem hayatı” yaşadı. Fakat eğitimini tamamlamadan ülkesine döndü. Birkaç bankada memur olarak çalıştıktan sonra, 1938-1941 yılları arasında Fransız mektebinde, Ankara Devlet Konservatuarı’nda, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Robert Koleji’nde, Ankara Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundu.
Şiirlerini 1922 yılında yayınlamaya başlayan Necip Fazıl, 1925’de “Örümcek Ağı”nı, 1928’de ise şairler arasında “Kaldırımlar Şairi” lakabıyla iyice tanınmasına neden olan “Kaldırımlar”ı yayınladı. Dergilerdeki hikaye yazıları 1933 yılında “Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil” kitabıyla ortaya çıktı. “Tohum” 1935’de yazdığı ilk piyesidir. Necip Fazıl 1942 yılından itibaren yazarlığı bir yaşam tarzı edinmiştir.
Türkiye’de şu ana kadar en uzun yayın hayatına sahip olan aksiyoner, fikrî, edebî ve siyasi bir dergi olan “Büyük Doğu”yu Mayıs 1943’de çıkardı. Bu dergi basın ve yayın kanununa muhalefetten dolayı birçok defa kapatılmıştır.
1934 yılında Şeyh Abdulhakim Arvâsî’ye bağlanmasıyla hayata bakış açışı değişmiş ve yeni bir anlayış devrine girmiştir. Bu değişiklik fikir ve siyaset hayatına da yansımıştır. Kendini ahlâkî çöküşün, kargaşanın ve katı taklitçiliğin hakim olduğu bir sınıfta bulan Necip Fazıl, karşısında zamanın pozitivist seçkin kalemlerini ve idareciler sınıfını gördü. Türkiye’nin resmi hedefi batılılaşmaktı. Necip Fazıl ortaya çıkardığı tarihi hakikatlerle bazı mihraklar tarafından kötülenen Sultan Abdulhamid ve Vahidüddin gibi tarihi şahsiyetlerin itibarını sağlamıştır. Necip Fazıl, her yönüyle Tanzimat devrini eleştirmiştir. Necip Fazıl’ın en önemli çalışmalarından olan “İdeolocya Örgüsü” Doğu aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye kadar benzeri yazılmamıştır.
Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türk Edebiyatı Vakfı, 1975 yılında Necip Fazıl’ın fikir ve edebiyat hayatının 50. yılı münasebetiyle büyük bir kutlama toplantısı düzenlemişti. Mayıs 1980 yılında katıldığım doğumunun 75. yıldönümü münasebetiyle yapılan törende, Ahmet Kabaklı başkanlığındaki Türk Edebiyatı Vakfı tarafından Üstad’a “Şairlerin Sultanı” unvanı verildi.
Necip Fazıl 1983 yılında vefat etti.

Necip Fazıl’ın Eserleri
Velûd bir kalemi olan Necip Fazıl’ın senaryo, anı, dinî, tarihî, edebî, fikrî eserleriyle makaleler, konferanslar ve mahkeme önünde kendini savunmak için yazdığı müdafaalar vardır. Burada fikrî ve edebî eserlerini takdimle yetiniyorum.

Şiirleri
Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1926), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Esselam (1973).

Tiyatroları
Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (1938), Künye (1940), Sabır Taşı (1940), Para (1942), Parmaksız Salih (1949), Ahşap Konak (1965), Reis Bey (1946), Siyah Pelerinli Adam (1961), Yunus Emre (1969), Kanlı Sarık (1970), Sultan Abdulhamid (1969), İbrahim Edhem (1978), Mukaddes Emanet (1975). Sır (1946) ve Kumandan (1971) Büyük Doğu’da tefrika edildi, tamamlanmadı.

Hikayeleri
Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil (1933), Ruh Burkuntularından Hikayeler (1965), Hikayelerim (1970).

Romanları
Aynadaki Yalan (1980), Kafa Kağıdı (1984).

Fikrî Eserleri
Çerçeve (1940), İdeolocya Örgüsü (1959), Türkiye’nin Manzarası (1968), 1001 Çerçeve (1968-1969), Sosyalizm Komünizm ve İnsanlık (1969).
Necip Fazıl 1924-1983 arası on beş gazetede on yedi müstear isim kullanarak yazı yazmıştır.

Necip Fazıl’ın Tiyatrosu
Necip Fazıl, birçok sanat ve edebiyat dalında faaliyet göstermesine rağmen, sanatçıların kendi öz varlıklarının sırrına erdikleri yerin tiyatro olduğunu görerek tiyatroya büyük önem vermiştir. Tiyatrosunu cemiyet ve insan meselelerinden uzak tutmamıştır.
Necip Fazıl’ın tiyatrosunu mevzusu açısından başlıca beş bölüme ayırabiliriz:
1. Tarihi olaylar (Tohum, Künye, Kanlı Sarık)
2. Tarihi şahsiyetler (Sultan Abdulhamid, Yunus Emre)
3. Felsefî ve fikrî (Bir Adam Yaratmak, Reis Bey, Siyah Pelerinli Adam)
4. Günlük sosyal olaylar (Para, Ahşap Konak, Parmaksız Salih, Mukaddes Emanet)
5. Anonim (Sabır Taşı)

“Tohum” piyesinde; İstiklal savaşında Avrupalılara karşı kazanılan zafer ve Maraş müdafaasından bahsedilir. “Künye”de ise; Osmanlı Devleti’nin 1904-1922 arası sosyal ve siyasi duraklamasıyla bir yüzbaşının ordudaki gençleri yönlendirmesi anlatılır. “Kanlı Sarık”ta Kars ahalisinin Ruslara karşı direnmesi, “Sultan Abdulhamid”de Sultan’ın hayatı ve fikirleri, “Yunus Emre” piyesinde meşhur Türk halk şairi Yunus tablolaştırılır.
“Bir Adam Yaratmak” piyesindeki olay, kendi telif ettiği piyeste yaşayan bir tiyatro yazarı çerçevesinde geçer. Ölüm fikri kahramanın içine öylesine yerleşir ki, bir varlık ve yokluk mücadelesine dönüşür, etrafında kendisine ulaşmaya çalışanlara rağmen delirmek üzeredir.
“Reis Bey” piyesinde katı kalpli bir hâkimin yaşamını ortaya koyar. Bir olay sonrası değişen hâkim, kendisini insanlara iyilik yapmaya adar.
“Siyah Pelerinli Adam”, iyilik ve kötülük arasındaki mücadelenin piyesidir. Genç şair maddî heveslere karşı mücadele verir.
“Para” piyesine gelince, burada paraya hırsı olanların ahlaksızlıkları, toplum ve fert bünyesinde ortaya çıkan kötü durumlara maddî hırsın neden olduğu, saadet, güven ve tatminin maddî değil, mânevî şeylerle elde edileceği anlatılır.
“Parmaksız Salih”de bir babanın oğlu için katlandığı fedakarlıklar işlenmiştir.
“Mukaddes Emanet”teyse cemiyet yapısındaki bozuklukları, bozulmaya sebep olan yabancı düşünceleri ve maddî inançları buluruz.
“Sabır Taşı” piyesi, konusunu, kötülüğün yenilgisinden ve genç bir kızın arzu ettiği şey uğruna sabretmesiyle iyiliğin zaferinden alır.

Necip Fazıl’ın Tiyatrosunda Şahsiyetler
Necip Fazıl’ın tiyatrosunda şahsiyetler üçe ayrılır:
1. “Bir Adam Yaratmak” piyesindeki Hüsrev gibi fikir ve işleriyle imanlı şahsiyetler.
2. “Bir Adam Yaratmak” piyesinin baş karakteri Hüsrev’e fikir ve anlayış açısından yakın şahsiyetler; Mansur ve Selma gibi.
3. Akrabaları, tanıdıkları, dostları dahi olsa onlardan çıkar sağlamayı yaşam felsefesi edinmiş, “Bir Adam Yaratmak”taki Dr. Nevzat ve gazete sahibi Şeref gibi faydacı, kötü ve maddeci şahıslar.

Necip Fazıl’ın Tiyatrosunda Fikir
Necip Fazıl’ın tiyatrosunda fikir hakkında söylenebilecek en önemli şey, yine onun çeşitli piyeslerinden çıkarılıp tercüme edilen şu cümlelerdir: “Muhakkak ki Allah mutlak hakikattir. İnsan idrakinin öz meselesi Allah’tır. İnsan ile hayvan arasındaki fark; maneviyata sarılmaktır. Hayat rüya gibidir ve sınırlıdır. Her problemin çözümü sabırla mümkün olur. İnsanı yüceliğe ve olgunluğa sevgi ulaştırır. İnsanın kadere meydan okumaya gücü yetmez. Kaderin anlamı hareketten geri kalmak değil, mümkün olan her şeyi yapmak ve işi Allah’a havale etmektir. Cemiyetin kanunlara, akla ve mantığa olduğu kadar vicdan, kalp ve duygulara da ihtiyacı vardır. Maddeye önem veren cemiyetlerin hayatı uzun sürmez. Veraset insan hayatında önemli bir rol oynar. Mazluma müşfik olduğumuz kadar zalime de şefkat göstermeliyiz. Çünkü rahmetten yoksundur ve bu hareketimiz duyguları ve şuuru uyandırır. Tarih yol göstericidir.

Bir Adam Yaratmak
İlk baskısı 1938 yılında çıkan “Bir Adam Yaratmak” Necip Fazıl’ın en önemli ve en meşhur piyeslerinden biridir. Aynı sene meşhur tiyatrocu Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konulmuş ve iki sezon oynanmıştır. Eser, gerek seyredenler ve gerekse sanat ve edebiyat münekkidlerince büyük bir kabul görmüş, “Büyük bir sanat olayı” olarak nitelendirilmiştir. 1977 yılında Yücel Çakmaklı tarafından Türk televizyonuna uyarlanmıştır. Şimdiye kadar beş baskısı çıkmıştır.(1)
“Bir Adam Yaratmak” gazeteci Turgut’un piyesin kahramanı Hüsrev’le yaptığı mülakatla başlar. Piyes yazarı Hüsrev’in “Ölüm Korkusu” adlı oyunu yeni sahnelenmiştir. Gazetecinin üzerinde durduğu konu, oyunun yazarı Hüsrev’in piyesindeki olayı hayatından mı aldığıdır.
Turgut konuşmaya şöyle başlar: “Derler ki, bazı sanatçılar eserlerindeki birçok mevzuyu şahsî hayatlarından veya en azından gördükleri olaylardan çıkarırlar.”
Gazetecinin büyük oyun yazarı Hüsrev’e yönelttiği bu soru boşuna değildir. Çünkü sahneye konulan bu oyuna büyük önem vermektedir insanlar. “Ölüm Korkusu”nun kahramanı annesiyle birlikte, bahçesinde incir ağacı bulunan bir köşkte yaşamaktadır. Oyunun yazarı Hüsrev bir kaza neticesinde annesini öldürür. Kaza ispat edildiği için serbest bırakılıyor, fakat vicdan azabı günden güne beyninde derinleşiyor. Birden bire o zamana kadar hiç dikkat etmediği bir şey ilgisini çeker, babasının ölüm olayı. Babası kendisini incir ağacına asmıştır. Aklî dengesi gittikçe bozulur. Annesinin acısı onda mücerret bir ölüm korkusuna dönüşür.
Hüsrev’in piyesi baştan sona ölüm korkusuyla doludur. Bu korku onda öylesine sürükleyici oluyor ki, kendini tıpkı babası gibi köşkün bahçesindeki ağaca asıyor.
“Bir Adam Yaratmak”ın hikayesi bir iki ayrıntı dışında “Ölüm Korkusu”ndaki gibi.
Oyun yazarı Hüsrev annesiyle birlikte bahçesinde bir incir ağacı olan köşkte yaşamaktadır. Halasının kızı Selma onu çok sevmektedir. Bir kaza ile Selma’yı öldürür. Piyesteki olaylar, gelişmeler, sonuçtaki farklılık hariç, hep aynıdır. Hüsrev yazdığı oyundaki gibi kendini incir ağacına asamaz. Çünkü kendini asacağı ağaç annesi tarafından kestirilmiştir.
Oyunun son sahnesinde Hüsrev tedavi edilmek için akıl hastanesine götürülürken, annesi “evladım! Gitme, gitme” diye seslenir. Hüsrev şöyle karşılık verir: “Ne yapayım anne? Kestiniz incir ağacını!” Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesi böyle biter. Görüldüğü gibi piyeste, oyun içinde oyun vardır. Ama aynı oyun, gazeteci Turgut’un üzerinde durduğu; kendi hayatını yazma iddiasının hiç de yabana atılamayacak bir oyun olduğunu doğrulayan bir eser “Bir Adam Yaratmak”. Fakat Hüsrev bu iddiayı kabul etmez.
“Bir Adam Yaratmak” piyesi verasetin rolünü ele alırken, fikrî yoksunluğu, kuru akılcılığı ve pozitivizmi reddetmektedir. Gücü ancak bilinen belirli şeylere yetebilen insanın aciz olduğu ve akla güvenmesinin mümkün olamayacağı, gerçek hakikat ve kudretin Allah’ta olduğu, insanın sanat, edebiyat faaliyeti ve icatlarıyla kendini ifadeye çalışsa da Allah’ın aciz, ölümlü bir yaratığı olduğu, Allah’ın bâki olduğu bizimse O’na döndürüleceğimiz anlatılmaktadır.
“Bir Adam Yaratmak” piyesi sanat ve edebiyat dünyasında büyük olay meydana getirmiştir. “Büyük bir sanat olayı” olarak nitelendirilmiş ve münekkidlerce yaratıcı gücünün üstünlüğü alkışlanmıştır.
Bir münekkid “Bir Adam Yaratmak” piyesi insanın ve aklın güçsüzlüğü fikrini tiyatroya, edebiyat ve sanata yerleştirmiştir” der.

Dipnotlar

* Necip Fazıl Kısakürek, Halk-u İnsan, Çeviren: Muhammed Harb, Kahire: Dârü'l-Hilâl [t.y.] 122 s. Kitaptaki önsöz yazısı.
** Prof. Dr. Muhammed Harb: Kahire Aynüşşems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı ve Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı ve Mısır Osmanlı Araştırma Merkezi Başkanı’dır. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi ta¬rih bölümünden mezun oldu. Arap ülkelerinde çıkan bazı gazete ve dergilerde yazıları yayınlan¬maktadır. Osmanlı tarihi, Orta Asya ve Balkanlar hakkında kitapları yayınladı. Halen Bahreyn Üniversitesi Türk Tarihi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam etmektedir. Eserleriyle Arap ülkelerinde dış güçlerce yerleştirilmiş Osmanlı aleyhtarlığını bertaraf etme konusunda büyük bir mesafe kat etmiştir.

Eserleri:
1. el-Bosna ve'l-Hersek Mine'l-Feth İle'l-Karise, Kahire: El-Merkezü'l-Mısri Li'd-Dirasa, 1993, 210 s.
2. el-Edebü't-Türkiyyi'l-Hadis ve'l-Muasır, Kahire: el-Hey'etü'l-Mısriyyetü'l-Amme li’l-Kitâb, 1975, 166 s.
3. I. Selim'in Suriye ve Mısır Seferi Hakkında İbn İyas'da Mevcut Haberlerin Selimnamelerle Mukayesesi (XVI. Asır Osmanlı-Memluklu Kaynakları Hakkında Bir Tetkik), 1980. XIV+167s., Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
4. el-İslâm fî Asya'l-Vüsta ve'l-Balkan, 2. baskı, Beyrut: Dârü'l-Beşairi'l-İslâmiyye, 1995, 229 s.
5. el-Müslimun fî Asya'l-Vüsta ve'l-Balkan, Kahire: Buhusü'l-Alemi't-Türki, 1983, 399 s.
6. el-Osmaniyyun fi't-Tarih ve'l-Hadare, Dımaşk: Dârü'l-Kalem, 1989. 456 s.
7. es-Salname ve Kütübü’l-Futuhi’l-Osmaniyye Ve Eseruha fî Kitâbe Tarihi’l-Halic ve’l-Cezireti’l-Arabiyye Medhal li-Dirase Tarihi’l-Bahreyn ve’l-Halici’l-Arabi, Mename: Câmiatü’l-Bahreyn, 2004. 104 s
8. Sultan Abdülhamid es-Sani, Dımaşk: Dârü'l-Kalem, 1990, 315 s.

Türkçe’ye Çevrilmiş Eserleri:
1. Tarihte ve medeniyette Osmanlılar, çev. Mustafa Özcan, İstanbul: Ark Kitapları, 2006. 367 s.
2. Yavuz Sultan Selim'in Suriye ve Mısır Seferi, İstanbul : Yeni Asya Yayınları, 1986, 127 s.



1) Bu makale 1986’lı tarihlerde yazıldığı için o zamanki baskı adedini söylemektedir müellif; kitap şu anda 22. baskıya ulaşmıştır. (Ç)

(AYLIK, Eylül 2007, Sayı: 36)

Bir Adam Yaratmak (Necip Fazıl Kısakürek) Özeti,Konusu,Karakteri ve Yorumları

Bir Adam Yaratmak (Necip Fazıl Kısakürek) Özeti,Konusu,Karakteri ve Yorumları

Yazarı: NECİP FAZIL KISAKÜREK
Yayınevi: SERDENGEÇTİ
Yayın Yeri: ANKARA
ISBN NO:
Yayın Yılı: 1959

Dili: Türkçe

Eser ilk olarak 1937-1938 kışında İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda temsil edilmiştir.

Olay meçhul bir tarihte İstanbul'da geçer.

"Husrev - Bir adam yaratmağa kalkıştım. Ona bir surat ve kader bulmak... Nerede bulayım? Kendimi buldum. Suratsız ve kadersiz adam şahlandı. Zincirini kırdı. Elimden kaçtı. Ben insanım. Beni arkamdan vurdu. Suratsız ve kadersiz adam benim suratımı takındı. Kalıbımı giyindi. Kaderimin içine yattı. (Bir an sükut) Benim de kaderim buymuş."

TURGUT - Derler ki, Bazı sanatkarlar eserlerindeki vak'aları, çok kere kendi hayatlarından alırlar. Hiç olmazsa gördükleri, tesadüf ettikleri hadiselerden çıkarırlar. Benim en çok merak ettiğim nedir, biliyor musunuz? Acaba piyesinizin vak'asıyle hususi hayatınız arasında bir yakınlık var mı? HUSREV - (Düşünür, gülümser.) Lütfen ayağa kalkar mısınız?

(Kitabın İçinden)


Açıklama:
Bu piyes, bir "Crise-Intelectuelle", "bir fikir buhranı"nı çerçevelemek gayretinde... Apaçık ve yapayalnız hiç bir tezi yok... Fakat içiçe bir çok tezleri ve başlı başına bir kaç ana tezi var...

Evvela san'atkar nedir? Bütün imkanların erişilmez müntehası, gayelerin gayesi, kemallerin kemali, maveraların maverası olan Allah'a doğru, sonsuz bir tekamül yolunda giden insanoğluna mahsus ibda nevileri içinde en zengin ve en güzel hissenin üzerine oturmuş mahluk... Sanatkar bir mahluktur, fakat yaratmak cehdinde bir mahluk!.. Onun bir eseri, bir de kendisi vardır. İşte san'atkar, çok defa, yaratmaya kalkıştığı tipin, yaratılmış olan ta kendisidir...
(Kitabın İçinden)


Kitaptan Alıntılar:

‘’Ben ne yaptım? Bir hududu zorladım. Bendimin dışına çıkmak isterken, kendime rast geldim. Meğer kul olduğumu anlamak için Allah’lık taslamalıymışım! Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkışmalıymışım! Ben ne yaptım? En sağlam basamağı ayağımdan kaydırdım. Körlüğü zedeledim. şimdi görünen şeye nasıl bakayım? İnsan kaderini bir rüya gibi uykuda bulur. Bu rüyayı uyanık nasıl seyredeyim? Allah’la kalabalık arasında kaldım. boşlukta nasıl durayım?’’


" Anlayın bu azabı! Bir azap ki, kul olduğum için çekiyorum, çekmemek için Allah olmak lazım. İnsana göre değil bu; yok bunu çekecek aza insanda!
Yetişir! gelsin artık her şey yerli yerine! Verin bana artık dünyamı! Salıverin beni kalabalıklara! "


"Bir sigara kağıdını şu masaya koy, üstüne bir taş bırak, kapıları kapa ve git! Üç yüz sene sonra gel, yerinde bulursun. belki sararmış, belki buruşmuş, fakat yine o. Bir sigara kağıdı kadar yaşayamıyoruz. kefenimizden evvel çürüyoruz. Duyuyorum! toprak altında milyonlarca kurdun, çıtır çıtır dut yapraklarını yiyen milyonlarca ipek böceği gibi, milyonlarca ölüyü yediğini duyuyorum.
Ölüler! Korkunç bir saklambacın korkunç oyuncuları. kurtarın beni ebedilikten! öldüm sizi araya araya.. kurtarın beni düşünmekten!"

''Br bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu? Benim de beynimden, kan akıyor. Ben düşünmüyorum beynim kaynıyor. Görüyorum, gözlerimi yumunca görüyorum. Beynimin etten yuvarlağı içinde her düşünce bir damla siyah kan gibi yuvarlanıyor. Ben istemiyorum fakat hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu?''

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR