31 Ocak 2009 Cumartesi

Özgürlük paradoksu

Özgürlük paradoksu
"....ruhumuzun içinde kar yağar/
anamızdan doğduğumuz geceden beri/
heybemizi emektar makinalara yükleriz/
fikirlerimizi tıfıl vinçlere.../
iri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz/
biz yangında koşuyu kaybeden atlarız/
biz kirli ve temiz çamaşırları/
aynı zaman aynı minval üzere katlarız/
biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız..."

Sezai Karakoç




Sevgili Hiçkimse,

Tarihin düğümlendiği, insanlık ırmağının durgunlaştığı dönemler vardır. Tarihçiler 'fetret devri', şairler 'fasl-ı hazan' der. İşte onlardan birinde yaşıyoruz. Roma imparatorluğunun, Bizans'ın, Osmanlının gerileme dönemleri, Haçlı ve Moğol istilalarının sonrası, I. Ve II. Dünya savaşlarının öncesi gibi bir dönem. Bütün coğrafyaları ve her toplumu saran garip bir durağanlık, can sıkıntısı, tekrar eden gündelik hayat, belirsiz ekonomik göstergeler, kitleleri saran depolitizasyon, felsefi arayışın son bulması, dinlere ve büyük anlatılara kayıtsızlık, ahlaki dejenerasyon, sosyal ilişkilerde güvensizlik, kültürel avamileşme, ümmileşme, bireysel bunaltı ve stresin yaygınlaşması…Tüm bu fotoğrafın yansıttığı tanımsız ve isimsiz bir zaman dilimi..

Bu devirlerde insanlar, hayatlarının anlamını tanımlama çabasını terk etmişlerdir. İnanmak, daha doğrusu her hangi bir şeye inanma-bağlanma oranı iyice düşmüştür. Bütün kolektifleşme dinamikleri, grup davranışı, ortak düşünme ve eylem alışkanlıkları asgariye inmiştir. Yalnızlaşma, amaçsızlaşma, sürüleşme eğilimleri artmıştır. Din, devlet, akıl ve aşk tatile çıkmıştır. Dinlerin yerini boşinançlar, abartılı ve çarpık dindarlıklar alır. Devletin yerine oligarşik zümreler, keyfi zorbalıklar, güçlülerin tahakküm mekanizmaları geçer. Aklın yerine güdüler, refleksler, dogmalar ve kalıplar egemendir. Aşk ise kaba ve bayağı bir cinselliğe kurban edilir.

Böyle dönemlerde insanlar birbirleriyle uğraşır. Soy, sop, etnik köken, kafatası ya da iman ölçümleri öne çıkar. Hayvani içgüdüler egemen olur. Estetik beğeni düzeyi azalır. Güzel sanatlar, resim, mimari eserler ortaya çıkmaz. Müzik gürültüye dönüşür, şiir yazılmaz, edebiyat marjinalleşir. Yaşamak donuklaşmış, insanlığın ruhu adeta kasılmıştır. Hayatın tadı tuzu kalmamış, zaman manasını yitirmiştir. Ne geçmişe ait bir tasavvur, ne de geleceğe dair bir tahayyül vardır. Eskiler, kıyamet öncesi diye algılamıştır bu dönemleri. Sessiz yığınlar bu zamanlarda iyice kabuklarına çekilir, her şeye kayıtsızlaşır, umarsızlaşırlar. Asude bir görüntü altında bir ufunet sarmıştır her yanı. Eski, tam olarak gündemden çıkmamış, yeni ise henüz doğmamıştır. Sessizlik komplosu denen türden kolektif bir suskunluk oyunu oynanmaktadır.

Sevgili Hiç kimse,

Bundan yıllarca önce, bir üniversite yurdunda ülkücü, İslamcı, solcu, her görüşten bir grup arkadaş sohbet ediyorduk. O zamanlar yurtlarda, öğrenci evlerinde, sabahlara kadar tartışılır, çay ve sigara eşliğinde öfkeli muhabbetler olurdu. Bir gece devrimi kimlerin yapacağını tartışırken, sol görüşlü bir arkadaş ayağa kalktı ve 'biz' dedi, "biz hepimiz aslında aynı yolun yolcusuyuz. Aynı kelimelerle konuşmasak ta, aynı 'dil'i konuşuyoruz. Ve tuhaf bir şekilde farklı ve düşman kamplardayız. Bana öyle geliyor ki, hepimiz sırayla yenileceğiz ve kazananlar aramızda olmayan ve şu an bir diskoda sevgilisiyle dans edenler olacak".

O geceden birkaç yıl sonra, bu sözleriyle hepimizi garip bir gerilime sokan solcu arkadaşın bir çatışmada öldürüldüğünü öğrendim. Aradan yıllar geçti ve maalesef onun dediği doğru çıktı. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada koca koca ideolojiler, büyük anlatılar, felsefeler, 'entertainment' endüstrisinin basit ve sıradan eğlenme kültürü karşısında birer birer yenildi. Doğruydu, sert ve soğuk ideolojiler insanlığı yormuş, bunaltmıştı. Hayata dair sıcak ve sevecen yaşama kültürleri üretilememiş, gelecekteki mükemmel ütopyalar uğruna şimdi ve bugün feda edilmişti. "Biz, hepimiz", bir batılı gazetecinin ifadesiyle, "Elvis'in kıvrak danslarına" yenilmiştik. Bu yeni eğlenme ideolojisinin temsil ettiği para ve cinsellik tahakkümüne dayalı yeni dinin, ne insan varoluşuna ne de adalet, özgürlük ve etik arayışına dair tek sözü bile yoktu. Ama sonuçta 'biz'i' yenmişti ve tüm insanlığı hızla içine çeken şeytani bir girdap gibiydi. Galiba kötülük yine kazanmıştı. Güçlüler, zenginler, yönetenler, kendi yaşam tarzlarını hiçbir ezaya, cefaya, zahmete girmeden muktedir kılmıştı.

Şimdi sorun şu; insanoğlunun ontolojik düzeysizleşmesi ve arzuların etik olmayan sergilenişi olarak yayılan bu içeriksiz ve hayvani dalga, geçici bir fetret devri tefessühü mü, yoksa yeni bin yılın yeni dini mi? Yani insanlık bütün büyük anlatıları terk edip başka bir ontolojik safhaya mı geçti, yoksa zamanın ruhu ve insanlığın vicdanı, bu fetret devrinden sonra tekrar diyalektik yürüyüşünü sürdürecek mi?

Kapitalizmin 'neo' teorisyenleri, Karl Popper'den mülhem büyük anlatı düşmanlığı ve yeni hayat felsefesinin ayetleri olarak "işini iyi yap, daha çok kazan, iyi yaşa ve keyfine bak" şeklinde özetlenen yaşam tarzını hepimize tek yol olarak dayatırken, her birimizin 'tek yol' bellediği inanç ve değerlerimizden vaz geçmeyi de şart koşuyorlar. Hatta giderek iyice saldırganlaşan, faşizan bir ağızla yeni dinlerine itiraz eden herkesi ve her şeyi aşağılamaya çalışıyorlar. Doğrusu, daha iyi bir dünya tasarımları, belden aşağı çalışmadığı ve belden yukarı ile ilgilendiği için bu yeni liberal-faşizm salgısına nasıl bir cevap üretecek, bilemiyorum. Ama şu kesin, esen yel hepimizi ayağa kalkmaya zorluyor. Belki, dünyanın bütün iman ve değer sahipleri, vatanseverleri, sosyalistleri, liberterleri ve akıl sahiplerini birleşmeye çağıran yeni bir manifestoya ihtiyaç var.

Sevgili Hiç kimse,

Bundan yıllarca önce, o solcu arkadaş öldürüldüğünde, başka bir İslamcı arkadaş intihar ettiğinde, bir ülkücü arkadaşımın da parasızlıktan tedavi ettiremediği çocuğunun kucağında ölümüne dayanamayıp akıl hastanesine yatırıldığını duyduğumda, üst üste gelen bu trajedilere bakarak aşağıdaki satırları yazmıştım;

"İnsanoğlunun bilinen tarihi boyunca yöneten ve yönetilen olarak bölünmüş toplumların siyasal düzeni "aynı hikayenin sonsuz tekrarı" gibidir. Silahı, parayı ve bilgiyi elinde toplayanlar geri kalanları yönetir. Yönetilenler ise ya bu düzene başkaldırır ve çoğunlukla yenilirler veya uysalca boyun eğer ve mümkün olduğu kadar bu düzen içinde mutlu ve huzurlu bir yaşam kurmakla meşgul olurlar.

Siyasal iktidar, yönetenlerin kendi arasında el değiştiren ve "ele geçirme" kavgasına konu olan bir erk alanıdır. Yönetilenler bu kavgada taraf değildir, sadece talep eden veya muhalefet eden bir "dış faktör"dür. Devlet denilen aygıt, yönetenlerin kendi arasındaki hegemonya kavgasını denge durumunda çözen ve çoğunlukla "dış faktör" olarak yönetilenlerin denetlenmesi üzerinden bunu sağlayan harika bir buluştur.

Yönetilenler denetim altında tutuldukça yönetenler, aralarındaki sorunları anlaşarak çözerler. Bu durumda yasalar geçerlidir. Denetimden çıktıkları durumlarda ise kılıç devreye girer. İç savaş, ihtilal ya da darbe olarak bilinen toplumsal altüst oluşlar sonucunda yönetenler yeni bir uzlaşma ve denge durumu daha kurarlar. Bu düzen böyle devam edip gider.

Sonuçta her durumda bütün toplumların güç sahibi bir egemen sınıfları ve güçsüzleştirilmiş geniş yığınları vardır.

Bilim, din, ideoloji ve töreler çoğunlukla işte bu "düzenin sonsuz tekrarı"na hizmet eden ve her durumda yönetenlerin, daha doğrusu "iktidar olma" ve "yönetme" ideolojisinin kazandığı kavgaların silahları olarak işlev üstlenirler.

Bu hikaye, hayat denilen trajedinin özü ve özetidir. Bütün peygamberlerin uğrunda acı çektiği asıl dava budur; insanları yönetilen olmaktan kurtarıp özgür ve onurlu insanlara dönüştürmek.

İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in (selam hepsinin üzerine olsun) bütün kavgası bunun için olmuştur.

Yönetilenlerin içinden çıkan ve muhteva itibariyle benzer bir gaye uğruna başkaldıran erdemli insanlar da aynı yolun yolcusu olmuşlardır.

Spartaküs isyanı, Hz. Hüseyin'in kıyamı, köylü ayaklanmaları, devrimler ve kurtuluş mücadeleleri yönetilenlerin erdemli yanının başkaldırı örnekleridir.

Peygamberlerin uğrunda ölümlere yattığı bu kavga ya başarısız olmuş veya başarılı olduktan hemen sonra amacından sapıp eski düzenin yeniden tahkimi ile sonuçlanmıştır. Musevilik, (eski) İbrani Krallıklarının ve tefeci-bezirganlığın, Hristiyanlık Roma'nın, İslam ise Emevilerle başlayıp Osmanlı ile devam eden serüvenin resmi ideolojisi olarak yönetenlerin yönetilenleri denetleme aracına dönüşmüştür.

Spartaküs ve Hz. Hüseyin kanlı yöntemlerle katledilmiş, tıpkı bunun gibi diğer bütün ayaklanmalar bastırılmış ve bütün devrimler hemen sonra eski düzenin yeni kılıkla devam ettirildiği yeni tip bir "harika buluş" olarak tarihe geçmiştir.

Kazanan her zaman yönetenler ve yöneten/yönetilen düzeni olmuş, kaybeden ise geniş yığınlar, yoksullar, güçsüzler, mazlumlar, halk, kitle ve erdemli insanların kurtuluş umudu olmuştur.

Bu kazanan/kaybeden denklemi, içinde insanoğlunun en temel sorunu olarak özgürleşmenin ilk paradoksunu barındırır. Paradoks basit ama çarpıcıdır; kazanmak için güçlü olmak gerekir. Ama güçlü olunca ise bu kavganın anlamı kalmamaktadır. Zira silah, para ve bilginin hegemonik sahiplenilişi anlamında güçlenmektir zaten özgürlüğü yok eden.

Bu nedenle peygamberlerin başarılı örnekleri, devrimlerin görkemli zaferleri kısa bir süre sonra "amac"ın tam tersine eski düzenin yeniden kuruluşuyla sonuçlanmıştır.

Bu anlamda özgürlük mücadelesinin kazanması, çoğu zaman kaybetmesi demek olmuştur.

Özgürlük paradoksu, hem yenildikçe hem kazandıkça kaybedilen bir tarihsel ironi gibidir.

Özgürleşme çabası, varolan gerçeği kabullenememe ve ideal olanı tahayyül edebilmeyi içerir. Ne var ki gerçekten koptukça yabancılaşma yaşanır. Oysa varolan gerçek zaten bir tür yabancılaşma olduğu için kabullenilmez olunmuştur. Burada özgürlük paradoksunun ikinci boyutu yaşanır: İdealizm ve realizm denklemi. Bu denklemde, realizm varolan düzene teslim olmayı, idealizm ise teslim olmamak için gerçeğe yabancılaşıp, sonuçta gerçeği dönüştüremeyecek hayallere sığınarak düzeni değiştirememeyi ifade eder. Yönetilenlerin çocukları gençliklerini idealizmle, ileriki yaşlarını ise realizmle yaşarlar. İdealizm döneminde başkaları için kendilerini, realizm döneminde ise kendileri için başkalarını feda ederler. Her durumda da yıkım ve tahribat temelinde bir yaşam vardır.

Yönetenlerin çocukları, doğuştan itibaren buyurganlığı, hükmediciliği ve otoriter davranmayı öğrenirler. Az riskle çok iş yapmayı, düzeni devam ettirebilme asabiyetini ve rasyonel düşünmeyi öğrenirler. Evleri, dışarıdaki düzenin mikro örneği gibidir. Hizmetçileri, dadıları, aşçıları, şoförleri vardır. Onlara emir vererek büyürler. Onların sahibi olduklarını erken kavrarlar.

Yönetilenlerin çocukları da "düzen"le ve kaderleriyle evlerinde tanışırlar. Emir almayı ve isyan etmeyi öğrenirler. En basit bir talep için kavga etmek ve hırpalanmak zorunda kalırlar. Kendilerini ancak ve sadece ötekini bastırdıkça öne çıkarabilecekleri bir dünya da büyürler. Geliştirebildikleri tek yetenek, yıkarak yapmaya çalışma güdüsüdür. Bu nedenle en güçlü olanları dahi hakim değil despot, sahip değil bağımlı, bilge değil ukala olur. Silah, para ve bilgiyi, çoğunlukla sadece tüketmek için ve yönetenlere hizmet edici tarzda kullanmayı bilirler. Yönetilen olmayı erken benimserler.

Dinler, ideolojiler ve töreler, işte bu "kişilik"lerin prizmasında kırılarak amaçlarının tam tersi bir işlev görür. Özgürlük çağrıları ve özgürleştirici öğretiler, işte bu bünyeler üzerinde ölümcül bir paradoksun malzemesine dönüşür. İşte bu paradoksların derin sonuçlarını kaldıramayacak kadar cesur ve onurlu insanlar gün gelir "ben oynamıyorum" der. "demek gerçek bu!" der, "Hiçbir şeye katılmıyorum" der, "Hepinizin ve herşeyin canı cehenneme" der, "biz yangında koşuyu kaybeden atlarız" der, ve susarlar.

Yönetenler bir kez daha kazanır, düzen yine tahkim olur, tarihin ironisi son olmayan defa tecelli eder. Güneşin altında yine değişen bir şey olmaz. 'Boşlukla asılı duran ağır bir çarkı döndürüp durmak' gibidir artık hayat.

Özgürlüğün paradoksu işte budur.

Bu paradoks, koşu bittikten sonra da koşacak atlarla aşılır."

Evet sevgili Hiçkimse,

Bugün ağaran saçlarımızdan başka değişen pek bir şey yok. Belki yeni bir dil inşa etmemiz gerekiyor. Biz'i, hepimizi ifade eden, içinde hayat olan, özgürlük olan, eğlence olan, kavga olan, isyan olan, aşk olan, ütopya olan ve gerçek olan bir dil. Bir insanlık dili. İster tanrıdan ve tanrıyla konuşsun, isterse paradan puldan, her durumda insandan konuşan bir dil. Hiçbir yabacılaşmaya, hiçbir amaca, hiçbir 'başka'ya insanı kurban etmeyen, her daim insanı mülkün, otoritenin ve hayatının efendisi kılacak özgürleştirici bir dil. İçine herkesi ve her şeyi almayan, kötüyü, yanlışı, çirkini dışlayan, insani olmayanı reddeden, doğruyu ve yanlışı ayırt eden bir dil. Nefes alabileceğimiz, bir birbirimizi başka doğrular adına yargılamadan konuşabileceğimiz, yukardan bakmanın feraseti ve aşağıdan konuşmanın mertliğini içeren, bizi aynı dalga boyunda tutacak ve Allah ve özgürlük için kardeş, yoldaş kılacak bir dil.

Belki, bu dili üretmek ve bu dilden konuşmak, gücün, paranın, efendilerin dinine dur demenin ilk adımı olabilir.

Belki, bu fetret zamanlarında özgürlüğün paradoksuna takılıp kalmak, ruhlarımızın içinde yağan karla ısınmak, yangında koşuyu kaybetmek, esen yele kapılıp sürüleşmekten daha iyidir.

Belki hayat, bizim gibiler için sadece bu paradokstan ibarettir.

Ya, işte böyle sevgili hiç kimse, işte böyle..

Hoşçakal.

ahmetozcan1@yahoo.com

-----------------------------------------------------------------------------

Bir Amerikalı yazarın İslâm'a yolculuğu : Michael Wolfe MICHAEL WOLFE KİMDİR?

Bir Amerikalı yazarın İslâm'a yolculuğu : Michael Wolfe
MICHAEL WOLFE KİMDİR?

Michael Wolfe şiir, kurgu, seyahat ve tarih sahasında eser vermiş Müslüman bir yazar. 1993 yılında Mekke’ye yaptığı Haccı kaleme aldığı Hac kitabı, Grove Press yayınları arasından çıktı. 1997’de on yüzyıl boyunca Hac ile ilgili kaleme alınmış yazılardan derlediği Mekke’ye Çıkan Bin Yol adıyla bir antoloji hazırladı. ABC televizyonunda gösterilen hacla ilgili bir belgesel film çekti. 2002’de Alex Kronemer’le birlikte, Muhammed : Bir Peygamberin Mirası ismiyle çektiği iki saatlik belgesel film, Cine Award Özel Ödülü’nü kazandı. Bu film, on iki ayrı dile çevrilerek National Geographic Channel’de gösterildi. Aynı yıl, Taking Back Islam adıyla Wolf, Amerika’da meydana gelen 11 Eylül olayına ilişkin yöneltilen eleştirilere Müslüman yazarların cevaplarını bir kitapta topladı. Bu kitap ise 2003 Wilbur Ödülü’nü kazandı. Wolfe, yeni belgesel ve kitap çalışmalarına hızla devam ediyor.

...


YİRMİ BEŞ yaşına kadar dünyada herkesin kendi çıkarı için yaşadığına inanan bir Amerikalıydım. Fakat sonra içimde bir şeylerin eksikliğini hissetmeye başladım. Dünyayı daha farklı görmemi sağlayacak yeni bir şeyler arama ihtiyacı duydum.

Böyle bir ihtiyacı hissetmemde yetişme tarzımın önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Aile kültürümüz çoğulcu bir yapıya dayanıyordu. Bu çerçevede özellikle ırkçılık ve özgürlük konuları benim için hassas konulardı.

Bu zihinsel formata sahip birisi olarak, üç yıllığına Afrika’ya gittim. Orada, çoğu Müslüman olan farklı kabilelerle birlikte, Araplar, Berberiler ve Avrupalıları tanıma fırsatı buldum. Karşılaştığım insanların çoğu, mensup oldukları ırkı bir sosyal statü ve prestij meselesi olarak algılayan Batılı düşünce tarzından uzaktılar. Bu yüzden olsa gerek, onların arasında iken, farklı bir renge sahip olmam yadırganmadı. Gittiğim yerlerde son derece samimi ve içten bir tavırla karşılandım. Fakat konuştukça, onların farklı bakış açılarını daha iyi farkettim. Meselâ, iş lafa gelince Avrupalı ve Amerikalılar ırkçı fikirlerden uzak olduklarını söylerler; ama beyinlerinde insanları otomatik olarak ırklarına göre sınıflandıran bir mekanizma vardır. Bunun tam aksine Müslümanların ise, insanları inanç ve ferdî davranışlarına göre değerlendirdiklerine bizzat şahit oldum. Malcolm X adlı filmde de halkın kurtuluşu böylesi bir İslâmî bakış açısında görülüyor ve şöyle deniyordu: “Amerika’nın İslâm’ı anlamaya ihtiyacı var, çünkü bir toplumu ırk probleminden kurtaracak din budur.”

O YILLAR içinde, bir yandan da içinde yetiştiğim materyalist kültürün etkilerinden kurtulmaya çalışıyordum. Hayatımda manevî bir boyut olmasını arzu ediyordum. Çocukluğumdan beri öğretilen geleneksel metodlar, bu konuda bir işe yaramıyordu. Babam bir Yahudi; annem ise Hıristiyandı. Dolayısıyla her iki dinle de alâkalıydım. Bu iki dinin şüphesiz kendilerine has derinlikleri vardı. Fakat özellikle Yahudilikteki “seçilmiş insanlar” yaklaşımını kabul edilemez buluyordum. Hıristiyanlık ise bünyesinde bir yandan bakarsanız çok fazla sır, diğer yandan bakarsanız çok fazla kapalılık ve belirsizlik barındırıyordu.

Şu kadarını söyleyebilirim ki, sadece çocukluk yıllarımdaki tecrübelerimle yetinseydim, şu anki halime ulaşmam mümkün olmazdı. Bu noktada Afrika seyahatlerimde edindiğim tecrübelerin önemli bir katkısı olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu seyahatler düzenli bir hayat kurmama engel olduğu için bırakmak zorunda kaldım. Ayrıca bu seyahatlerden ne kadar istifade etsem de, benim aradığım şey yeni bir kıta veya kurum değildi. Benim aradığım, ruhumu manevî anlamda zenginleştirecek bir anlam çerçevesiydi. Bir kültürden diğerine geçmek gibi sathî bir niyetim yoktu. Ben ruhumu, kalbimi ve aklımı doyuracak yeni bir anlam dünyası arıyordum.

1981-85 yılları arasında özellikle Fas’a seyahatlerim oldu. Egzotik ülkelerle ilgili kitapları okumaktan büyük zevk alıyordum. Bu tür çalışmaları olan yazar Freya Stark’ın şu cümlelerinden çok etkilenmiştim: “Arabistanın daima keyif alınan bir yer olması, seyahat eden kişinin orada kendisini sadece bir insan olarak algılamasından kaynaklanır. Arabistan toprağını gezip görmeniz için bunun dışında beş nedeniniz daha var: Sorunlarınızı arkada bırakmak, para kazanmak, yeni şeyler öğrenmek, iyiliklere muhatap olmak ve saygın insanlarla tanışmak.”

Bu satırları okuyunca, gerçekten ne aradığım konusunda biraz daha netleştim. Benim bağlanacağım din, metafizik ve bilimle çelişmeyen bir inanç sistemi olmalıydı. Dar ırkçı yaklaşımlarla veya köksüz bir mistisizmle kuşatılmış olmamalıydı. Din adamları, Yaratıcı ile kullar arasında hegemonya kurmamalıydı. “Tabiat” ile “kutsal” birbirinden ayrılmamalı; ikisi bir bütün olarak ele alınmalıydı. İnsanı ruhu ve bedeni ile kendi içinde çelişkiye düşürmemeliydi. Kadınlar otomatikman günaha sürükleyen kötü varlıklar olarak tasvir edilmemeliydi. Sadece metafizik öne çıkarılarak, fizikî ihtiyaçlar göz ardı edilmemeliydi. Son olarak, gün içinde inancımı tazelememe yardımcı olacak ve beni manevî açıdan zinde tutacak ibadetleri olmalıydı. Ama hepsinden önemlisi, özgür iradeye fırsat tanımalıydı. Araştırmalarımı derinleştirdikçe, bu vasıflara en çok uyan dinin İslâm olduğunu anladım.

BU NOKTAYA ulaşmam, Batı dünyası içinde yetişmiş birisi olarak aslında büyük bir başarı sayılır. Zira çevremde tanıdığım eğitimli Batılıların çoğu dinle ilgili konulara çok şüpheci bakarlar. Onlara göre; din, ya siyasî manipülasyon amacıyla kullanılan bir araçtır; ya da Ortaçağa yani geçmişe ait bir kavramdır. Kuşkusuz böyle düşünmelerinin kendine göre sebepleri vardır. Bunlar arasında en başta gelen sebep, Batının tarihsel geçmişi içinde dinin çokça kan dökülmesine yol açmış olmasıdır. Haçlı seferlerinden engizisyona, nazizm ve komünizmin değiştirilemez prensiplerine kadar pek çok olumsuz tecrübe yaşayan Batılı insanlar, din konusunda bir bıkkınlık duygusu içindedirler. Bu ve benzeri nedenlerle Batı dünyasında ve özellikle entelektüel insanlar arasında dine karşı olumsuz bir bakış vardır ve din hayatın dışına itilmeye çalışılır.

LAİK hümanizm, Batılıların çoğu için solunan hava kadar önemlidir. Çünkü bu düşünce biçimi, üzerinde hassasiyetle durduğumuz demokrasi ve özgürlük anlayışımızın temelini teşkil eder. Fakat bazen kendi dünyamıza o kadar gömülürüz ki, yeryüzünde bizimkinden farklı yaşam biçimlerinin olduğunu hatırlamayız bile. Oysa yeryüzünde pek çok düşünüş biçimi ve inanç var. İslâm’dan bahsedecek olursak, meselâ dünya üzerinde tek bir İslâm öğretisine bağlı olarak yaşayan 650 milyon insan var; ve bunlar 44 ülkede çoğunluğu teşkil ediyor. Bunların dışında Amerika, Asya ve Avrupa’da azınlık olarak yaşayan pek çok Müslüman söz konusu. En çarpıcı olanı ise, özellikle Avrupa’da İslâm her geçen gün mensup sayısını artırarak dünyanın en büyük dinleri arasındaki yerini sağlamlaştırıyor.

Yakın arkadaşlarımdan bazıları, benim İslâm’a yönelmemi şaşkınlık ve üzüntüyle karşıladılar. Onlara göre, İslâm Orta Doğuda hüküm süren baskıcı yönetimlerinin yansıttığı daha çok siyasi nitelikli bir olguydu. Gerçek İslâmın ne olduğuyla ilgili pek fazla fikirleri yoktu. Çünkü okudukları kitaplar, takip ettikleri yayınlar İslâm’ı sadece siyasi yaptırımlardan ibaret bir inanç sistemi gibi tanıtmaktaydı. İslâmın manevî boyutu hiç gündeme gelmiyor veya getirilmiyordu. Bu gerçeğin farkında olduğum için arkadaşlarımın eleştirilerine ancak hak ettiği kadar değer verdim.

Bir Müslüman için, İslâm Hz. Âdem’den beri süregelen hakikî dinin en son ve kemale ermiş biçimidir. Bir tevhid dinidir; ve tüm peygamberler bir zincirin halkaları gibi insanlığa hep aynı mesajı taşımışlardır. Esasında bir yenilenme mesajı olan İslâm, dünya sahnesinde kendine düşen vazifeyi yerine getirmiş ve milyonlarca insana imanın unutulan tadını yeniden hatırlatmıştır. Ünlü Alman şair Goethe, Kurân için boşuna şunları söylememiş: “Bu dinde kesinlikle bir yanlış ve eksik yok. Biz bütün sistemlerimizle harekete geçsek bile, onun daha ötesine gidemeyiz.”

İslâm’ın beş şartı vardır: Kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hacca gitmek. İlk dördüne insanlar hayatları boyunca devam ederler. Hac ise maddi şartlar elverdiği takdirde ömürde bir kez yapılması gereken bir vazifedir. İslâm’a intisap etmiş biri olarak en kısa zamanda Mekke’ye gitmeyi çok istiyorum. Bu yolculuğun maneviyat dolu bir yolculuk olacağını düşünmek beni çok heyecanlandırıyor.

...

Küçük bir Ramazan


“İslâm Amerika’nın yeni dini mi?” başlığını taşıyan yazısında Michael Wolfe, Amerika’nın Hıristiyan olduğunu iddia eden serserilerin vatanı olduğundan şikâyetle başladığı yazısında, çeşitli tezlerle İslâm ile Amerika’nın aslında çok önemli birtakım ortak paydalara sahip olduğunu savunuyor. Bu ortak paydalardan birini de Wolf, beslenme, oruç ve diyetle ilgili olarak şu şekilde ifade ediyor:

“İslâm Amerika’nın oldukça ilgi gösterdiği besin temizliği ve diyet konularına da yakın bir dindir. Müslümanlar Ramazan ayında Amerikalıların takdirle karşıladığı ve imrendiği şekilde bir ay oruç tutarlar. Bu yıl Ramazan ayını gayri müslim bir arkadaşımla geçirdim. Bir ay oruç tuttuğumu gören arkadaşım, bana kendisinin de Ocak ayında kendine göre oruç tuttuğunu, “küçük bir Ramazan” yaşadığını söyledi. Tam olarak ne demek istediğini sorunca, en az bir ay boyunca yemediğini, içmediğini, kafeye bile gitmediğini söyledi. Kulaklarıma inanamadım. Oysa ki o arkadaşım kahvesiz yapamayan biriydi.




Aylin Atmaca, Zafer Dergisi www.sorularlaislamiyet.com

Kuran’da içki, kumar ve falcılığın, şeytanın işlerinden olduğu ifade edilir. Bunların şeytanla ne ilgisi vardır?

Kur’an-ı Kerim’de, içki, kumar ve fal oklarıyla nasip aramak, yani şans oyunları şeytan işi pisliklerden sayılmıştır. Bu konuda şöyle buyurulmaktadır:

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?”(Maide, 5/90-91)


Hz. Aişe (r.a.)’den nakledilen bir hadisi şerifte de sarhoşluk veren her içkinin azının da çoğunun da haram olduğu bildirilmiştir(1) Ayrıca içki ile ilgili yapılan işler de haram kılınmıştır. Bu konuda, Enes (r.a.)’den rivayet edilen bir hadisi şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Resulullah (s.a.v.) hamrla (şarapla) ilgili olarak on kişiye lanet etti: “(Hammaddesinden şarap yapmak maksadıyla) sıkana ve sıktırana, içene ve sâkilik yapana, (imalathâneden müstehlike kadar) taşıyana ve taşıtana, satana ve satın alana, bağışlayana, bunun parasını yiyene.”(2)


Bu işi sahabe o kadar ciddiye almış ki, içki içmeyi puta tapmakla eş değerde saymışlardır. Bu konuda, Ebu Musa (r.a.) demiştir ki: “Bana göre, ha hamr içmişim, ha Allah'ı bırakarak şu sütuna tapmışım, ikisi de birdir.”(3)

Ancak, içkinin yasak edildiği tarihin İslam’ın son zamanlarına rastlaması, Bedir ve Uhud gibi savaşlarda bile sahabeden sarhoş olan bazı kimselerin bulunması, içki konusunda zaafı bulunan kimseler hakkında ileri gitmemek ve onları dışlamamak gerektiğini gösteriyor. Nitekim, Resülullah (s.a.v.)’in huzuruna sarhoş olarak gelen bir kişiye sahabenin çıkışıp azarlamalarına karşılık Resülullah farklı bir tutumla; “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın”(4) buyurmuş, böylece onu dinden, imandan soğutup İslam’dan ve müslümanlardan nefret ettirmenin de şeytani bir davranış olduğunu ihtar etmiştir.

(1) Buhârî, Eşribe 4, Vudü 71;
(2) Tirmizî, Büyü 59).
(3) Nesâî, Eşribe 42, (8, 314).
(4) Buhari, Hudud, 4, 5;

Barnabas İncili

Barnabas İncili

Barnabas hakkında, Hz. İsa’dan sonra havarilerinin dinini tebliğlerinin ve bu uğurda başlarına gelenlerin anlatıldığı ve Kilise tarafından da kabul edilen “Rasullerin İşleri” bölümünde önemli bilgiler bulmak mümkündür. Burada anlatıldığına göre, Barnabas aslen Kıbrıslı olup asıl adı Yusuf’tur ve Levililerdendir. Barnabas “teselli oğlu” anlamına geldiğine göre, herhalde lâkabı olsa gerektir.

‘Kanonik İnciller’de Barnabas’ın adı havariler arasında geçmez. ‘Rasuller’in İşleri’nden anlaşıldığına göre, o çok erken bir dönemde Hakk dini kabul etmiş olsa gerektir. Barnabas’ın ismi Kanonik İnciller içerisinde ilk olarak şöyle geçer:

“İman edenlerin cemaati tek yürek ve tek can idi; ve hiç biri kendisinin olan şeyler için ‘benimdir’ demiyordu; fakat her şey onlar için müşterekti. Ve resuller büyük kuvvetle Rab İsa’nın kıyamına şehadet ediyorlardı; ve hepsinin üzerinde büyük lûtuf vardı. Çünkü aralarında yoksul kimse yoktu; zira tarlaları yahut evleri olanların hepsi satıp, satılmış olan şeylerin bedellerini getirerek resullerin ayakları önüne koyuyorlardı; ve her birine ihtiyacına göre dağıtılıyordu.» İşte bu zamanda resullerce çağrıldığı şekliyle BARNABAS tarlasını satmış ve parayı getirip resullerin önüne koymuştu.” (Rasullerin İşleri, 4: 32-37).

Bu olaydan sonra Barnabas adı Resuller’in İşleri’nde sık sık geçer. Şehir şehir dolaşan Barnabas Allah’ın sözünü her gittiği yerde ilân etmekte, kardeşlerine yardım için koşmakta ve pek çok kişinin Hakk Din’e girmesine vesile olmaktadır.

Barnabas ilk dönemlerde Pavlos’la birliktedir. Fakat, bir süre sonra aralarında, şehirleri dolaşırken Markos denilen Yuhanna’yı da yanlarına alıp almama konusunda şiddetli bir tartışma çıkar ve nihayet ayrılırlar. (Resuller’in İşleri, 15: 36 - 41).

İlginçtir ki, bu ayrılma olayından sonra Resuller’in İşleri’nde Barnabas adı bir daha geçmez ve sürekli Pavlos’tan söz edilir. Buradan, Barnabas - Pavlos ayrılığının köklü bir ayrılık olduğunu ve en azından bundan sonra ‘itikad’ alanında da derin bölünmelerin baş gösterdiğini tahmin edebiliriz. Nitekim, Barnabas, İncili’nin girişinde şöyle der:

“...Şeytan tarafından aldatılan pek çokları, dindarlık maskesi altında en dinsiz akideyi va’z ederek İsa’ya Allah’ın oğlu demekte, Allah’ın sonsuza değin emrettiği sünnet olmayı reddetmekte ve her türlü kirli etin yenmesine izin vermekte olduğundan ---bunlar arasında bulunan, kendisinden üzüntü duymadan söz edemediğim Pavlos da aldatılmıştır-- kurtulasınız, Şeytan tarafından aldatılmayasınız ve Allah’ın hükmü önünde hüsrana uğramayasınız diye, İsa ile yaptığım konuşma ve görüşmelerde gördüğüm ve duyduğum gerçeği yazıyorum.”

Barnabas’ın bizzat kendi yazdıklarından anladığımıza göre, o, Resuller’in İşleri’nde geçtiği gibi Pavlos’la bir süre arkadaşlık yapmış, fakat, daha önceki peygamberlerden sonra olduğu gibi, Hz. İsa’dan sonra da izleyicileri arasında ayrılıklar çıkmış, bu ayrılıklar dinin özüne de inmiş ve Pavlos, Tevhid’i Şirk’e çevirenlerin başında yer alırken, Tevhid’den kopmayan Barnabas ise, Hz. İsa’nın gerçek dinini, ona inananlar Şeytan’a kanmasınlar diye yazıya geçirme gereği duymuştur.

Barnabas, gerçekten yukarıdaki satırlarda geçtiği gibi, Hz. İsa’nın havarilerinden midir? Buna ‘evet’ de ‘hayır’da diyemiyoruz. Fakat, kesin olan bir gerçek varsa, Barnabas’ın İslam’ın peygamberlerinden Hz. İsa’ya inanmış bir mü’min olduğu ve en azından ‘Kanonik İnciller’in ilkinin yazıldığı günlerde ve hattâ ondan daha da önce ‘İncil’ini kaleme aldığıdır. Barnabas belki kendisi Hz. İsa’nın havarisi olmasa bile, en azından onun gerçek havarilerini dinlemiştir; bu yüzden onun İncil’i, İslâmi Hadis literatüründeki ifadeyle, Peygamber’i gören ve işiten bir sahabenin ‘sahih’i değilse bile, hiç olmazsa, sahabeyi görüp işiten bir tabii’nin ‘mürsel sahihi’dir.

Hz. İsa hakkında gerçekten değerli bir araştırma yapmış bulunan Muhammed Ata’ür-Rahim Barnabas’ın havariliğini kabul etmekte ve onun İncil’i hakkında özetle şu bilgiyi vermektedir:

“BARNABAS İNCİLİ, İsa’nın bir şakirdi, yani zamanının çoğunu, mesajını yaydığı üç yıllık süre içinde bizzat İsa’nın yanında geçiren bir adam tarafından yazılmış ve bugüne kadar gelmiş, bilinen tek İncil’dir.”

Kabul edilmiş dört İncil’in yazarlarının aksine, o İsa ile doğrudan teması olmuş ve öğretisini doğrudan İsa’dan almış biriydi.

Barnaba İncili M.S. 325'e kadar İskenderiyye kiliselerinde kabul edilmiştir. İsa'nın doğumundan sonraki birinci ve ikinci asırlarda, Tevhîd'i desteklemiş olan İraneus'un (M.S. 120-200) yazılarında elden ele dolaşmıştır. M.S. 325'te meşhur İznik Konsülü toplandı. Teslis akîdesi, Pavlus hristiyanlığının resmi doktrini olarak ilân edildi. Kilisenin resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri seçildi. Barnaba İncili de dahil geri kalan bütün İnciller'in okunması ve elde bulundurulması yasaklandı. Barnaba İncili hakkında sürdürülen bu yasaklama kararları, ileriki tarihlerde de devam etti. M.S. 366'da Papa Damasus'un (M.S. 304-384) da, İncil'in okunmaması için bir karar çıkarttığı söylenmektedir. Bu karar M.S. 395'te ölen Kaesaria Piskoposu Gelasus tarafından da desteklendi. Onun Apokrifal kitaplar listesinde Barnaba İncili de vardı. Apokrifa, basitçe "halktan gizlenmiş" demektir. Papa'nın, yasaklanmış kitaplar listesine Barnaba İncili'ni de almış olması, en azından, İncil'in varlığını göstermektedir. Ayrıca Papa'nın, M.S. 383'te Barnaba İncili'nin bir kopyasını ele geçirdiği ve kendi özel kütüphanesinde sakladığı da bir gerçektir (Muhammed Ataurrahim, Jesus Prophet of İslâm, England 1977, s. 39-41 ).

Barnaba İncili hakkında çıkartılan bütün bu yasaklama kararları ve İncil'in okunmaması için alınan tedbirler pek başarılı olamadı. İncil, günümüze kadar varlığını sürdürdü. Onun günümüze kadar gelmesini sağlayan Fra Marino adında bir keşiş olmuştur. Şöyle ki:

Barnaba İncili'nin İngilizce çevirisinin yapıldığı el yazması, Papa Sextus'ta (1589-1590) bulunuyordu. Sextus, İncil'den geniş çapta faydalanmış olan İraneus'un yazılarını okuduktan sonra İncil ile yakından ilgilenen Fra Marino ile arkadaş oldu. Bir gün Marino, Sextus'u ziyarete gitti. Birlikte öğle yemeği yediler. Yemekten sonra Papa uykuya daldı. Keşiş Marino, Papa'nın özel kütüphanesindeki kitapları gözden geçirmeye başladı ve Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazmasını ele geçirdi. İncil'i elbisesinin yeni içerisine gizliyerek oradan ayrıldı ve Vatikan'a geldi. Bu yazma daha sonra, Amsterdam'da büyük bir ün ve otorite sahibi, hayatı boyunca bu esere büyük bir değer verdiği bilinen bir şahsa ulaşıncaya kadar elden ele dolaştı. Onun ölümünden sonra da Prusya Kralı temsilcisi J.E. Kramer'in eline geçti. 1713'de Kramer bu yazmayı, kitaplar uzmanı meşhur Savoy'lu Prens Eugen'e takdim etti. 1738'de, kütüphanesi ile birlikte bu yazma da Viyana'daki Hofbibliothek'e nakledildi ve halen oradadır. Erken kilise tarihçilerinden önemli bir zat olan Toland, bu yazmayı incelemiş ve ölümünden sonra 1747'de basılmış olan muhtelif çalışmalarında ona atıflarda bulunmuştur. İncil hakkında şöyle der: "Bu, tıpkı kutsal bir kitap görünümündedir." (Ataurrahim, a.g.e, s. 41-42).

Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazması Canon ve Mrs. Ragg tarafından İngilizce'ye çevrildi ve 1907'de Oxford Üniversitesi matbaasında basıldı ve yayımlandı. İngilizce çevirinin hemen tamamı aniden ve gizemli bir şekilde piyasadan kayboldu. Bu çeviriden yalnız ikisinin varlığı bilinmektedir: Biri British Museum'da, diğeri de Washington Kongre Kütüphanesi'ndedir. Kongre Kütüphanesi'nden kitabın bir mikro-film kopyası ele geçirildi ve İngilizce çevirinin yeni bir baskısı Pakistan'da yapıldı. Bu baskının bir kopyası, gözden geçirilmiş yeni bir baskı amacıyla kullanıldı. (Ataurrahim, a.g.e., s. 42).

Barnaba İncili yirminci yüzyılın başında, Mısır'da, Dr. Halil Seâde tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve esere bir de mukaddime yazılarak Muhammed Reşid Rıza tarafından da neşredilmiştir. (Ahmed Şelebi, Mukârenetü'l-Edyân, Mısır 1984, II, 215).

Son zamanlarda ülkemizde de İncil'in izlerine rastlandığı ve üzerinde bazı çalışmaların yapıldığı bilinmektedir: Bunlardan biri, Abdurrahman Aygün'ün "İncil-i Barnaba ve Hz. Peygamber Efendimiz Hakkındaki Tebşîrâtı" isimli basılmamış eseridir. Eser 1942'de yazılmıştır. (bk. Osman Cilacı, "Barnaba İncili Üzerine Bir Türkçe Yazma ", Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık,1983, cilt:19, sayı: 4, s. 25-35) Yine 1984'te Hakkari civarında bir mağarada, Ârâmî dilinde ve Süryânî alfabesi ile yazılmış bir kitap bulunduğu ve bunun Barnaba İncili olduğu, yurt dışına kaçırılmak istenirken yakalandığı da bilinmektedir. (bk. İlim ve Sanat, Mart-Nisan 1986, sayı: 6, s. 91-94). Ayrıca, "Barnaba İncili" adıyla Mehmet Yıldız tarafından İngilizce'den dilimize çevrilen bir eser de 1988 yılı içerisinde Kültür Basın Yayın Birliği tarafından neşredilmiştir.

Barnaba İncili'nin diğer dört İncil' den ayrıldığı en önemli noktalar şunlardır:
1- Barnaba İncili, Hz. İsa'nın ilâh veya Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmez.
2-Hz. İbrahim'in kurban olarak takdim ettiği oğlu Tevrat'ta belirtildiği ve hristiyan inançlarında anlatıldığı gibi İshak değil, İsmâil (a.s.)'dır.
3-Beklenen Mesih Hz. İsa değil Hz. Muhammed'dir.
4-Hz. İsa çarmıha gerilmemiş, Yahuda İskariyoth adında biri ona benzetilmiştir.
(Muhammed Ebu Zehre, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Trc. Âkif Nuri, İstanbul 1978, s. 105-107).

Gerçeğin uzun süre gizlenemeyeceği açıktır. İnsanlık eninde sonunda, belki tarihte eşine rastlanmadık biçimde Hakk Din’e yönelecek ve İbrahim’in Tevhid Dini Hatem’ül-Enbiya Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)’nın risaletinin tümden ihyasıyla yeryüzündeki muhteşem hakimiyetini gerçekleştirecektir. Batıl, mahiyeti gereği köpük gibi yok olucu, Hakk ise kalıcıdır.

Kuranı Kerimin yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi

Kuranı Kerimin yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi
Cevabımız

Değerli Kardeşimiz;

Sorunuza kısa bir cevap verdikten sonra detaylı bir açıklamayı da ekleyeceğiz.

Peygamber Efendimiz bir çok Hadislerinde kendinden sonra özellikle dört halifeye ve genel olarak da sahabelerine uymayı emreder. Eğer Peygamber Efendimiz her konuda vasiyet etseydi, o zaman yeni olaylar karşısında "vasiyet olmadığı için yapamayız" gibi düşüncelerle çözümler üretilemezdi. Bu nedenle Halifelik ve Kuranın toplanması gibi önemli konularda bile vasiyet edilmemiştir. Böyle çok önemli konularda bile ashabın çözüm yollarına uyulması, diğer konularda onların örnek alınacağına ayrıca bir delil olabilmiştir. Diğer taraftan bu ve buna benzer konularda ashabın çözüm yolu bulması, bundan sonra meydana gelecek olaylarda nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiği de gösterilmiş olmaktadır.

O (S.A.V.), insanlığı kurtuluşa çağıran, karanlık dünyada yolları aydınlatan bir ziya ve nur mesabesinde idi. Bu görev için seçilerek ilahi bir terbiyeden geçmiş ve nihayet, kemal döneminde görevlerin en yücesi ile vazifelendirilmişti. Resulullah, görevinde son derece titizdi. Vahyi telakki ederken ve de sonraki davranışları bunu ortaya koyar. Mesela O (S.A.V.), vahiy hali vuku bulduğunda, bildirileni çabuk ezberleyip kalbine yerleştirmek için dilini hareket ettiriyor. (Kıyamet, 16) Gelen vahiyleri özel katiplerine kaydettiriyor, buna mukabil Kur'an ile karışmasın diye kendi sözlerinin kaydedilmemesini ashabından istiyordu.

Kur’an-ı Kerim 42 vahiy katibi tarafından yazılmıştır. En meşhurları Mekke'de Abdullah b. Sa'd Medine'de ise Übey ibni Kab'dır. Kur’an ayetleri kağıt, bez, deri parçaları, taş, tuğla, kürek kemikleri üzerine yazılmıştır. Her Ramazan ayında nazil olan vahiy pasajlarını (Kur'an'ı Kerim'i) baştan sona Cebrail'e arz ediyordu. Karışıklığı önlemek için de gelen vahyin nereye konulacağını belirtiyordu. Peygamber Efendimiz hayatta olduğu sürece vahiy devam ettiğinden, Kur’an metni, iki kap arasında mushaf haline getirilemezdi. Böyle yapılmış olsaydı sık sık değişiklik yapmak, araya girecek birkaç ayeti yerleştirmek için, ikide bir çok sayıda yazılmış metni imha etmek mecburiyeti hasıl olacaktı. Diğer taraftan Kur’an metni birçok hafız tarafından ezberlenip devamlı surette okunuyor ve ashabın bir kısmının nezdinde yazılı nüshalar da bulunuyordu. Üstelik Hz. Peygamber gibi bir teminat mercii vardı. Bu yüzden metnin muhafazası konusunda endişeye sebep yoktu.

Ayrıca El-Hakim (Ö 405-1014) Müstedrek’inde “Kur’an metninin biraraya getirilmesi 3 defa yapılıp, birincisi Resulullah’ın huzurunda olmuştur” dedikten sonra, bu hükmüne esas teşkil eden şu hadisi, Zeyd İbn Sabit’den (Buhari ve Müslim’in rivayet şartlarını taşıyan bir senedle) nakleder. Zeyd diyor ki: “Biz, Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an’ı birtakım parçalardan telif ediyorduk (topluyorduk).” Beyhaki bu hadis hakkında: “Kanaatimce bundan maksad, birkaç ayrı defada indirilen ayet gruplarını, Hz.Peygamber’in Nezaretinde sureler halinde derlemektir” demektedir.

Şu halde vahyi tamamlanan sureleri peygamberimiz, mevcut en uygun malzemeye, birtakım sahifeler halinde temize çektirip muhafaza ediyordu. Peygamberimizin hayatında birçok sahabi Kur’an’ı hem hafızalarında hem de sahifelerinde toplamış bulunuyorlardı. O’nun ahirete irtihali üzerine Hz.Ali derhal evine kapanmış, “Kur’an’ı cemetmedikçe Cuma namazına çıkmak hariç, ridamı giymemeye yemin ettim” diyerek, sözünü yerine getirmiş, Kur’an’ı cemetmedikçe Hz.Ebu Bekir’e biat etmemişti.

KUR’AN’IN MUSHAF HALİNE GETİRİLMESİ:

Hz.Peygamber’in vefatından sonra ilahi rehber Kur’an metninin, ümmetin icmaından geçmek suretiyle, tek kelimesinden şüphe edilmeyecek tarzda; kıyamete kadar hiç kimsenin itiraz edemeyeceği tarzda toplanması gerekmişti. Zeyd İbn Sabit diyor ki: “Yemame Savaşında ashabın öldürülmesini müteakib, Hz. Ebu Bekir beni çağırttı. Yanına vardım. Hz.Ömer de orada idi. Ebu Bekir bana dedi ki: Ömer bana gelip dedi ki: “Yemame ‘de Kur’an hafızları çok zayiat verdi. Bu gibi vakalarda hafızların ölmeleriyle Kur’an’ın birçoğunun zayi olmasından endişe ederim. Bana kalırsa Kur’an’ın cem edilmesi için bir emir çıkarman gerekir.” Ben de Ömer’e şöyle cevap verdim: “Resulullah’ın yapmadığı bir işi nasıl yapabilirsin?”, Ömer: “Vallahi bu hayırlı bir teşebbüstür, dedi.” Sonra bu iş üzerinde o kadar durdu ki, bana söyleye söyleye neticede Allah kalbime bu işi yatırdı, ben de onun görüşünü benimsedim.” Zeyd devamla diyor ki: “Ebu Bekir bana dönüp şöyle dedi: “Sen genç, dinç, zeki bir adamsın. Kimse ittiham edemez. Zaten Resulullah’ın da vahiy katibi idin. Kur’an metnini topla.” Vallahi bir dağı yerinden nakletmemi isteselerdi, Kur’an’ı toplama mes’uliyeti kadar bana ağır gelmezdi.” Neticede Kur’an’ı hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım.” (Buhari)

Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre, Hz. Ebu Bekir, Zeyd’e asla hafızasına güvenmemesini, her ayet için 2 delil olmak üzere, 2 şahıstan yazılı nüsha aramasını emretti. Bu iş için Zeyd, Hz.Ömer’in yardımını şart koşmuş, O’da ciddi bir şekilde kendisine yardım etmiştir. Zeyd bizzat kendisi iyi bir hafız olduğu halde, kendisi gibi başka hafızlarla da yetinmeyip, her ayet hakkında mukabele görmüş 2 yazılı şahid aramak gibi son derece titiz ve ilmi bir usül takib etmiştir. Yalnız Tevbe Suresinin sonundaki 2 ayet hakkında, araştırmasına rağmen 2 yazılı şahidi bulamamış, Ebu Huzeyme’deki yazılı nüshaya istinad etmek durumunda kalmıştır. Bu şekilde Hz.Ebu Bekir devrinde biraraya getirilen sahifelere “el- Mushaf” denilmiştir.

HAFIZ SAYISI:

Burada yeri gelmişken o devirde ki mevcut hafız sayısının 4-7 arası olduğuna dair iddiaya da cevap verme ihtiyacı gördük. Hz. Peygamber (sav.)’in terbiyesinde yetişmiş sahabeler arasında 23 yıl içinde Kuran’ı sadece 4 veya 7 kişinin ezberlemiş olması aklen muhaldir. Buhari’nin Es-Sahih’inde rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (sav.) henüz hayatta iken meydana gelen ‘Bi’ru Maune’ olayında şehid olan ‘kurra’nın sayısı 70 kadardır. Hz. Peygamberin vefatını takip eden yıl içinde meydana gelen dinden dönme olayları üzerine yapılan savaşlarda, ‘Yemame’de şehid olan ‘kurra ve huffaz’ın sayısı da bazı alimlere göre 450-500 kadar bazılarına göre ise 700 kadardır. Bir başka önemli nokta da Hz. Peygamber hayatta iken vahyin henüz son bulmamış olmasıdır. En son nazil olan birkaç süre veya ayet, bazı kimseler tarafından bilinmeyebilir. Hamidullah’a göre Peygamberimiz (sav) vefat ettiğinde 3000 kişi Kuran’ı ezbere biliyordu. Zeyd B. Sabit’in yazmış olduğu Kuran ile Hz. Muhammed (sav) indirilen Kuran arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü: Kuran’ı herkes ezberliyor, ayrıca ezberlediklerini yazılı vesikalarla te’yid ediyorlardı. Her gün namazda okunan ve ona göre amel edilen şey nasıl unutulabilir? Kuran ayetleri öyle ahenkli iniyordu ki, herkesin kolayca ezberleyebileceği kadar azar azar iniyordu.

Sonuç olarak, Kur'an vahyinin inmesinden peygamber dahil hiç bir kimsenin müdahalesinin söz konusu olmadığını aşağıdaki ayet bize bildirmektedir: "Eğer o Peygamber bazı sözler uydurup bize isnat etmeğe kalkışsaydı muhakkak ki biz onu kuvvetle yakalar (ve ondan intikam alırdık). Sonra da muhakkak ki, onun kalb damarını keserdik. O zaman sizden hiç kimse O'nu koruyamaz" (*)

Kur'an-ı Kerim Nasıl Mushaflaştı? Son vahyin tarihi ile ilgili kapsamlı bir çalışma.

Son Vahyin Tarihi- İlgili Ayetler:

A’la 6:’Sana okuyacağız ve sen Allah’ın izni ile unutmayacaksın.’

Abese 11-14: "Hayır, şüphesiz o yüce kağıtlarda yazılı olan ve isteyenin üzerinde tezekkür edeceği bir öğüttür."

el-Kıyame 16-19: "Vahiy esnasında, hemen alabilmek için, onunla birlikte dilini hareket ettirme! Doğrusu vahyin kalbine yerleştirilmesi ve okuman bize aittir. Biz vahyi okurken, sen sadece okunmasını dinle! Sonra O'nun açıklanması bize aittir."

el-Furkan 32: "İnkar edenler, Kur'an O'na bir defada topluca indirilseydi ya, dediler. Biz, onunla Senin kalbini sağlamlaştırmak için böyle parça parça indirdik ve onu ağır ağır okuduk."

eş-Şuara 192-195: " Bu Kur'an alemlerin Rabbi'nin indirmesidir. Uyaranlardan olasın diye, onu, Cibril, Mübin Arap Lisanı ile indirdi."

el-İsra 106: " Kur'an’ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik ve onu gerektirdikce biz indiririz."

et-Tur 1-3: "Tur'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a andolsun ki..."

el-Bakara 185: "Ramazan ayı, içinde, insanları doğruya iletici, doğruyu yanlıştan ayıran ve doğruya yol gösteren kesin deliller olmak üzere Kur'an indirildi."

Vahy erken dönem kitaplaşma sürecini ele alalım.

a)Peygamber Dönemi: (Rasul’un Sağlığında Cem’)

Mekke Dönemi:

Peygamber vahyin muhafazası için azami dikkati gösterirdi [1> Cebrail’i takibde acele davranırdı .
el-Kıyame 16-17 ayetleri bunu anlatır. Onu göğsünde toplayıp dilinde okutmak Allah’a aitti. Rasûlu-Ekrem, gelen vahyleri önce kendisi namazlarda okuyarak ezberini kuvvetlendirdi. [2> Sonra yavaş yavaş okuyarak ezberi kuvvetli [3> Ümmi olan Arap mü’minlerin [4> ezberlemesini sağladı. [5>

Kur'an'da " Sana okutacağız ve sen Allah'ın diledikleri dışında unutmayacaksın"[6> buyrulur. Peygamber'den ayrı olarak sahabeler de vahyi ezberlemeye çalıştılar. Geceleri ve namazlarda sürekli ondan okunan bölümler vahyin korunmasında hizmet etti.

Peygamber Kalbine indirilen Kur'an’ı insanlara yalnız okumakla kalmadı, yazdırdı da. et-Tur suresinin ilk ayetleri bunun tanığıdır. Abese 11-14 de bu kapsamda düşünülebilir.

Kur'an'da " Sana okutacağız ve sen Allah'ın diledikleri dışında unutmayacaksın"[7> buyrulmuştur.

Peygamber'den ayrı olarak sahabeler de onları ezberlemeye çalıştılar. Geceleri ve namazlarda sürekli ondan okunan bölümler vahyin korunmasında hizmet verdi. O sırada günde iki vakit namaz kılıyorlardı. Sabah ve ikindi.[8>

"Hz.Peygamber'in Kur'an'ın doğruluk ve tamamiyetin, muhafaza için yazıyla tespitten ayrı iki ilave tedbir daha aldığını görüyoruz:

1-İnen ayetleri hemen kendisi ezberliyor ve sürekli olarak namazlarda, ikametinde, yolculuğunda, sıkıntıda, ferahta onu okuyordu. [9> Günlük namazların kılınması esnasında Kur'an ayetlerinin yüksek sesle okunmasını emretti. Bunun neticesi, Müslümanlar Kur'an'ı hıfz etmek mecburiyetinde kaldılar. Bundan doğan diğer bir sonuçta de Kur'an'ın bir nevi din adamı sıfatını taşıyan kimselerin tekelinde tutulmamış olmasıdır.

Kendi sahabesine sindire sindire okurdu. Sahabe de ona o kadar önem verirdi. Peygamber de onların okuduklarını kontrol ederdi.[10>

2- Kur'an öğrenenlerin bunu yetişmiş öğretmen, bir muallim nezaretinde yapmalarını emretmiştir. İlk Muallim Peygamber'in kendisi ve sonra, Kur'an'da iyi yetişmiş olmaları dolayısıyla O’nun tarafından yetkili kılınmış sair muallimlerdi."[11>

"Akılda tutma ve ezberleme kabiliyetleri fertten ferde değişik olduğundan pek tabidir ki sahabeden bazı kimseler, boş zamanlarında tekrar edip ezberlemek maksadıyla bu ayetleri yazıyla tesbit etmek istediler. İşte bu ayetleri bu şekilde yazıyla tesbit işi ne zaman başladı bunu kati ölçüler dahilinde bilemiyoruz."[12>

Rivayetler Peygamber'in gelen vahyi yazdırma konusunda acele davrandığını aktarırlar.[13>

Vahyin ne zaman yazılmaya başlandığı hususunda kesin bir bilgi bulunmuyor. Hz. Rasul okur yazar değildi.[14> Siyer materyalinde daha Mekke devirlerinde bile Kur'an'ın yazılı bölümleri bulunduğu görülür. Örneğin Ömer'in islam oluş kıssasını anlatan İbnu Hişam O'nun kızkardeşi Fatıma'ın evinde kocası Said ile el-Hadid (veya er-Rahman) ile TaHa (7/81, 45/20) surelerini üzerine yazıldığı bir sahifeden okudukları anlatılır.[15> Ömer'in müslüman oluşu, Peygamberliğin 5. yılına isabet eder ki bu, İslam tebliğinin genele tebliğe yapılmaya başlamasının ikinci yılıdır. Yani hicretten 8 sene önce. Hamidullah " Nakledilen bu vakanın doğrululuk ve gerçekliğinden şüphe etmemiz için bir sebeb göremiyoruz, zira ilk vahyedilen Hicret öncesi surelerin bir çoğu, "yazılı Kur'an nüshalarında"ndan bahsetmektedir. el-Furkan 5. ayeti ve el-En'am 79 ayeti bu vakaya örnek gösterilebilir. Bizzat Kur'an'da, Kur'an için devamlı “Kitab” kelimesi kullanılır; muhakkak ki bu kelime "yazılı bir vesika" manasına da içine almaktadır."[16> Hadis yazımının yasaklandığını anlatan rivayetlerde de Kur'an'ın yazımının söz konusu olduğu doğrulanır.

Hadis yazımının yasaklandığını anlatan rivayetlerde de Kur'an'ın yazımının söz konusu olduğu doğrulanır.

Hz. Rasul inanırlardan edindiği katiplere yazdırmaya çalıştı. Mekke döneminde Ebu Bekr, Osman, Ali, Zübeyr ibnu Avvam, Amir ibnu Fuheyre, sayılabilir.

Peygamber'in yanında olan ayetler dışında sahabiler kendileri için özel sayfalarda yazıyorlardı. Kur'an'ın bütününü ezbere bilenlere Kurra deniliyordu. İbnu Mes'ud, Muaz, Salim, Ubey ibn Ka'b, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme, Ebu Zeyd bunlardandır.

Ayetlerin Surelere Yerleştirilmesi:

İnen ayetlerin hangi surelere yazılacağı Peygamber'in talimatı ile belirleniyordu.[17> "Tarihçilerin verdiği bilgiye göre bazan da inen bu parçalar içinde birkaç sureye ait ayrı parçalar aynı anda nazil olabiliyordu. Bu durum muvahacesinde yeni bir kısım vahiy geldiğinde Hz. Peygamber, o zamana kadar nazil olmuş bulunan bütün içinde bu yenilerin alacağı yeri gösteriyordu."[18>

Yazı Materyali:

Peygamber kendi hıfzı, sahabe hıfzı ve yapılan kontrollerle yetinmeyip deri, kemik, tahta ve yassı taşlar üzerinde nuzulunu takiben yazdırırdı. [19>

Yazı materyali olarak hurma dalları, ince beyaz taşlar, kürek kemikleri, işlenmiş ince deri parçaları, tahta, çanak, çömlek parçaları ve qırtas adı verilen kağıtlar, deri, [20> bez, hurma lifi, taş, kullanıldı. İranlılar ve Romalılar gibi kağıt sanatı Araplarda yoktu.

Medine Dönemi:

Hz. Rasul Medine döneminde Ubey ibnu Ka'b, Zeyd ibnu Sabit, Abdullah ibnu Revaha gibi yeni vahy katipleri de edindi. Bu yazım işinde el-Askalani (852/1448) görev alan 40'a yakın sahabiden söz eder.[21>

İbnu İshak'ın Rabat'ta bulunan Siyer kitabında şöyle bir rivayet yer alır: "Kur'an'dan ne zaman bir parça nazil olsa Rasulullaha. bunu önce erkeklerin iştirak ettiği bir topluluk huzurunda okur, tebliğ eder ve sonra kadınlardan müteşekkil ayrı bir topluluğa tebliğ ederdi."[22>

Her Ramazan'da Hz. Rasul'un o seneye kadar inen ayetleri Cibril ile okuyup karşılaştırdıkları rivayetleri vardır."Hz. Peygamber halkın huzurunda baştan sonra kadar tilavet etmek itiyadındaydı. Etrafında toplanan Ashab, beraberinde Kur'an nüshalarını getirirler ve bunlarla O’nun okuduklarını mukabele ederler ve icabında ellerindekileri düzeltirlerdi. Hayatının son Ramazan ayı esnasında [23> bunu daha ileri bir ihtiyat tedbiri olarak iki defa tekrarladı. Bu tarz "mukabeleler" ve halk huzurunda tilavet etmeler Arza (takdim) adını alır ve bunların işaret ettiğimiz en sonuncusuna Arza Ahira, Kur'an tarihinde unutulmaz olarak kalmıştır."[24>

Medine’de bir çok çevreye Kur’an öğretmeni gönderildi.[25>

Rasul son vahyden 9 ya da 81 gün sonra vefat etti. Bu sureden önce kitaplaşması, ayetlerin elimizdeki tertip üzere inmemesindendir.

Hz. Muaviye'nin Vahy Katipliği:

Mekke'de okuma yazma oranı çok düşüktü. Mekke ve Medine'de bu dönemde okur yazar 33 kişinin adı geçer. Yazı yazma, ok atma ve yüzme gibi üç hasleti taşıyana kamil ünvanı verilirdi. Mekke'ye yazı Harb ibnu Umeyye ile girdi. Ebu Sufyan ile iki oğlu, Muaviye ve Yezid ibnu Ebi Süfyan okuma yazma biliyorlardı.

Rasulullah Arap kabileleriyle yaptığı yazışmalar için katipler edinmişti. Ebu Sufyan'ın isteği üzerine Muaviye'de bunlar arasına katıldı.[26> eş-Şehriyari, Rasul'un Osman ve Ali'yi vahiy katibi olarak ihtiyar ettiğini bu ikisinin bulunmaması durumunda Ubeyy ve Zeyd ibnu Sabit'in vahiy yazdığını söyler. [27> Bir çok kaynak Muaviye'nin katipliği içine vahy katipliğinin girmediğini söylerler.[28>

İrfan Aycan, Muaviye biyografisinde O'nun vahy katipliği yaptığından bahseden kaynakları zikreder.[29> Kürsi ayetini yazdığı söylenirse de bu ayetin hicretin ilk yıllarında nazil olduğu biliniyor.

el-Mesudi, bu meseleye daha değişik açıdan bakar ve Muaviye'nin, Rasulullah'a, vefatından önce, sadece bir kaç defa katiplik yaptığını belirterek, uzun müddet Rasulullah'a katiplik yapanlarla bir tutulamayacağını ve katipler zümresine katılamayacağını belirtir.[30> Çağdaş araştırmacıların tetkiki sonucu O’nun vahy katipliği yaptığını belgeleyen bir delile rastlanmadığı ifade edilmiştir.[31>

b)Rasul'un Vefatından Sonra:

1.Ebu Bekr Dönemi- 1. Derleme: [32>

Peygamber'in vefatından kısa bir süre önce vahyedilmesi tamamlanan Kur'an'ı, Rasul'un vefatından sonra Ali ibnu Ebi Talib nuzul sırasına göre bir Mushaf tertip etmişti. [33> Bu Mushaf’ı yazana kadar, namaz dışında dışarı çıkmamıştı. Bu rivayet O’nu kendisine biat etmemesini sormak için Ebu Bekr’in çağırttığı zaman verdiği cevapta geçer: ‘Allah’ın kitabına bir şey ziyade edilebilir diye düşündüm, onu yazıncaya kadar namaz dışında elbisemi giymemeye karar verdim’ dedi. Ebu Bekr, ne ‘Ne güzel düşünmüşsün’ dedi.[34>

Resmi Tedvin:

Yemame savaşında (633) sahebeden en az 70 Kur’an hafızı Kurra (Kariler) şehid olunca- ki Bu rakamı 700 e kadar çıkaranlar var. M. Hamidullah bu savaşa katılan 3000 hafızdan söz eder [35> -bu olay Cem'e bu olay hızlılık kazandırdı. Ömer, Ebu Bekr’den cem için ısrarcı oldu ve O’nu ikna etti. Hafızası güçlü vahy katibi Zeyd ibnu Sabid’i [36> çağırarak O’nun tereddüdlerini gidererek görevlendirdi. [37>

Zeyd şöyle anlatır: "Yemame Harbinde 70 Kurra’nın şehadetinden sonra Ebu Bekr beni çağırttı, Ömer yanındaydı. Dedi ki: Ömer bana gelerek: Yemame günü şiddetli harp olup birçok Kurra şehid oldu. Bir çok şavaş yerinde hafızların şehid edilmelerinden dolayı Kur’an’ın birçok ayetinin zayi olmasından korkarım, Kur’an’ın toplanmasını emretmeni uygun görürüm. Ben de Rasullullah’ın yapmadığını yapmaktan çekindiğimi [38> söyledim. Ömer hayırlı olduğunu söyleyerek devamlı bana başvurdu. Allah benim de göğsümü Ömer gibi açtı. Sen akıllı bir gençsin, Resûlullah için vahy yazıyordun, Kur’an’ı araştır ve onu topla.’ Vallahi bana herhangi bir dağı yerinden kaldırıp başka bir yere nakletmeyi önerselerdi bu kadar ağır gelmezdi. Önce karşı geldim sonunda Allah Ebu Bekir, Ömer'in akıllarını yatırdığı gibi benim de aklımı yatırdı. Kur'an'ı araştırmaya, hurma dallarından, yassı taslardan ve insanların hafizalarından derlemeye başladım"[39>

Ebu Bekr ,Ömer ve Zeyd’e şu talimatı vermişti: ‘Mescid’in kapısına oturun. Her kim ki, size Allah’ın Kitabından olduğuna dair iki şahidle [40> yazılı bir şey getirirse hemen onu yazınız’[41> Ömer bunun üzerine Mescid’in kapısına geldi. ‘ Her kim ki, Rasûlullah’dan Kur’an namına bir şey aldıysa onu getirsin’ dedi.[42> Heyet bu getirilen ayetleri sahifelere, levhalara ve hurma dallarına yazıyorlardı.

Zeyd hafızasındaki metinleri başkalarının şehadeti ile de belgeledi. Destek bulmadan yazmadı. [43> Yazılan bir nusha icmaya mazhar oldu. [44>

Hamidullah bu olayı şöyle anlatır: "Zeyd, esasen Kur'an’ı ezbere biliyordu. Böyle olmakla beraber daha ileri bir ihtiyat tedbiri olmak üzere, kaleme alacağı her bir ayet veya kelime için Hz. Peygamber'in huzurunda Arza dan geçirilmiş, mukabele edilmiş iki ayrı yazılı vesikanın şahadetine müracaat etmesini Halife Ebu Bekr O’na emretti. Halka yanlarında saklamakta oldukları bu nüshaları Zeyd ve arkadaşlarına göstermek üzere Mescidun Nebi'ye getirmeleri duyuruldu. Bu çalışma böylece sona erdirildiğinde, Zeyd ibnu Sabit hazırlanan nüshayı yeniden iki defa baştan sona okudu ve varsa bütün noksan ve kusurlar izale edildi."[45>

Böylece Mushaf- ki Ona el-Mushaf dediler[46> - Halifeyi-Rasûl Ebu Bekr tarafından 11/632 de resmi olarak da cem edildi.

Ayetlerin sırası ve hangi sureye ait olduklarının Hz. Peygamber tarafından tayin edildiğini biliyoruz. Ayetler bugünkü Mushaf’taki gibi surelerde yer aldı. Ama sureler için bunların sahabe içtihadlarına dayandığı görüşü de vardır.[47> Sure sıralamasında ise ihtilaf var.[48>

Derlenen nusha Halife'nin yanında kaldı. Tek nusha olan bu Mushaf önce Ebubekr’den sonra Ömer’in yanında idi. Ömer’in vefatından sonra da Kurra’dan da olan Mü’minlerin Annesi Hafsa’ya geçti. [49>

II.Osman Dönemi: 2. Derleme:

1 Muharrem 24/646 da Osman hilafete getirildi. Osman döneminde müslümanların hakimiyetinde olan topraklar Arabistan'ın sınırlarını aştı. Ana dili yabancı olan bir çok müslüman Kur'an'ı Arapça okuma da zorlanıyordu. Buna Araplar arası lehçe, şive farklılıkları da eklenmeli. Bu farklı okuyuşlar karşılıklı suçlamalara da dönüşebiliyordu. [50> Şam halkı Ubeyy’in, Kufe kalkı İbnu Mes’ud’un Basra halkı Ebu Musa’nın kıraatıyla okuyordu.

Osman döneminde Müslümanların hakimiyetinde olan topraklar Arabistan'ın sınırlarını aştı. Ana dili yabancı olan bir çok müslüman Qur'an'ı Arapça okuma da zorlanıyordu. Buna Araplar arası lehçe, şive farklılıkları da eklenmeli. Bu farklı okuyuşlar karşılıklı suçlamalara da dönüşebiliyordu. Kimi farklı okuyuşlar sahih senedlerle Peygamber'e de dayanabiliyordu. Huzeyfetu’l-Yeman Şam ordularıyla Ermenistan ve Azarbaycan üzerine yürümüştü.(25/646). Gazve esnasında Şamlı askerlerle Iraklı askerlerin Kur’an okuyuşunda ihtilaf ettiğini gördü ve ihtilaflardan endişelenerek tedirgin oldu.[51> Olay tekfir noktasına varıyordu .Durumu Halife’ye iletti.

"Ey Mü'minlerin Emiri! Kalk! Müslümanlar, Kur’an’ın kıraatinde Hrıstiyanlar'la Yahudile'in ihtilafları gibi ihtilaf etmeden önce bu işin çaresine bak" dedi. [52>

III. Halife zamanında qıraat farklılıklarının Müslümanlar arasında anlamazlık konusu olması[53> üzerine" Hafsa Mushafı"nı istedi. Osman, Hafsa'daki Mushaf’ı getirtip çoğaltmaları için 4 kişi görevlendirdi: Zeyd, Abdullah ibnu Zübeyr, Said ibnu As, Abdurrahman ibnu Haris. Zeyd dışında üçü Kureyşli'dir. Ihtilaf ederlerse O'nu Kureyş lehçesi ile yazmalarını emretti. [54> [55> el-Buhari'nin diğer rivayetine göre diğer üç üye de Ensardır: Muaz, Ubey ibnu Ka'b ve Zeyd ibnu Sabit.

Komisyonun çalışması 5 sene sürdü. "Hazırlanan bu 7 nüsha Medine Mescidi’nde herkesi mutmain kılmak üzere halkın huzurunda alenen okundu ve sonra her bir nüsha, 26. yılda hududları Medine'den taşıp Batı’da İspanya'nın güneyine, Doğu'da Ceyhun Nehri'nin ötesine Çin'e dayanmış geniş İslam yurdunun muhtelif eyalet merkezlerine gönderildi. Öyle emredildi ki bundan böyle Kur'an nüshaları, mutlaka bu resmi kopyalara uygun ve mutabık olacak ve farklı bulunanlar imha edilecekti"[56>

II. Komisyon'un ihtilaf ettiği noktalarda önemsizdir. Örnegin Tabut kelimesi "yuvarlak T " ile mi "açık T" ile mi yazılacak? Osman Kureyş yazımı üzere "açık T" ile yazmalarını istemiştir.

Önemli Merkezlere Gönderilen Teksirler:

Çoğaltılan nüshalar (Mushaflar) 5 ya da 7 nüsha [57> olarak önemli yerleşim merkezlerine gönderildi. (Kufe, Basra, Şam, Yemen, Mekke ve Bahreyn'e) gönderildi. Bir nüsha da Medine'de kaldı. Kayıtlarda şahsi nüshaların da imha edildiği aktarılır.

Bu resmi tedvin dışındaki Mushafların yakılması talimatını dinlemeyenler de oldu. Ali, İbnu Mes'ud, Aişe, Ubey ibnu Ka'b'in özel mushaflarındandan söz edilir. Bu Mushaflar arasındaki farkları konu edinen bir kitabı Ebubekr ibnu Davud telif etti: "Kitabu'l-Mesahif

Resmi mushafa Alınmayan Ayetler Var mı?

Ayet sayılarında kitaplarda görülen ihtilaf, kimi ayetlerin ortadan bölünüp iki ayet sayılmasından, ya da besmelenin her birinin ayrı hesaba katılıp katılmamasından kaynaklanmaktadır.

Ubey ibnu Ka'b, Mushaf’ın Osman zamanındaki teksiri için oluşturulan komisyonun üyesi idi. O’nun kunut dualarını Kur'an'dan saymış olması bu nedenle mümkün değildir.

III. Ali ibnu Ebi Talib Dönemi:

Osman'ın yazdırdığı Mushaf Hz. Rasûl'ünkünden farklı olsaydı, sonraki Halife Ali kendi Mushaf’ını resmileştirirdi.[58>

Ali'nin Mushafi'nın farkı surelerin nuzul sırasına göre tertibinden kaynaklanır. Anlam değişikliği yapmayan çok az kelime sinonimi dışında fark yoktur.

Kur'an'ın İlk Yazmaları Ne oldu:

Başta şunu belirtmek isteriz ki; Kur'an'ın ilk yazmalarının yakıldığına ilişkin güvenilir bilgi yoktur. Bu konuyla ilgili rivayetler zayıftırlar. Bu konuda S. es-Salih'in de kitabında aktardığı bilgi güvenilir değildir. Zaten S.es-Salih de bu görüşü paylaşmamakta, sadece İbnu Ebu Davud'un böyle bir görüş naklettiğini söylemektedir. Saldırganlar ustaca bu gerçeği gizlemeye çalışarak bu yanlış bilgiyi herkesin kabul ettiği bir görüşmüş gibi gösteriyorlar.

Ebu Bekr Mushafı:

Ebubekr zamanında iki kapak arasında toplanıp muhafaza edilen Kur'an'a ne oldu? Unutulmamalıdır ki o dönemde bu nüshadan yüzlercesi müslümanlarca kopye edilmiştir. Yani bunun yok olması veya yakılması Kur'an'ın yok olması demek değildir.

Ebubekr tarafından iki kapak arasına toplanan bu nüsha Ebubekr öldükten sonra Ömer'e geçti. Ömer öldükten sonra da kızı Hafsa'ya geçti. Osman kendi döneminde bunu Hafsa'dan isteyerek çoğalttı ve İslam merkezlerine gönderdi. Sonra da Hafsa'ya iade etti. Sonra ne oldu? et-Taberanî'nin güvenilir yolla Salim'den aktardığına göre Medine Valisi Mervan, Hafsa'ya adam göndererek belki de Osman’ın izni ile bu nüshayı O’ndan istedi. Hafsa vermedi. Hafsa öldükten sonra (h.41) Mervan, İbnu Ömer'e adam göndererek ‘bu nüshayı bana gönder’, dedi. O da gönderdi. Böylelikle bu nüshanın Mervan döneminde Emevilere geçtiğini görüyoruz. Nüshanın bundan sonraki akıbeti konusunda herhangi bir kayda rastlanmamaktadır. Büyük bir ihtimalle uzun süre Emeviler'in elinde kalmış, Emeviler'in yıkılışı sırasında değerinden dolayı biri tarafından alıkonmuştur.
Ömer’in vefatından sonra Hafsa'nin elindeki Mushaf'in II.derleme sonrası Hafsa’nın vefatından sonra Medine valisi Mervan tarafindan yaktırıldığı söylenir. Öyle de olsa bu rivayeti oryantalistlere materyal sağlayacak şekilde istismar etmek hatalıdır.

Ali şöyle der: "Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemeyin. O'na -Mushaflar yakıcısı- demekten sakının. Vallahi o, Mushafları biz Muhammed'ın ashabı önünde yaktı. Osman zamanında yönetici ben olsaydım aynısını yapardım. "

İhtilaflarını gerçeğin katli için kullanmayan bir fakih ancak böyle söyleyebilirdi.

Çoğaltılan Mushafların Akıbetleri:

Schwally'nin belirttiği gibi "Kur'an insanın beklemeyeceği büyük bir titizlik ve mükemmeliyetle muhafaza edilmiştir."[59>

Casanova, yaptığı araştırmaların yanısıra bir başka araştırmacı Quatremere'in araştırmalarına dayanarak Hz. Osman'ın çoğalttığı Mushaf nushalarından birinin Hicri 4. asır başlarında bilindiğini ve görüldüğünü kaynaklara dayanarak söylemektedir. [60>

1-Medine Mushafı:

Bu tarihi eser Medine'de Ravzaı- Mutahhara'da muhafaza olunmakta idi. Eserin orada mahfuz bulunduğunu, muhtelif tarihlerde seyyahlar ve meraklılar tarafından görüldüğünü biliyoruz. Mevlana Şibli Tehzibu'l-Ahlak Mecmuası’nda (H.1329/M.1911) bu nüshanın 735 senesinde orada görüldüğünü kaydediyor.

Esas I.Cihan Harbine kadar hep Medine'de muhafaza olundu. Harp esnasında ne olur ne olmaza karşı, oradan nakledilerek emin yerlerde muhafaza edilen kıymetli eserler meyanında Hükumetce o da muhafaza altına alınmıştır. Harp bittikten sonra eser yine oraya iade edilmiştir.

Rusya Müslümanlarından Musa Carullah Bigiyev, 1930 da Bolşevik Rusya'dan kaçtıktan sonra, Yakın ve Uzak Şark'ta dolaşırken Kur'an ve Mushaf’a ait epeyi tetkikat yapmış bunları Hindistan da neşretmiştir. Mezkur nüshanın Medine'de Ravzai- Mutahhara'da mahfuz bulunduğunu, Medine-i Münevvere’de mücavirliği esnasında eseri orada gördüğünü söylemektedir.

2-Mekke Mushafı:

Mekke'deki nüshanın Hicretin 735. senesinde orada bulunduğunu ve görüldüğünü yine Mevlana Şibli söylüyor.

3-Kufe Mushafı:

Hz. Osman tarafından Kufe'ye gönderilen nüsha, meçhul bir tarihte Tarsus şehrine gelmiş, orada mahfuz imiş. Çukurova'nın en şirin şehirlerinden biri olan Tarsus, Abbasiler zamanında mühim bir serhat idi. Me'mun, Seyfu'd-Devle, Şair Mütenebbi oradadırlar. Kufe Mushafı oraya her halde Abbasiler zamanında gelmiş olacak. Abbasi Halifeleri orada yaşardı. Nüsha orada muhafaza olunmakta iken sonraları, Suriye'deki Humus kalesine nakledilmiş H.1050-1143/ M.1640-1730) arasında yaşayan meşhur en-Nablusî (H.1100/M.1689) senesinde yaptığı seyahatinde bu nüshayı uzun boylu tavsif eder. Bu nüsha 1.Cihan Harbine kadar Humus’ta korunmuş, harp esnasında o da diğer kıymetli ve tarihi eserler gibi muhafaza altına alınmıştır.

4-Şam Mushafı:

Şam'a gönderilen nüsha, Kudus'le Dımışk-ı Şam arasında bulunan Taberiye'de mahfuz iken, sonraları Şam'a nakledilmiştir."İlaveli Esmaru't-Tevarih" şunu kaydediyor:" Nakli Mushafı Şerifi Osmani Becamii Dımışk ez-Taberiye, sene 492"

İbnu Kesir (h.8.yy) Şam nushasını bizzat görmüştür. Şöyle der: " Hz. Osman'ın çoğalttığı Kur'an nushalarına gelince bugün için onların en meşhuru Suriye'de Şam Camii’nde bizzat gördüğüm bu değerli, büyük kitap güzel, açık ve güçlü hat ve kaliteli bir mürekkeple deve derisi üzerine yazılmıştır."[61>

M.Şibli'nin [62> yazdığına göre Ebu'l-Kasım es-Sebti, H. 657 senesinde Şam Camii’nin Maksuresinde Hz. Osman tarafından oraya gönderilen Mushafı görmüştür. Abdulmelik'de h.725 de bu nüshayı orada gördüğünü söylüyor. İbnu'l-Cezeri (h.751-833/ m.1350-1429) zamanında Şam'da Mescidü't-Tevbe'de hıfzolunan bu nüsha daha sonra Emevi Camii' ne nakledilmiş, İbnu'l-Cezeri, Şam Mushafı'nı gördüğü gibi Mısır'da da Mesahifi Emsar'dan bir tane gördüğünü söylüyor.
Lala Mustafa Paşa'nın 982 tarihli Vakfiyesi'nde Şam'da ki mevkufatı zikrolunan Hums arazisinde "Vakfı Mushafı Seyyidina Osman" diye bir kayda rastlanıyor ki bundan o tarihte Musfahı Osman vakfı bulunduğunu anlıyoruz. Demek Mushafı Osman oradaymış. Mevlana Şibli'nin İslam alemi seyahati esnasında İstanbul'a geldiğinde bu nüshanın mahfuz olduğunu öğrendiğini söylüyor.

Çağdaş alimlerden Şamlı Şeyh AbdulHakim Efgani, Şam Mushafı'ndan bir nüsha istinsah etmek istemiş. 1.Harpten önce bu işe başlıyarak Şam Mushafı'nın yazısını ayniyle muhafaza ve şeklini taklid ederek harf ve kelimelerin suratını, imlasını koruyarak resim yapar gibi satırları aynen nakletmiş ve tam bir nüsha çıkarmıştır. Şam'da AbdulHakim Efgani'nin istinsah ettiği nüsha mevcuttur.

5-6.Bahreyn-Yemen Mushafları:

Akıbetleri hakkında pek bilgi yok.

Sahabe Sayfaları:

Peygamber'in yanında olan ayetler dışında sahabiler kendileri için özel sayfalarda yazıyorlardı. Kur'an'ın bütününü ezbere bilenlere Kurra deniliyordu. İbnu Mes'ud, Muaz, Salim, Ubey ibnu Ka'b, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme bunlardandır.

Resmi tedvin dışındaki Mushafların yakılması talimatını dinlemeyenler de oldu. Ali, Ibnu Mes'ud, Ubey ibnu Ka'b'in özel Mushaflarındanda söz edilir. Aişe'ninde bir Mushaf’i vardı. Bu Mushaflar arasındaki farkları konu edinen bir kitabı Ebubekr ibnu Davud telif etti: Kitabul-Mesahif

Bugün dünyanın heryerindeki Mushaflar birbirinin aynısıdır. Topkapı Müzesi'nde saklanan Mushaf'ın Osman Mushaf’ı olduğu söylenir. Özbekistan'in başkenti Taşkent'te de ilk Mushaflardan bir örnek vardır. [63>

Türkiye’deki Tarihi Mushaflar:

İstanbul'da Türk ve İslam Eserleri Müzesinde şu tarihli Mushaflar vardır.

No:457. Hz. Osman'ın imzasını ve Hicri 30 senesini havi Mushafı Şerif

No:557. Hz. Ali'nin imzasını havi Mushafı Şerif

No:458. Hz. Ali'nin yazısı olduğuna işaret edilen bir Mushaf.

Diğer Resmi Ali Mushafları:

Mısır'da Kahire'de "Seyyidüna Hüseyin" Camii’nde, Ali ibnu Ebi Talib'e mensup kendi el yazısıyla Kufi kadim hattıyla yazma bir Mushaf vardır.

Mısırlı Türk Dostu Abdulvehhab Azzam Şehadetnamesi’nde Meşhed'de Hattı Kufi ile yazılı bir Mushaf'tan bir kısım gördüğünü ve sonunda şu ibare bulunduğunu yazıyor: "Bunu Ali ibnu Ebu Talib yazdı."

Yine orada diğer tam bir Mushaf vardır, o da Kufi Hattıyla şu ibare yazılı: "Bunu Hasan ibnu Ali ibnu Ebu Talip yazdı."

Şia ulemasından Abdullah Zicani, Kur'an Tarihi’nde Necefu'l-Eşref'te Hz. Ali hattıyla Mushaf bulunduğunu söyler.
İşte, muhtelif eski nüshalar, Sahabe devrinden kalma Mushaflar bugün de elde mevcuttur. Bu mushaflar arasında hiçbir farklılık yoktur.[64>

"Münih Üniversitesi’nde kurulmuş "İnstitut für Koran Forschung", bütün dünyadan topladığı 42.000 kadar tam ve natamam Kur'an nüshasını bir araya getirip tasnif etmiş ve 50 yıl süren bir mukabele ve tetkikat sonunda bunlar arasında bir iki hattat hatası bir yana, hiç bir nüsha farkı olmadığını tesbit etmiş ve bu durumu bir raporla dünyanın gözleri önüne sermiştir. Bu Enstitü, içindeki vesikalarla birlikte II. Dünya harbi esnasında Amerikan uçaklarının bombardımanları sırasında berhava oldu."[65>

c)Harekeleme ve Noktalama Dönemi:

et-Tevbe 3 ayeti "Ve Rasulihu yerine "Ve Rasuluhi" şeklinde okununca anlam "Allah ve Rasülü müşriklerden beridir" şeklinde iken "Allah, müşriklerden ve Rasülü'nden de beridir" şekline dönüşür. Harekelemeye göre değişen bu okuyuş hatalarını Arap olmayanların farketmesi imkansızdır. Harekeleme, bu zaruretten doğdu.

69/688 de Ebu’l-Esved ed-Düeli renkli bir mürekkeble harflerin üstüne, altına, önüne birer nokta koydu. Üstteki a, alttaki i, yandaki u , sesini veriyordu. Tenvin içinde iki nokta kullanıldı.

Esved'in ögrencisi Nasr ibnu Asım (89/708) de harfleri harekeledi. Kimi tarihçiler bunu yapanın Basralı Yahya ibnu Ma'mer (129/746) olduğunu söylerler . Kur'an imlasında son düzenleme Halil ibnu Ahmed (175/791) tarafından gerçekleştirildi. Hemze, şedde, sila, revm, işmam belirlendi. Bu hareket başlangıçta bir muhalefetle karşılaştı ise de sonunda genel kabul görmüştür.

Konu hakkında bilgi almak için tıklayınız.

Kur’an Tarihi Üzerine Çağdaş Literatür:
el-AKK, Halid Abdurrahman, Tarihu Tevsiki Nassı’l-Qur’ani’l-Kerim, Şam, 1986
EBYARİ,İbrahim, Tarihu’l-Kur’an, Kahire
HAMİDULLAH, Muhammed, Kur’an Tarihi, ç. Salih Tuğ, İst, 1993 [66>
HANEFİ, Muhammed Bahit el-Mutii, el-Kelimatu’l-Hisan fi’l-Hurufi’s-Sab’ati ve Cemi’l-Kur’an, Beyrut,1986
HUCCETİ, Muhammed Bakır, Muhtasar Tarihi’l-Kur’ani’l-Kerim, Dımeşk, 1975
İBNU’L-HATİB, Muhibbuddin, el-Furkan, Beyrut, 1990
MARZUK, Muhammed Abdulaziz, el-Mushafu’ş-Şerif Dirasetun Tarihiyyetün ve Fenniyyetun, Kahire, 1985
MUHEYSİN, Muhammed Salim, Tarihu’l-Kur’ani’l-Kerim, İskenderiyye, 1990
SALİM, Sahar es-Seyyid Abdulaziz, Advaun ala Mushafi Osman ibnu Affan, İskenedriyye, 1991
ŞAHİN, Abdussabur, Tarihu’l-Kur’an, 1994 [67>

DİPNOTLAR
(*) Kaynaklar:
KUR’AN-I KERİM VE KUR’AN İLİMLERİNE GİRİŞ Yazar: Doç. Dr. Suat YILDIRIM Yayinevi: Ensar Nesriyat
MİTOLOJİ KİTAB-I MUKADDES VE KUR'AN-I KERİM
DÜŞÜNCE KAYMALARI
KUR’AN'I KERİM BİLGİLERİ Yazar : Osman KESKİNOĞLU Yayınevi: Türkiye Diyanet Vakfı
[1> (Ebu Şehbe s.236), Şehhate ( s.27), es-Sabuni, et-Tıbyan fi Ulumu’l-Kur’an, Beyrut,1408, s.68)
[2> el-Müzzemmil 1-4
[3> es-Sabuni/Kur’an İlimleri, ç.Zeynelabidin Tatlıoğlu, 1996,ist,İnsan yay. s.62-63 :’ Arap Milleti Kur’an’ın indiği devirde bellekleri kuvvetli, ezberlemeleri süratli, zihinleri akıcı, saf ve mükemmel Arap özelliklerini taşıyorlardı. Bir Arap yüz binlerce şiiri ezberden okuyor, kabilelerin soylarını bilip ezberden sayıyor, onların ve harplerinin tarihlerini biliyordu. Onlardan Arap kabilelerin soylarını saymayan asılmış on kasideyi şiirlerin çok olmasına ve ezberlenmenin güç olmasına rağmen bilmeyen yok gibiydi. Araplara Kur’an gelince onun beyanının kuvvetli, hükümlerinin parlak, saltanat ve nüfuzunun büyük olması karşısında şaşırdılar ve Kur’an onların beş duyularını yakalayıp akıllarına ve fikirlerine hakim oldu. Kur’an onların gayretlerini şanlı Kitab’a çevirdi. Şiir ezberlemeyi bırakıp O’nun surelerini ve ayetlerini ezberleyip okudular. Çünkü Kur’an’da hayatın ruhunu bulmuşlardı....Sahabe Kur’an’ı okumada ve incelemede birbirleriyle yarış ediyorlar, var güçlerini harcıyorlardı. Evlerinde Kur’an’ı hanımlarına, çocuklarına öğretiyorlardı. Hatta gecenin karanlığında sahabenin evlerinin yanından geçen bir kimse Kur’an okuyanların sesini arı sesi gibi işitirdi. Resûlullah gece aranlığında Ensar evlerinin bazılarının yanlarından geçiyor bazılarının yanlarında durup Kur’an dinliyordu
[4> el-Cum’a 2
[5> Ezbere verilen önem Medine yıllarında da devam etti. Rasûl sürekli ezberi teşvik etti: Buhârî’nin Ebu Musa rivayeti: Resûlullah, Ebu Musa’ya: ‘Dün gece senin okuyuşunu dinlerken beni bir görmeliydin, gerçekten sana Al-i Davud’un mizmarlarından bir ses verilmiştir’ dedi.
Müslim’de şu ziyade yer alır: Ebu Musa: ‘Ya Rasûlullah! Allah’a yemin ederim ki, eğer senin benim okuyuşumu dinlemiş olduğunu bilmiş olsaydım ona daha güzelleştirirdim’
el-Buhârî ve Müslim: Rasûlullah ‘Eş’arî kabilesini geceye girdikleri vakit Kur’an okurlarken yumuşak seslerinden evlerini tanırım’ der.
[6> el-A'la 6
[7> el-A'la 6
[8> Hamidullah, M / Rasulullah Muhammed s. 195
[9> (Ebu Şehbe,s.236),(es-Sabuni, s.68), (Şahhate,s.21)
[10> (Ebu Şehbe,s.236),(er-Rumi, Ulumu’l-Kur’ans.89), (Şahhate, s.21)
[11> Hamidullah, M / Rasulullah Muhammed s. 197
[12> Hamidullah, M/ Rasulullah Muhammed s. 195
[13> Bera ibnu Azib'den gelen bir rivayetde şöyle denilmektedir: en-Nisa 95 ayeti nazil olunca; Rasulullah Zeyd'i çağırttı, elinde yazı aletleriyle gelen Zeyd'e bu ayeti yazmasını söyledi." Zeyd ibnu Sabit'ten aktarılan uzun bir rivayette o, " Rasulullah'ın yanında bulunduğu bir sırada Peygamber'de vahiy halinin belirdiğini, bu hal geçince, kendisine " Zeyd yaz!" dediğini, bunun üzerine bir kürek kemiği alarak üzerine Nisa 95 ayetini "ecren azima" e kadar yazdığını, sonra, Peygamber de tekrar vahiy halinin belirdiğini, bu hal geçince kendisine "oku" dediğini, yazdığı ayetleri okuduğunu, ayette "vel Mücadidun" kelimesine gelince, Peygamberin " gayre ulil Ebsar" kısmını söylediğini haber vermekte. (el-Buhari/Fedail)
Zeyd ibnu Sabit: Biz Kur'an'ı Rasulullah'ın huzurunda rika üzerine yazardık." (İbnu Hanbel/ Müsned)
[14> el-Ankebut 48, el-A’raf 157
[15> İbnu İshak /es-Sire
[16> Hamidullah, M/ Rasulullah Muhammed s. 196
[17> Osman ibnu Ebi'l-As: Bir gün Rasulullah'ın yanında bulunduğum bir sırada gözleri birden sevinçle parladı ve bir noktaya bakarak şöyle buyurdu: Cibril bana geldi ve en-Nahl 90 ayetini yerine koymamı emretti." (İbnu Hanbel/ Müsned)
İbnu Abbas: Rasulullah, bir sure nazil olunca, vahiy katiplerinden bir veya bir kaçını çağırtır ve onlara şöyle derdi: "Bu ayetleri, şu şu ayetleri olan sureye yazın."(et-Tirmizî)
[18> Hamidullah; M / Rasulullah Muhammed s. 196
[19> ( Tahir el-Cezairi, et-Tıbyan, Beyrut, 1412, s.101) (Ebu Şame el-Makdisi, Kitabu’l-Murşidi’l-Veciz, Ank,1986, s.44).
[20> Zeyd ibnu Sabit: ‘Biz Rasûlullah’ın yanında Qur’an’ı deriler üzerine yazıyorduk.’
[21> İbnu Hacer/Fethu'l-Bari
[22> Hamidullah,M/ Rasulullah Muhammed s. 195
[23> Her Ramazan'da Hz. Rasul'un o seneye kadar inen ayetleri Cibril ile okuyup karşılaştırdıkları rivayetleri vardır. ( ez-Zerkani, I,234, Ebu Şehbe, s.236). Çiçek,M.Halil, 20.Asırda Qu’ran İlimleri Çalışmaları,1996,İst,s.179-189
[24> Hamidullah, M./ Rasulullah Muhammed s.197
[25> Mus’ab ibnu Umeyr’in İbnu Ümmi Mektum ile Yesrib’e Hicret öncesi öğretmen olarak gönderildiğini biliyoruz. Hicret sonrası Mekke’ye Muaz öğretmen olarak geldi. Medine’ye gelen göçmenlere de Muaz’ın nakline göre Kur’an öğretecek birini görevlendiriyordu. Mescid’de Kur’an okuyanlar Namaz kılanların yanılmasına vesile olabiliyordu. Onun sağlığında Bi’r-i Maune vakasında 70 Kurra şehid olmuştu.
[26> İbnu Hanbel /Fadalilus-Sahabe; İbnu Kesir/ Tefsiru'l-Kur'an'il Azim
[27> el-Cahşitari/ Kitabu'l-Vüzera ve'l-Kuttab
[28> İbnu Kuteybe/ el-Maarif el-Belazuri/Ensab; et-Taberi/ İbnu Abdiberr/ el-Bağdadi/ İbnu Abdirabbih/ İbnu'l-Esir/ Usdu'l-Gabe İbnu Teymiyye/İbnu Hacer
[29> el-Belazuri/ Ensab el-Yakubi/ İbnu Abdirabbih/ en-Nevevi/ es-Sirettü'n-Nebeviyye ez-Zehebi/Nübela: Ayetel-Kürsi'yi yazdığını kaydeder. İbnu Tiktaka/ İbnu Kesir/ el-Fusul fi Ihtısari'r-Rasul Fasi/ İbnu Hacer/ Takribu't-Tehzib el-A'zami,Muhammed Mustafa/ Küttabü n- Nebi
[30> el-Mes'udi/et-Tenbih
[31> el-Kettani,Abdulhay/Nizmu'l-Hükümeti'n-Nebeviyye Akkad, Abbas Mahmud/
[32> Çiçek, M. Halil, 20. Asırda Ku’ran İlimleri Çalışmaları, 1996, İst, s.179-189
[33> Ali'nin Mushafi'nın farkı surelerin nuzul sırasına göre tertibinden kaynaklanır. Anlam değişikliği yapmayan çok az kelime sinonimi dışında fark yoktur. Hz.Peygamber (a). ın irtihalinden sonraki altı ay içinde Ebu Bekr dönemindeki tedvinden önce Kur'an’ı Peygamberimiz'in talimatı üzerine mushaflaştırdığı nakledilir. Bu Mushaf’ta sureler nuzul sırasına göre dizilmiştir.
Ebubekr Abdullah İbnu Ebi Davud, Süleyman el-Eş'as es-Sicistani /Kitabu'l-Mesahif
(Tah. ve Neşr. Arthur Jeffery Mısır 1936)
[34> es-Suyuti/ İkrime’den İbnu Şirin nakletti. Rivayet tartışma götürür. İbnu Şirin’in rivayetine göre onda Nasih-Mensuh ayetler bulunuyordu.
[35> el-Buhârî ve Müslim’in Enes’dan naklettiği hadisin zahirine bakarak Rasûl zamanında ezberin sınırlı kişiye hasrı yanlıştır: ‘Rasûlullah zamanında dört kişi Kur’an’ı ezberlemişti. Bunların hepsi Ensardandı: Ubeyy ibnu Ka’b, Muaz ibnu Cebel, Zeyd ibnu Sabit, Ebu Zeyd.’ (Ebu Zeyd, Enes’in amcasıdır)
[36> Niçin Zeyd? Çünkü Kurra’dandı, vahy katibiydi, Son Arz’da hazır bulunmuştu.
[37> (Ebu Şame, s.48-49) ( el-Cezairi, s.99-100) ( ez-Zerkani, I,235), ( Ebu Şehbe, el-Maakkal, 243-244) ( el-Kattan, s.124), (Zurzur, s.87)
[38> O’nun beyan ettiği gerekçe dışında sebeb arayanlar arasında, ezbere olan rağbetin azalmasını düşünen usulcüler vardır.
[39> el-Buhârî/Fedaili'l-Kur’an
[40> İbnu Hacer: İki şahidden murad, o ayetin ezberde olması ile yazılmış olmasıdır.’
es-Sekavi: İki şahidden murad, o ayetin Rasûlullah’ın huzurunda yazıldığına dair iki kimsenin şahadet etmesidir.
[41> Ebu Davud/ (er-Rumi, Ulumu’l-Kur’an, s.901) (el-Cezairi, s.100), (es-Sabuni,I,77)
[42> Ebu Davud/
[43> Ebu Davud/ (Itr, s.49), ( el-Kettan, s.126).
[44> (el-Askalani, Fethu’l-Bari, Beyrut, ) ( er-Rumi, s.92).
[45> Hamidullah, M/ Rasulullah Muhammed s. 198
[46> ( Ebu Şame, s.64) ( Ebu Şahbe, s.251-252).
[47> Şöyle dediği söylenir: ‘Mushaflar hakkında insanların en büyük ecre nail olanı Ebu Bekr’dir. Allah ona rahmet etsin. Çünkü o, Allah’ın Kitabını ilk toplayandır.’
[48> (Şehhate, s.32).
[49> (el-Buhari, III, 196).
[50> Ebu Kılabeden rivayet edilir: Osman Halife olunca Kur’an okutan öğretmenler tayin etti, Her öğretmen kendi hocasının kıraatını öğretiyordu. Öğrenciler birbirleriyle karşılaştıklarında ihtilaf ediyorlardı. Muallimler birbirlerini küfürle itham edecekti. Osman olayı duyunca hutbede şöyle dedi: Siz benim yanımda ihtilaf ediyorsunuz, benden uzak şehirlerde bulunanların ihtilafları daha şiddetlidir.
[51> (el-Buhari, II,196-197)
[52> el-Buhari/Kur’an’ın Cem’i Babı, Enes ibnu Malik rivayeti.
[53> Ebu'ş-Şusa: Biz Mescid’de oturuyorduk. İbnu Mes'ud'da Kur'an okuyordu. O sırada Huzeyfe geldi ve şöyle dedi:" İbn Ümmi Abd'ın kıraati! Ebu Musa'l-Eş'ari'nin kıraati ha! Allah'a yemin ederim ki eğer Osman' ın huzuruna varabilirsem bunları tek bir kıraat haline getirmesini taleb edeceğim.(İbnu Ebi Davud (316/928)
[54> el-Buhari/Menakib
[55> el-Buhari/Menakib
[56> Hamidullah, M/ Rasulullah Muhammed s. 198
[57> İstanbul Topkapı Sarayı’ndaki Mushafın bu nüshalardan olma ihtimali zayıftır. Yazısının mükemmelliği, harflerinin keskin dik köşeli oluşu dikkat çekiyor. Hamidullah bu nüsha ile Taşkent nüshasının Osman Mushaflarından olduğunu düşünür. (Rasullullah Muhammed s. 198).
[58> Bak:I.Derleme Dönemi
[59> Schwally/ Die Sammlung des Qurans 2/93
[60> Muhammed et-Lafin du Monde s.125
[61> İbnu Kesir/ Fezailu'l-Kur'an
[62> Şibli,M/ Tehzibu'l-Ahlak Mecmuası. 1913
[63> Hamidullah, M/ Rasulullah Muhammed s. 198
[64> Keskioğlu,Osman/Kur'an'ı Kerim Bilgileri
[65> Hamidullah, M/Rasulullah Muhammed s.198
[66> Aslı Fransızca. 222 sayfa. Eser ilmi boyutu oldukça engin olan ve muhtevanın ilmi seviyesi olabildiğince yüksek bir bilgi hazinesidir. Meseleler tamamen tarihi gerçekliğe ve Kur’an gerçeğine dayandırılarak ilmi ciddiyetin gerektirdiği objektivite içerisinde ele alınmıştır. Kur’an hasımlarının ileri sürdüğü eleştirilere cevap teşkil edebilecek bir muhteva ile yazılmıştır. Ancak eleştirilerin aynısını nakletme ihtiyacı duymadığından ne onların isimlerini ve ne de eleştirilerini zikreder.
[67> Kur’an metninin Peygamber’in vefatından sonra gerek Ebubekir döneminde gerekse Osman’ın dönemindeki durumunu inceler. Diğer fasıllarda olduğu gibi konu ile ilgili oryantalistlerin ileri sürdüğü itirazları ve cevapları kaydeder.
Mushafların çokluk proplemini ve İbnu Mes’ud, Ubey ibnu Kab, Ali ibn u Ebi Talib, İbnu Abbas, Ömer, Hafza, Aişe, Ümmi Seleme, Abdullah ibnu Amr, Abdullah ibnu Zubeyr, Ebu Musa el-Eş’ari, Zeyd ibnu Sabit, Enes ibnu Malik ve Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Salim’in mushaflarını ele alır. İmam Mushaf’la arasındaki farkları gözden geçirir. Özellikle İbnu Abbas, Ubeyy ibnu Kab, İbnu Mesud ve Ali’nin mushaflarını detaylı bir şekilde inceleyerek bunlarla imam mushaf’ın arasındaki farklara bakar ve bu farkların müsteşriklerin abarttığı gibi hiç de büyük olmadığını kaydeder. Faslın sonunda R. Blachere vb.nin İmam Mushaf aristokratik bir temayulun eseridir iddialarını çürütür ( s.262-266.)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet Editör

Google kafayı yedi, işler biranda karıştı

Google kafayı yedi, işler biranda karıştı
Diğer TEKNO & BİLİM haberlerini okumak için tıklayınız...
Google kafayı yedi, işler biranda karıştı
Dünyanın en büyük internet arama motoru Google'ye bugün bir şeyler oldu. Sitede arama yapanlar şok bir uyarı ile karşılıyor. İşte Goole'nin skandalı...
31 Ocak 2009 16:55

Dünyanın en büyük arama motoru Google, zararlı ve zararsız siteler konusunda büyük bir skandala imza attı.

İnternette arama yapanları zararlı ve virüslü web siteler konusunda uyaran Google, zararsız siteleri de bu kategoriye soktu. "Bu siteyi ziyaret etmek bilgisayarınıza zarar verebilir!" uyarısı veren Google, bir çok popüler sitenin yanı sıra kendi ismi aranınca da aynı sonucu veriyor.

Deneme yapmak için yaptığımız sonuçlar bizi resmen şoke etti. Google, haber7.com, Sabah.com.tr, Hürriyet.com.tr Yenisafak.com.tr araba.com, mynet ve kendisi dahil herkesi zararlı gösteriyor ve siteler girilmesini engelliyor..

İŞTE GOOGLE'DE YAPILAN ARAMALARDAN ÇIKAN SONUÇLAR

SEVİYORUM SENİ..‏

Günlerden bir sabah, şımarmak istedi, karısı Meral hanım'ın; " Aşkım ben çay yapıyorum, hadi sende sıcak simit al" demesini…Onun saçını okşayarak uyandırmasını bekledi…Ama o yüreği acıyla, yatakta göz yaşlarına set çekmeden hıçkırarak ağladı…Onun canı kadar çok sevdiği eşi öleli bir hafta kadar olmuştu…

Ömer bey kalkıp, giyindi…O artık bu kocaman evde tek başına…Kızı Almanya'a, diğer kızı İstanbul'a döndüler…Eşi onu çok sevmesine rağmen damadı cenazeye gelmemişti..

65 yaklaşıyordu artık…Son birkaç gündür yaşadıkları, onu dahada yaşlandırmış, yapayalnız bırakmış tı…Hayatın ne kadar zor olduğunu hissettirmişti ona bu yalnızlık…Düşündü…Tek başına idi…

Evin için' de daralıyor, yapamıyordu…Evin her metre karesi ona Meral hanımın hatıralarını canlandırıyordu…Eşinin sesi kulaklarında…

Çıktı dışarı…Bir bankta, elinde simit denize baka kaldı…Artık yemek de yiyemiyordu evde…Lokmalar boğazından geçmiyordu...Daha birkaç gün öncesine kadar hiç dışarıda yemek yememiş di, yalnız başına…Her zaman eşi ile o lokmaları sevgileriyle paylaşmışlardı…

Kalktı eşinin mezarına, elinde karanfillerle, özenerek onları mezara yerleştirdi…Mezar karanfil bahçesi olmuştu, eşi çok severdi karanfili…

Oradan ayrılmak istedi ama yapamıyordu…Çöktü mezarın kenarına, eşi ile konuşmaya başladı…Ben dedi, eğer senin yerinde olsam, sen ne yapardın…Düşünmesi bile korkunç geldi, o dedi çünkü benden daha fazla acı çekerdi…

Zaman su misali akıp geçti…Hava simsiyah olmuş, gece yıldızlarını göstermeye başlamıştı…Gözleri yaşlı oradan ayrıldı…"Aşkım korkma seni hiçbir zaman yalnız bırakmıyacağım"…Karanfiller elinde, senelerce oranın yolunu tuttu…

Bu aşk dı, bu sevgi idi….
CAN…
eleştiri ve görüşlerinizi mrbawve@gmail.com adresime yapabilirsiniz yada aşağıdaki msn adresimden bana ulaşabilirsiniz

OKTAY EKŞİ VE SENİN ZİHNİYETİNDEKİLERE DÜNYANIN TÜM TÜKRÜKLERİNİ VE AYAKKABILARINI FIRLATIYORUZ

AŞAĞIDAKİ SATIRLAR BİR SİYONİST AŞIĞI VE BESLEMESİ OLAN DOĞAN MEDYASININ MONŞER KALEMŞÖRÜ OKTAY EKŞİ'NİN ALÇAKÇA YAZISI...
OKTAY EKŞİ VE SENİN ZİHNİYETİNDEKİLERE DÜNYANIN TÜM TÜKRÜKLERİNİ VE AYAKKABILARINI FIRLATIYORUZ....
YAZIYA BAKIN AŞAĞILIK OLMAK BU KADAR APTAL BİR ZİHNİYETE SAHİP OLMANIN NE OLDUNU GÖRÜN...
Oktay EKŞİ
oeksi@hurriyet.com.tr http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10888300.asp?yazarid=1&gid=61

Başbakan Erdoğan'a Açık Mektup

Hakan Albayrak
halbayrak@yahoo.com
31 Ocak 2009 Cumartesi
Başbakan Erdoğan'a Açık Mektup

Sevgili Başbakanım, Şu anda size karşı öyle muhabbet doluyum ki, muhabbetim öyle dolup taşıyor ki, kendimi öyle tutamıyorum ki, saygısızlık gibi algılayabileceğinizi hiç umursamadan "Sevgili Başbakanım" diye hitap ediyorum size.

Sevgili Başbakanım…

Cân-ı gönülden Sevgili Başbakanım…

Bu satırları Libya'nın başkenti Trablus'ta bir otel odasında yazıyorum.

29 Ocak 2009'u 30 Ocak 2009'a bağlayan gecenin üçünde, tarihî bir dönüm noktasının tam ortasında yazıyorum.

Sizi tebrik etmek için yazıyorum.

Sizi tebrik etmek…

Ama nasıl?

Bugün yaptığınız şeyin, bugün olduğunuz şeyin hakkını verecek kelimeleri bulmakta zorlanıyorum.

Hem dün hem bugün.

Hem Davos'ta hem Yeşilköy'de.

O sözler, o hareketler, sonra yine o sözler… Ancak bir rüya bu kadar güzel olabilir.

Asaletimiz yerde sürünüyordu; onu yerden kaldırıp şahlandırdınız.

Dünya siyaset sahnesinde nice zamandır ayaklar altına alınıp çiğnenen insanlık şeref ve haysiyetini, ahlak ve fazileti, insaf ve adaleti bir bayrak gibi yükselterek kalplerimize sürur verdiniz.

İlahlık iddiasındaki uluslararası sistem lordlarına kulluk eden ve sizin de kulluk etmenizi isteyen monşerlerin soysuz denge hesaplarına tükürüp, maşeri vicdanın sözcülüğünü üstlendiniz.

İsrail'i ve onun yalakalarını yerin dibine öyle bir batırdınız ki, bütün dünya Müslümanlarının ve göğüslerinde bir yürek taşıyan bütün insanların başlarını göğe erdirdiniz.

Güçlünün karşısında haklıyı yiğitçe savunarak, Şimon Peres'in şahsında İsrail'e ve onun ağa babalarına meydan okuyarak evrensel bir kahraman haline geldiniz.

"Ancak bir rüya bu kadar güzel olabilir" diyorum ama geride kalan şu 10 saatte yaşanan güzellikleri rüyamda bile görmedim ben.

13 sene evvel bu gazetenin sütunlarında kurduğum bir hayal vardı, hatırlayınız; hani "Türkiye'nin dışişleri bakanı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda şöyle bir konuşma yapsa…" deyip, dünya çapında vicdan ve adaletin bayraktarlığını üstlenecek yeni bir Türkiye müjdesi mahiyetinde hayali bir konuşma yazmıştım…

Sizin Davos ve Yeşilköy'de yaptığınız konuşmalar, sizin Davos ve Yeşilköy'de sergilediğiniz tavırlar, sizin Davos ve Yeşilköy'de yazdığınız destanlar, o zamanlar "olmayacak duaya amin" gibi görülen o muhayyel konuşmayı devede kulak gibi bıraktı.

Dünyayı salladınız, Sevgili Başbakanım.

Evrensel adalete adanmış yeni bir Türkiye müjdelediniz.

Zalimlerin saflarında müthiş bir dehşet, mazlumların saflarında müthiş bir sevinç ve ümit rüzgârı estirdiniz.

Otele gelmeden önce Trablus eşrafından bir grup güzel insanla beraberdim; Davos'ta olup bitenleri duymuş, sevinçten uçuyorlardı…

Ayrılırken birbirimize ne dedik, biliyor musunuz?

"Bayramın mübarek olsun."

Mübarek olsun, Sevgili Başbakanım.

Bereketlensin, daim olsun.

"Dik durmaya devam edeceğiz" diyorsunuz ya, Allah bu duruşunuzu bozmasın.

Türkiye'ye yakışan budur, evet.

Size yakışan budur, bize yakışan budur; sakın vazgeçmeyin bundan.

Sakın geri adım atmayın, sakın dönmeyin bu davadan.

Dönmeyin, ilerleyin, yırtıp atın İsrail zulmüne çanak tutan ittifak anlaşmalarını.

Hiç değilse birkaç sayfasını yırtın, bir yerden başlamış olun, şeytanın bacağını kırın.

Tarih yazıyorsunuz, Sevgili Başbakanım; o bölüm eksik kalmasın.

Libya'dan selamlar, selamlar, selamlar…

30 Ocak 2009 Cuma

TAYYİP ERDOĞANDAN DAVOSUN DEYYUSLARINA SALVO!,





TAYYİP ERDOĞANDAN DAVOSUN DEYYUSLARINA SALVO!





Yahudi Lobileri Balonu

Yahudi Lobileri Balonu

30 Ocak 2009 Cuma, Vakit gazetesi

Lozan görüşmeleri heyetinde yer alan Dr. Rıza Nur'un "Hayat ve Hatıratım" adlı kitabında yer alan bazı notları aktararak söze başlayalım:

"Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet'le (İsmet İnönü'yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet'e yanaşmış. Yaman yahudi!.. Artık İsmet'ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor. Derhal İsmet'in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet'i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet'le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: "İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır" diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün yahudi sırnaşıklığı ile yanaştı. İsmet'in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor. Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.

İsmet'e dedim ki: "Bu yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!" Bana kızdı.

Herif derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme geçip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat ben durur muyum? Zaten yahudileri hiç sevmem. Hahama önüme geçtiği vakit hakaret ettim ve kolundan tutup arkama çektim. "Bir daha burada yürü!" dedim....

İsmet'e tekrar dedim: "Bu bir yahudidir. Yahudiler çok adi şeylerdir. Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı muhit yahudi sarraf âlemidir...

Hahambaşı İsmet'e bütün İngiliz ve Fransız ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet'in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: "İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz" diyormuş.."

Burada aktarılan notlar uluslararası Siyonizmin lobicilik anlayışının arkasında yatan temel felsefeyi ortaya koymaktadır. Tarih boyunca hep böyle yapmışlardır. Kendilerini balon gibi şişirmeyi, başkalarına güçlü ve etkin olarak göstermeyi başarmış, bu yolla lobiciliklerini pazarlamayı becermişlerdir. Bugün de Amerika'daki lobilerini dünyaya pazarlayarak uluslararası ilişkilere, devletlerin dış politikalarına hükmediyorlar.

Amerika'daki üç - beş Yahudi lobisinin bir araya gelerek mektup yazmaları ve Türkiye'nin Yahudi lobilerinin desteğini kaybettiğine dair haberler yaymaları üzerine Türk dış politikasına yön verenler hemen ağız değiştirmeye başladılar.

Burada öncelikle şunu ifade edelim ki Yahudi lobilerinin gücü aslında bir balondur. Türkiye kararlı ve onurlu bir dış politika izlediğinde Yahudi lobilerinin yapacağı hiçbir şey yoktur. Özellikle günümüz şartlarında ABD'nin Türkiye'ye olan ihtiyacı Türkiye'nin ona ihtiyacından fazladır. ABD'nin gücü ve tahakkümü düşüşe geçmiştir. Dolayısıyla Türkiye'yi gözden çıkarması onu diplomatik alanda büyük sıkıntılara sokacaktır.

İkinci olarak şunu sormamız gerekir: Türkiye'nin dış politikasını Amerika'daki Yahudi lobileri mi belirleyecek? Kendine has, bağımsız ve kendi değerlerini, önceliklerini önemseyen bir dış politikasının olması gerekmez mi? "Zaten var" diyenler kendilerini yanıltmış olurlar. Eğer Amerika'daki Yahudi lobilerinin bir mektubuyla ve birkaç Siyonist çete başının kaş çatmasıyla dış politikanın üst düzey yetkilileri hemen "U" dönüşü yapıyor, ağız değiştiriyorsa "zaten var" diyemezsiniz.

Sonra, Yahudi lobilerinin desteğini neden bu kadar önemsiyorsunuz? Yahudi lobileri acaba size bir "destek" mi sağlıyor yoksa ayak bağı mı oluyor? Filistin'de çocuklar vahşice katledilirken siz sözlü açıklamalarınızı pratiğe taşımaktan korkuyorsanız, Gazze'ye ateş yağdıran pilotların eğitim gördüğü askeri üssü bile kapatamıyorsanız söz konusu lobilerle irtibatınız bir destek değil ayağınıza vurulmuş bir prangadır. Çıkarın o prangayı ayağınızdan, böylece kurtulun o bağdan, daha özgür daha rahat hareket edin. Göreceksiniz o zaman Yahudi lobileri balonunun sağladığı desteğin belki yüz katını Müslüman halklar size verecektir. Üstelik ayağınıza bağ olmadan. O zaman kendinizi ABD tehdidi karşısında da, Yahudi lobileri balonu karşısında da çok daha güçlü hissedeceksiniz. Zaten insanları kitleler halinde katleden vahşetin arkasında duran lobilerin desteği kirli destektir. Boğazlarına kadar kana bulanmış lobilerin desteğine başvurmanız size de kan bulaşmasına yol açıyor. Konya hava sahasında eğitim gören pilotların Gazze'de gerçekleştirdiği katliamdan dolayı kan bulaşmadı mı?

Uluslararası çetenin parmak işaretleriyle yön belirlerseniz yerel çetelerle uğraşmanız boşunadır. Uluslararası çete başınıza yenisini musallat etmeyi başarır.

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR