19 Şubat 2008 Salı

DEDE KORKUT KİTABI

DEDE KORKUT KİTABI
Orta dönem halk nesrinin en güzel örneklerini toplayan bu kitabın asıl adı : Kitab-ı Dede Korkut alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân (Oğuz Boyun dilince yazılmış Dede Korkut Kitabı)’dır. Bugüne kadar iki yazma eser ele geçmiştir. Bunlardan birincisi 150 yıl önce Dresten Kıral Kitaplığında bulunmuş olan 12 hikayeden ibaret tam nüshadır. İkincisi 1950 yılında Vatikan kitaplığında ele geçen altı hikayelik eksik nüshadır. Vatikan nüshasında altı hikaye, Dresten yazmasındaki altı hikayenin aynısıdır. Ancak ufak tefek kelime ve cümle ayrılıkları vardır. Eski ve tam nüsha olduğu için Dede Korkut hakkındaki bütün derleme ve araştırmalar, Dresten yazması üzerinden yapılmıştır. Bu yazmayı bulan Fleischer’dan sonra, ilk önemli araştırmaları H. F. ???? (1811-1815) ile W. Barthold (1894) yapmışlardır. Türkiye’de ilk önce Kilisli Rıfat Dresten yazmasının bir kopyasına dayanarak (1916) kitabı Arap harfleri ile yayınlamıştır. Bundan sonra Orhan Şaik Gökyay (1938) yeni harflerle bastırmıştır. Kitabın son yayımı ise, Dresten ve Vatikan nüshalarının karıştırılması suretiyle transkripsiyonlu olarak, (1958) Dr. Muharrem Ergin tarafından yayınlanmıştır. Esere Dede Korkut denmesinin sebebi, Dede Korkut adında mübarek, yaşlı ve bilgili ozanın her oniki hikayede ortaya çıkıp “Boy boylayıp, soy soylaması” ve bu hikayelerin düzüp koşucusu gösterilmesidir. “Dede Korkut Hikayeleri”nden ; “Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin, görklü Tanrı. Çok cahiller seni gökte arar, yerde ister sen hod müminlerin gönlündesin. Daim duran Cabbar Tanrı, ulu yollar üzerine imaretler yapayım senin içün, aç görsem toyurayım senin içün, yalıncak görsem tonatayım senin içün, alursan ikimizin canın bile algıl, korısan ikimizin canın bile kogıl, keremi çok Kadir Tanrı”. Türk edebiyatında bazı söyleyiş kalıplarının ve cümlelerin tekrarını, devamını sağlayan temel unsurlar sözlü halk edebiyatı mahsulleriyle halk dilinin kalıplarıdır. Türk mensur eserlerinde dikkati çeken bir başka unsur da ikili yapılardır. Nesrimizde başlangıcı İslamiyet öncesine giden bir ikili yapı kullanma alışkanlığı vardır. Bu kullanımların ilk örneklerini Uygur dönemi mensur metinlerinde görmekteyiz. Bu metinlerdeki ikili yapılar eş anlamlı kelimelerin yan yana kullanılmasıyla oluşturulmuşlardır. “Ol yime Maharadı İlhan ertingü ulug, bay barımlıg, tsanlıgları agılıkları tarıg ed tavar öze tolu, alp atım... Bu kısa parçada bile pek çok ikili yapı vardır. Bu ikililer şunlardır; bay-barımlıg (zengin varlıkları), tsang-ağırlık (ambar-hazine) ed-tavar (mal-mülk), alp atım (yiğit kahraman) Klasik nesrimizde en ağır metinlerin çoğu bu tür gruplarla ve ses olarak birbirine bağlanmış iki yapılarla oluşturulmuşlardır. Bugün de bu ikili kullanma alışkanlığı dilimizde yaygın olarak yaşamaktadır. Kullandığımız ikililerin bazıları ses olarak, bazıları da anlam olarak bağlantılıdır. Hatta bazen aynı anlama gelen iki kelimenin bile yanyana kullanıldığı görülmektedir. Mensur eserlerimizde yüzyıllar boyunca devam eden daha pek çok söyleyişten, ifade kalıbından, yapı özelliğinden söz etmek mümkündür. Türkçenin halk dilinde yaşayan söyleyiş kalıplarının ve nesir eserlerimizdeki ortak yapıların bir dökümünün yapılmasının nesir geleneğimizin ortaya çıkarılması için gerekli olduğuna inanıyoruz. Türk nesir tarihine bakacak olursak, Türk nesrinin İslamiyet öncesinde, İslami dönemde ve batı kültürü etkisinde farklı karakterler taşıdığını görürüz. Bununla beraber bütün önemli kültür değişmelerine, tarih ve coğrafya farklılıklarına rağmen mensur eserlerimizdeki bağlar devam etmiştir. Türk kültürüne İslamiyet öncesi dönemde zengin bir dil ve edebiyat geleneği oluşturmuş olması, Türk edebiyatının “Arap ve İran edebiyatlarını taklit eden kişiliksiz bir edebiyat” halini almasını engellemiştir. Türkler yeni girdikleri ve bütün kalpleriyle benimsedikleri İslam diniyle ilgili konuları, zaman zaman eski inanışlarıyla birleştirerek söylemekten çekinmemişlerdir, İslam kültür ve medeniyetiyle kendi milli zevklerinin bir sentezine gitmişlerdir. İlk İslami metinlerde eski Türk inanışlarından kaynaklanan bazı motifler bunun çok açık delidir. İslam kültürü etkisindeki klasik edebiyatımız, uzun bir süre manzum bir edebiyat gibi düşünülmüştür. Bu edebiyatın “divan edebiyatı” şeklinde adlandırılması da bu yaklaşımın bir ifadesidir. Böyle bir adlandırma bütün mensur eserleri dışarıda bıraktığı gibi, mesnevi gibi divanlara girmeyen bazı manzum türlerin de gözardı edilmesi tehlikesini doğurmaktadır. Bu nedenle artık iyice yaygınlaşan bu adlandırmayı eksikliklerine unutmadan dikkatle kullanmak gereklidir. Ayrıca pek çok divan şairi, nesri dağılmış incilere, nazmı ise bir araya getirilmiş bir inci kolyeye benzetmişlerdir. Bu tanımlamada her iki anlatım vasıtasına da inci benzetmesiyle yaklaşılması dikkat çekicidir. Balagat kitaplarındaki ortak yaklaşım ise nazım olsun, nesir olsun güzel ve manalı söylenen her ifadeyi edebi kabul etmektedir. Yüksek kültürün içinde yetişen belagatçılar, manayı bir güzele, edebi sanatları ise onun giyinip kuşandıklarına, sürdüğü boyalara, taktığıtakılara benzetmişlerdir. Böyle bir yaklaşım ise klasik edebiyatımızda ana amacın, şiirde de nesirde de anlamı söyleşiye feda etmemek olduğunu açıkça gösterir. Belegatçıların nesre bu tür tutarlı yaklaşımlarının yanısıra eserlerini büyük ölçüde nazma ve şiir sanatlarına ayırdıklarını da belirtmek gerekir. Kısacası eski kültürümüzün insanları mensur eserler de vermekle beraber genellikle nazmı nesirden üstün kabul etmişlerdir.Türk nesri başlangıcından Tanzimat’a kadar üç kolda gelişmiştir: sade nesir, süslü nesir ve orta nesir. Bu üç nesir türüyle aynı yüzyılda oluşturulmuş farklı karakterlerde eserlere rastlamak mümkündür. Söz gelişi, Veysi ile Nergisi’nin süslü nesirle eserler verdikleri bir çağda Evliya Çelebi tamamen halk üslubuna yakın bir dille Seyehatname’yi kaleme almıştır. Nesir türlerinin kullanımı yazarın bir eserinden diğerine bile değişmektedir. Buna örnek olarak Fuzuli’nin eserlerini verebiliriz. Fuzuli yüksek bir kültür seviyesine hitap ettiği Türkçe divanın önsözünde, sanatını gösterme endişesiyle ağır bir dil kullanırken, ortalama kültür seviyesindeki halk için yazdığı Hadikatüs Süeda’sında nispeten sade bir dil kullanmıştır. Bütün bunlardan sonra Türk nesir dilinin gittikçe ağırlaştığı düşüncesinin yanlışlığı açıkça görülmektedir. Sanatçılarımız eserlerinde kullandıkları dili anlatacakları konuya ve hitap ettikleri kişilere göre belirlemişlerdir. Eski nesrimizle ilgili tenkitlerin çoğu süslü nesir metinlerine yöneliktir. İnşa metinlerimize araştırmacılarımız bile eleştiren bir gözle bakmışlardır. Hemen hepsi süslü nesrin mükemmel örneklerini veren Sinan Paşa’dan bahsettikten sonra Veysi ve Nergisi’nin, nesir dilini tam bir çıkmaza soktuğunu kaydetmişlerdir, Veysi ve Nergisi’nin nesir dillerinin anlaşılmazlığının sebebini de “artık söyleyecek söz kalmamış yazarların bunu gizlemek için başvurdukları yok” olarak açıklamışlardır. Her edebi tarzı iyi kullananlar olduğu gibi kötü kullananlar da vardır. Özellikle XVII. yüzyıldan sonra söyleyecek sözü kalmadığı için süslü nesre başvuran yazarlar olmuştur, fakat Veysi ve Nergisi gibi son derece kültürlü ve kabiliyetli yazarların dillerinin ağırlığını, söyleyecek sözlerin olmayışına bağlamak çok büyük bir hata olur. Nergisi’nin Nihalistanlı’sına aldığı konuları kendi devrinden ve çevresinden seçtiği, Veysi’nin Habname’sinin de devrin fikri ihtiyaçlarına cevap verdiği bilinmektedir. Durum böyle olunca süslü nesir arayışının başka sebeplerini düşünmek gerekir. Süslü nesir metinlerine insan zihninin üst seviyedeki kompleks faaliyetleri olarak bakmak meseleyi büyük ölçüde çözecektir. Böyle düşününce Nergisi’nin Hamse’siyle Picasso’nun modern resminin benzer bir yaklaşımından doğduğu anlaşılacaktır. Çünkü her ikisinin de klasik yapıyla yetinmeyip onun üzerine çıkma çabası vardır. Bu nedenle modern resmi anlamak için nasıl üst seviyede bir eğitim ve düşünce faaliyeti gerekliyse Klasik edeiyatta da Nergisi’yi anlamak için böyle bir çaba gereklidir. Kompleks yapıların güzelliği bugün pek çok sanat estetiği tarafından kabul edilmiş durumdadur. Bunun en tipik örnek olarak ontolojik yaklaşım verebilir. Ontolojik estetikte sanat eseri tabakalı bir yapı olarak düşünülür ve eserdeki tabaka sayısının eserin sanat değeriyle doğru orantılı olduğu kabul edilir. Bu estetiğe göre bir esere giren tabaka sayısının eserin sanat değeriyle doğru orantılı olduğu kabul edilir. Bu estetiğe göre bir esere giren tabaka sayısı ne kadar çoksa eser o kadar değerlidir. Bu metodu süslü nesir metinlerine uygularsak bu tür metinlerin değeri ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte bu tür bir yaklaşım bizi sade ve yalının güzel olmadığı düşüncesine götürmemelidir. Bir eserin başarısı sade ve kompleks olmasıyla değil kullanılan tekniğin özelliğiyle tabi eleştiriye tabi tutulmalıdır. Süslü nesir metinlerinin dili konusuna gelince; bu metinler gerçekten de ağır bir dille yazılmışlardır. Bununla birlikte bu durum metinlerin anlaşılmasını engellemez. Çünkü en ağır dille yazılmış inşa metinlerinde bile sağlam bir cümle vardır. Cümle gruplarına, terkiplere takılı kalmadan cümleyi yakalamak metni çözmeyi kolaylaştırır. Cümle gruplarına, terkiplerine takılı kalmadan cümleyi yakalamak metni çözmeyi kolaylaştırır. Üstelik inşa metinlerinde dil hep aynı ayarda devam etmez. Genellikle çok ağır bir dille başlayan metinin dili sadeleşir. Buna örnek olarak Fuzuli’nin Nişancı Mehmet Paşa’ya yazdığı Şikayetname adlı mektubu verilebilir. Metin ağır bir dille bu şekilde başlar : “Malik-i mülk-ara’yı alem ve hakim-i hikmet-feza-yı ekalim mamure-i cihanı vakf-ı istirzak idüp tevliyetin mülluk-ı adalet-şiar ve hükkam-ı merhamet-disare revfiz ettikçe...”

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR