29 Kasım 2008 Cumartesi

Kur'an Hasreti

Kur'an Hasreti

Sovyetler Birliği dağılmış, kardeş Türk toplulukları arasındaki asırlık özlemler geride kalmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığımız, soydaşlarımızın dini ihtiyaçlarının karşılanması için on din görevlisini Kırım'a görevlendirmişti.

Gönüllü Din Görevlileri Projesi kapsamında, bir dizi sınavdan ve hizmet içi eğitimden sonra Kırım'a gidecektik. 15.02.1993 günü saatler 00.15'i gösterirken Kırım'ın başşehrinde bulunan Akmescit Havalimanı'na inmiştik. Geceyi Kırım Müftülüğü'ne ait Kebir Camii'nde geçirmiştik. Kasetten okunduğunu öğrendiğimiz ezan sesi, Kırım semalarında yankılanıyordu. Bu çağrıya koşan soydaşlarımızla kucaklaşmıştık. Yılların vermiş olduğu hasretin, vuslata dönüştüğü bir andı bu. Adeta dondurulmuş olan tarih yeniden çözülmeye başlamıştı. Coşkulu namazların kılınacağı, unutulmaz iftar sofralarının kurulacağı, bülbül sesli Kur'an talebelerinin yetişeceği görev yerime gelmiştim. Burası, nüfusunun yarısını Kırım'lı Türklerin oluşturduğu, şirin ve yeşil, yirmi bin nüfuslu Eski Kırım Beldesiydi. Elleri semada, dilleri duada olan, sımsıcak bakışlı, uhreviliğe açık gönüllerle karşılanmıştık.

Bütün yüküm birkaç valizdi. Bu şirin beldeye getirebildiğim kadar Kur'an-ı Kerim ve Kur'an dili getirmiştim. Çok geçmeden Ramazan başlamıştı. İftar sofraları evin en müstesna köşelerinde kuruluyordu. Kırım'ın her yerinde çok hoş bir şekilde karşılanıyorduk.

Okul öğrencilerine haftada bir saat Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri vermeye başlamıştım. Edebiyat öğretmenleri de bize eşlik ediyordu. Aramızdaki şive farklılığı öğrencilerin çok dikkatini çekmişti. Cumartesi ve Pazar günleri, sayıları elli ile yetmiş arasında değişen öğrencilerimize camide Kur'an-ı Kerim dersleri veriyordum. Öğrencilerim aramızdaki iletişim problemini gidermek için bana Rusça öğretmeye başlamıştı. Onların içten tavırları, güleç yüzleri ve tatlı Kırım-Tatar şiveleri ilk günden gönlüme taht kurmuştu.

Eşimin bana orada refakat ediyor olması, işlerimi büyük ölçüde kolaylaştırıyordu. Aradan birkaç ay geçmiş, ortama oldukça alışmıştık. Her gün ikindi namazından sonra ayrı bir köye derse gidiyorduk. Bir Kırım Türkü olan Hasan ağabey ve emekli öğretmen olan eşi Meryem abla bizim elimiz ayağımız olmuştu. Bu hasbi insanlar ev sahiplerimiz olmalarının yanı sıra bizim şoförlüğümüzü de yapıyorlardı.

Geldiğimiz ilk günden itibaren "Her an, her zaman emrinizdeyiz. Gece gündüz fark etmez. Siz bizim için geldiniz, bizim milletimiz için geldiniz" diyerek bizlere hizmet insanları olduklarını her seferinde belirtmeye çalışıyorlardı. Biliyordum, bu ilgi ve yakınlık sadece şahsıma münhasır değil, dinime, milletime ve ülkeme olan sevginin bir tezahürüydü. Merhum cumhurbaşkanımız Turgut Özal vefat ettiğinde "Acınızı bütün kalbimizle paylaşıyoruz, başınız sağ olsun, dualarımızla sizlerin yanındayız" diyerek taziyeye gelen bu insanların Anadolu'yu, insanımızı ne kadar sevdiklerini o zaman daha iyi anlamıştım.

Kur'an'ı öğrenme arzusu yediden yetmişe herkesi sarmıştı. Oradakiler için sahip olunabilecek en güzel şey bir Kur'an'dı. Hatta gelin kızların çeyizlerinin olmazsa olmazı idi. Kur'an bulunup çeyizde yerini alana kadar düğün tehir edilirdi. Onlar için bu kadar önemli olan bu kutsiyeti bulmak da oldukça zordu. Elimde az sayıda Kur'an-ı Kerim kalmıştı ve ancak Kur'an okumayı öğrenenlere hediye edebiliyordum.

Her evin en güzel köşesinde Kur'an-ı Kerim çantası asılıydı. Yalnız bu çantaların içlerinin boş olma ihtimali de vardı. Bu üzücü olaya bir defasında misafiri olduğum bir evde tanık oldum. Kur'an okumak için elimi uzattığım ve çantanın boş olduğunu fark ettiğim andaki yaşanan karşılıklı mahcubiyeti gidermek için yanımda bulunan Allah kelamını hediye ettim. Çantaların dolu olması halinde de, Kur'an-ı Kerim'i çıkarıp birkaç ayet okuduğunuz ve geçmişlerine bağışladığınız anda, evlerinde yetmiş yıldır Kur'an okunmayan bu insanların "Allah'ım bana bugünleri de gösterdin" diye hıçkıra hıçkıra ağladıklarına defalarca şahit oldum.

Bir gün Hasan ağabey beni yetmiş yaşlarında bir nineye götürdü. Nine gözlerimin içine bir süre baktı. Sessiz, sözsüz konuşuyorduk, kelimeler vasıta olmakta aciz kalmışlardı. Başucundan eskimiş Kur'an-ı Kerim'ini bana uzattı. Yenisiyle değiştirmek istediğini anlamıştım. Adımı çoktan öğrenmişti. "Bana bu Kur'an-ı Kerim'i İstanbul'dan elli beş yıl önce gelen hocam hediye etmişti. O hocamın adaşı olduğunu öğrenince seni hemen çağırttım yavrum. Sen onun nesi oluyorsun?" dedi. Karşılıklı ruh teatisine girmiştik. Gözyaşlarımıza engel olamıyorduk. Kim bilir benim ismim ninede hangi anıları canlandırmıştı? Nineye yeni Kur'an'ını takdim ettikten sonra oradan ayrıldım. Aradan birkaç ay geçtikten sonra bu ninenin vefat haberini üzülerek aldım. Cenazesine gittiğimde yakınları bana, her gün benim ismimi sayıkladığını, benim için bol bol dua ettiğini ve ölmeden önce bana selamını gönderdiğini ilettiler.

Oralarda cennet ülkemizdeki bolluktan eser yoktu. Özellikle beyaz ekmeğe hasret kalmıştık. Sebze sınırlıydı. Bunların dışında rafine edilmemiş ayçiçeği yağı karne ile alınıyordu. Bulaşık deterjanı yoktu. Eşim Türkiye'den getirdiğim şampuanları bulaşık yıkamak için kullanıyordu. Tüm bu sıkıntılara rağmen hizmetimizin kutsiyetine halel gelsin istemiyor, dişimizi sıkıyorduk. Tabi ki Allah'a şükredecek nimetimiz de çoktu.

18 Mayıs, Kırım Türkleri'nin vatanlarından sürüldüğünün 48. yılı… Onların deyimiyle "Kara Gün!" Bir gece, 15 dakika içerisinde evlerinden zorla çıkartılan, yanlarına sadece Kur'an'larını alabilen bu insanların vatanlarından sürgün edilmelerinin hazin hikâyelerini dinleyebilmeniz için tahammülünüzün sınırlarını zorlamanız gerekir. Ne var ki bir davet esnasında, yemekten önce söylenen ve iştahları kesen bir sürgün türküsü tahammül sınırlarının da hayli üzerinde oluyordu.

Ak yılan karayılan, bu dünya bizge yalan.
(Ak yılan, karayılan, bu dünya bize yalan.)
Acep bar mı bizim kibik, vetanından ayrılan.
(Acep var mı bizim gibi vatanından ayrılan.)

Penceremden bakanda Ural Dağı körünür.
(Penceremden bakınca Ural Dağı görünür)
Üreciğim dayanalmaz, közyaşlarım tökülür.
(Yüreciğim dayanamaz, gözyaşlarım dökülür)
Al şalım yeşil şalım, dağları dolaşalım.
(Al şalım yeşil şalım, dağları dolaşalım.)
Dünyada kavuşalmadık, ahrette kavuşalım
(Dünyada kavuşamadık, ahirette kavuşalım)

Al şalın allığına, mor şalın morluğuna,
(Al şalım allığına, mor şalın morluğuna,)
Sevinmenin siz zalimler, halkımın horluğuna.
(Sevinmeyin siz zalimler, halkımın horluğuna)
Al eline kalemi, yaz başına kelgeni.
(Al eline kalemi, yaz başına geleni)
Acep nerde gömerler, gurbet elde öleni.
(Acep nereye gömerler, gurbet elde öleni)

Son bir yılımda radyo programları hazırlayacak kadar Rusça ve Tatarca'yı öğrendim. Mübarek gecelerde de televizyon ve radyodan gecenin önem ve anlamını anlatıyordum. Ezan hasretiyle yanıp tutuşan insanlara haftada bir kere radyodan ezan okuyordum. Bir Aşr-i Şerif ve Kur'an-ı Kerim meali okuyordum.

2.5 senelik Kırım hizmetimin ardından Diyanet İşleri Başkanlığımızın takdiriyle görev yerim Ukrayna'nın başkenti Kiev olarak değiştirildi. 1,5 sene de Büyükelçiliğimizin bünyesinde yaptığım çalışmalardan sonra bavullarımı toplama zamanı gelmişti artık. Acısıyla, tatlısıyla aradan geçen 4 yılın ardından uçaktaki yerimi alırken yine dilimde bir Kırım Türküsü vardı…

Aluştadan esken yeller, yuzume urdu.
(Aluşta'dan esen yeller, yüzüme vurdu.)
Balalıktan ösken evim aklıma tuştü
(Çocuklukta büyüdüğüm ev aklıma geldi)

Men bu yerde yaşalmadım,
(Ben bu yerde yaşayamadım,)
Çok yerlerni körelmedim,
(Çok yerlerini göremedim)
Vetanıma hasret boldım,
(Vatanıma hasret kaldım,)
Ey guzel Kırım.
(Ey güzel Kırım.)

Bahçaların, meyvaların balınen şerbet.
(Bahçelerin, meyvelerin bal ile şerbet.)

Toya toya suvlarından içelmedim men.
(Kana kana sularından içemedim ben.)
Kucağını aç sen mana.
(Kucağını aç sen bana.)

Kaytıp keldi Tatar sana.
(Dönüp geldi Tatar sana.)
Yeşil dağlar küldü mana
(Yeşil dağlar güldü bana.)

Ey guzel Kırım.
(Ey güzel Kırım.)

Ziya Hayta - 17.11.2008

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR