28 Kasım 2008 Cuma

Umre'nin Düşündürdükleri

Umre'nin Düşündürdükleri
Hamza AYDIN

İnsanın bu âlemde, büyük bir sefere çıkmış yolcu olduğu hakikatini şuuraltımda taşımama rağmen, yolculuğun içinde yolculuklar olduğunu iki parçadan ibaret ihram elbisesini giydiğimde daha derinden hissettim. İhrama girmek, insanın geleceğinde mukadder olan ecel, kabir ve mahşer istasyonlarına âdeta hayalî bir ziyaret... Çıkılan bu yolculukta maksat, “Kâbe’yi ve onu kuşatan Mescid-i Haram’ı ziyaret edin!” davetine icabetti. Kefeni ve mahşeri hatırlatan iki parça beyaz örtüyle bedeni örtmek, ihram namazı kılmakla ve Umre’ye niyet etmekle daha derin mânâlar kazanıyordu.

Uçak, Mekke istikametine yöneldiğinde, Umre niyeti yapıldı. Allah’ın davetine icabetimizi ilân eden “Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk, innel hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek -Ey Allah’ım Sen’in emrine (itaate) hazırım. Sen’in emrine uydum. Sen’in hiçbir ortağın yoktur. Sen’in emrine uydum. Şüphesiz ki (gerçek) hamd Sana’dır, nimet ve mülk Sen’indir. Sen’in hiçbir ortağın yoktur.” şeklindeki telbiye; “Allah büyüktür. Allah büyüktür. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah büyüktür. Allah büyüktür. Hamd Allah’a mahsustur.” mealindeki tekbir; “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O tektir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk ona aittir. Hamd ona mahsustur. O’nun her şeye gücü yeter.” mânâsındaki tehlil ve “Allah, her türlü noksandan uzaktır. Hamd Allah’a mahsustur. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah büyüktür. Bütün güç ve kuvvet, şanı yüce olan Allah’a aittir.” mealindeki tesbih dualarını bazen sesli bazen de sessiz okumak suretiyle mukaddes mekânlara zihnen, kalben ve ruhen hazır hâle gelmeye çalışıyorduk. Mescid-i Haram’a yaklaştıkça, telbiye, tekbir, tehlil ve tesbih dualarını daha sık terennüm ediyorduk.

Kâbe’yi ilk gördüğümüzde içimizi sevinç ve ürperti karışımı bir his kapladı. Bütün dualarda tevhid hakikatini dile getirirken, zihnimizden “Kâinatta en büyük hakikat imandır. Yaratılışın gayesi Allah’a imandır. İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü ve tevekkül her iki cihanın saadetini iktiza eder.” hakikatleri bir şerit gibi geçiyordu.

Okuduğumuz telbiye dualarıyla, Allah’a inanmak ne kadar önemliyse, O’na şirk koşmamanın da o kadar önemli olduğunu, ihrama girmekle de, her türlü şirkten Allah’ı tenzih ettiğimizi kâinata ilân ediyorduk. İslâm’ın tevhid dini olmasının derin mânâsını, her türlü putu Kâbe’den, insanların gönüllerinden, zihinlerinden ve yaşantılarından temizlemesinin nelere tekabül ettiğini daha iyi anlıyorduk. Varlık ve nesnelere çeşitli seviyelerde uluhiyet ve güç atfederek şirke girmeye fıtraten açık insanoğlu için, Umre’nin nasıl bir tedavi vesilesi olduğunu artık daha iyi idrak ediyorduk. Tavafımızı yaparken, bir yandan dualarımızı okuyor, diğer yandan da, Kâbe’nin hakikatini gözümüzle ve hissiyatımızla görmemizi sağlayan Rabb’imize binlerce hamd ve şükrediyorduk.

Tavaf sonrası Makam-ı İbrahim’de kıldığımız namazının âkabinde zemzem pınarlarından hamd ve şükür eşliğinde doyasıya içip, Safa Tepesi’ne doğru “sa’y” için yola çıktık. Bir arayış, aktif sabır, dua ve tevekkül olan sa’y ibadetine topluca niyet ettikten sonra, Safa ve Merve arasındaki yedi gidiş-dönüşlü sa’yimizi dualar eşliğinde tamamladık. Sa’y sonunda Merve Tepesi’nde toplu ve şahsî dualarımızı yaptıktan sonra, tıraş olup ihramdan çıktık.

Vakit namazlarını Kâbe’de cemaatle kılıyor, namaz aralarında Kâbe’yi yakından seyrederek, zihne düşenler (yaptığımız ibadetlerin hikmeti, Kur’ân hakikatleri, İslâm âleminin durumu, imanın insana kazandırdıkları, Müslümanların durumu vs.) hakkında her gün birkaç saat tefekkür etmeye çalışıyorduk. Bu tefekkürlerin sonunda, Allah’ın davetine icabet etmede çok geç kaldığımı anladım. Umre ibadetinin ehemmiyetine dâir, 40 yaşıma gelinceye kadar yeterli şuura sahip olamayışıma üzüldüm. Diğer yandan, Umre ibadetini yapma imkânı bahşeden Rabb’ime atomlar adedince hem şükrettim hem de farz olan Hac ibadetini yapmamı bana nasip etmesi için dua ettim. Mıknatıs benzetmesiyle konuya yaklaşılırsa, dünyanın dört bir yanından müminleri ilâhî aşkla kendine çeken Kâbe’nin rahmet ve feyze vesile olma fonksiyonunun sınırsız voltajda olduğu hemen hissediliyordu. Herkesin zihin ve gönül kirleri bu mânevî manyetik alanda, samimiyeti derecesinde temizleniyor; insanlar imanın kişiye kazandırdığı iç huzurdan, alıcılarının açıklığı ölçüsünde istifade ediyordu.

Ülkemizde ‘kişisel gelişim’ eğitimlerinden fayda umanların, ‘Umre ibadetinin dönüştürücü tesiriyle’ acilen tanışarak, onun feyzinden istifade etmelerinin ve çalışmalarını bu feyzin bereketiyle zenginleştirip derinleştirmelerinin gerekliliğini orada daha iyi anladım. Ferdî ve ailevî seviyede psikolojik, psikiyatrik problemleri olanların, tamamlayıcı veya asıl tedavi olarak, Umre yapmalarının şart olduğunu; bir şeyin kıymetinin artması veya eksilmesinde mekân ve zamanın da bir rolünün olduğunu idrak ettim. Kâbe’nin karşısında namaz kılıp dua etmenin, tefekkürde bulunmanın hâsıl ettiği iç huzurun bir başka mekânda hissedilemeyeceğini anladım.

Umre mânâ derinlikleri itibarıyla, iradenin rehberliğinde nefis, kalb ve aklın aydınlanmasını, dengelenmesini ve ayrılmaz bütünlüğünü temsil ediyordu. Umre, mânâ derinlikli hareketi gerektiren bir ibadetti. Dolayısıyla aslolan beden sağlığından mesûl nefis santralinin yok edilmesi değil, ıslah ve terbiye edilip yaratılış vazifesi doğrultusunda kullanılmasıydı. Tavaf, kalbin Allah sevgisiyle aydınlanmasını ve itminana ermesini, sa’y ise akıl ve iradenin hakkının verilmesini temsil ediyordu. İslâm’da nefis, akıl ve kalb; tevhid hakikatinin farklı yönlerini ifade ettiğinden, fıtratımızdaki bu üç merkezin dengelenmesi ve her birinin, yaratılışı istikametinde kullanılıp aydınlatılması gerekiyordu. Ayrıca zaman zaman öne sürülen ‘aklın kalbe, kalbin akla düşman olduğuna’ dâir fikirlerin hakikatten sapma olduğunu Umre’de daha iyi idrak ettim. Çünkü akıl ve iradenin hakkını vermenin kalbin aydınlanmasına ve tevekküle mâni olmadığını; akıl ve kalbin sağlıklı işleyişinin de beden sağlığından mesûl nefsin terbiye edilmesine bağlı olduğunu bir kere daha derinden anladım.

Kâbe gerek kendini ziyaret edenler, gerekse asırlardır ilân ettiği hakikatler zaviyesinden Müslümanların durumlarını anlama hususunda âdeta bir lâboratuvardı. Zîrâ burada dünyevîleşme-uhrevîleşme, cehalet-marifet, zenginlik-fakirlik iç içe müşahede ediliyordu. Mescid-i Haram’da Allah sevgisi bütün renk ve ırkları bir potada eritirken, aynı zamanda eğitim, kültür, terbiye ve edep seviyesindeki farklılıklar da bütün tonlarıyla sergileniyordu. Kişi burada iç dünyasına yolculuk yapıp kendisiyle hesaplaşabildiği gibi, İslâm toplumlarının problemlerini ve bunların çözümüne dâir hususları da görebiliyor. Meselâ aktif bir arayış ve sabrı, fiilî bir dua ve tevekkülü, irade ve aklın hakkının verilmesini sembolize eden ‘Safa ve Merve arasındaki arayış ve çırpınış yolculuğu olan sa’y’in hakikati anlaşılabilseydi, İslâm toplumları fakirlik, hastalık ve cehaletin pençesinden büyük ölçüde kurtulurdu. Peygamber Efendimiz’in (sas) hayat-ı senîyelerinde çok sık yaptığı “Allah’ım beni korkaklıktan, acizlikten, tembellikten, fakirlikten, miskinlikten, cimrilikten koru!” mealindeki duasını söz ve davranışlarımızla yapabilseydik, fakirlik, cehalet ve tembelliğe bağlı problemleri bu kadar şiddetli yaşamazdık. Eğitim ve ilim hayatımızın, Kur’ân’ın rehberliğinde akıl ve mantıkla ıslah edilip imanın ışığında yeniden yapılandırılmasının şart olduğunu bir kez daha vicdanımızda duyarken, Bediüzzaman Hazretleri’nin: “Bizim düşmanımız üçtür. Cehalet, zaruret ve ihtilâf. Bu üç düşmana karşı ilim, marifet, sanat, teknoloji ve ittifak silâhlarıyla mücadele edeceğiz.” mealindeki ifadeleri kulaklarımızda çınladı.

Hz. Âdem (as), Hz. İbrahim (as) ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (sas) vahiyle bildirilen Mîkat sınırlarının başlangıcında giyilen ihramla yapılan ibadetler ve orada geçirilen zaman, ‘Kâbe ve çevresinin aynı zamanda sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum idealinin prova yeri olduğu, burada her insanın sadece bir kul olduğu, her türlü beşerî ve dünyevî farklılık ve statülerin Mîkat sınırları dışında bırakılması gerektiği’ hakikatini insanlığa haykırıyordu.

Genel olarak şehir plânlamasında, tarihî dokunun korunmasında, sosyal yapıların geçmiş, bugün ve geleceğin bir bütünlük içinde ele alınarak inşasında -Mekke ve Medine gibi mukaddes şehirler dâhil- Müslümanların sınıfta kaldığını üzülerek gördük.

İmanın, Allah ve Resulullah (sas) sevgisinin -her şeye rağmen- insanları Mekke ve Medine’ye çektiğini; kâinattaki en büyük mu’cizelerden birinin de, Kâbe’nin etrafında 365 gün, 24 saat -bir saniye boş kalmaksızın- yapılan tavaf ve sa’y olduğunu hissettik. Kâbe, günün her ânında, sanki insanlar bir yerden programlanmışçasına, bir yandan dolmakta bir yandan da boşalmaktadır. O kadar insanın iaşe ve suyunun karşılanması, zemzemin Hz. İbrahim (as) devrinden beri büyük ölçüde kesintisiz akması ve milyonlarca insanın bu içecekten istifadesi gibi hâdiseler bir arada düşünüldüğünde, yeryüzünde buna benzer bir hâdisenin olmadığı hemen anlaşılır (Zemzem’in Efendimiz’den (sas) önceki fetret dönemlerinde zaman zaman kesildiği, Efendimiz’in (sas) gelişinden sonra kesilmediği tarihî bir vak’a olarak bildirilmiştir).

Bu mukaddes mekânlara yolculuğa çıktığımız andan itibaren kolayca kızıp sinirlenmeler, içimize atılan vesvese ve evhamlar, şeytanın varlığının bir delili oluyor. Zîrâ mukaddes topraklarda, şeytan insana sürekli vesvese veriyor, insan kusur ve hatalara daha fazla odaklanıyor, böylece sinirlenmek ve insanların kalblerini kırmak ihtimali artıyor.

Mekke ve Medine’de her vakit namazı sonrası en az 3–5 kişinin cenaze namazı kılınıyordu. Böylece günde birkaç kere cenaze namazı kılarak, kendi ölümümüz üzerinde düşünme fırsatı yakalıyor ve; “El Bâki, Hüvel Bâki; İnnalillâhi ve innâ ileyhi râciûn!” hakikatini bütün benliğimizde hissediyorduk.

Veda tavafından sonra Kâbe’yi seyrederken zihin ve gönlümde şunlar geçiyor: İmkânı olanlar geciktirmeden, Hac’dan önce mutlaka bir Umre yapmalı. Umre’ye gelmeden önce, zihnen ve ruhen ön hazırlık yapılmalı. Büyüklerimizin ‘Mümkün olsa da, buralara gelmeden önce kurslar düzenlense ve sadece eğitim sertifikası olanlara Hac yapma izni verilse…’ şeklindeki tavsiyeleri oldukça yerinde. İnsanlar Mîkat, ihram, tavaf ve sa’yin hakikati ve tedaileri üzerinde ön-okuma ve tefekkürler yapmalı ki, ibadetlerin insanın ruh, beden, akıl, kalb ve nefis gibi lâtifeleri üzerindeki temizleyici ve iyileştirici tesirlerini tecrübe edebilsinler. İslâm, vahyin ilk indiği günden bugüne taptaze, dengeli, ölçülü ve insan odaklı mesajını sunmaya devam ediyor. Bütün mesele, müminlerin Allah’ın evini ziyaret edip, kapalı olan alıcılarını ilâhî rahmet ve feyzin tesiriyle açmaları, açık olan alıcılarını akort etmeleri, gürültü ve parazitleri temizleyerek Umre’nin tedavi edici hususiyetlerinden azamî derecede faydalanmalarıdır. Rabb’im inanan herkese, dönüştürücü aksiyona, tefekküre ve gönlünü akort etmeye dayalı Umre ve Hac ibadetini nasip etsin.

Mekke’den sonra, Peygamberimiz’in (sas) Hicret yoluna paralel inşa edilen otoyol üzerinden yaklaşık 6 saat süren (450 km) bir otobüs yolculuğuyla Medine’ye ulaşıyoruz. Medine’de hemen Peygamberimiz’in (sas) kabrini ziyaret ediyor, O’nu (sas) selâmlıyor ve bize emanet edilen salât ü selâmları O’na takdim ediyoruz. Kur’ân’ın öğretildiği Mescid-i Nebevî’de insanlara en güzel rehber olan Peygamberimiz’in (sas) hayatını ve getirdiği hakikatleri düşünüyoruz. Namazdan sonra yapılan tesbihatta salât ü selâmların bir başka derinliğini idrak ediyoruz.

Rehberden, Uhud Harbi’nin gerçekleştiği mekânda yaşananları dinlerken, Sahabe efendilerimizin (r. anhüm) muhteşem destanını daha iyi idrak ediyor, o günden bugüne çeşitli zihnî mukayeseler yapıyoruz. Bugünün Müslümanlarının, aslında Uhud’u kendi çağlarının renk ve kokusuyla farkında olmadan yaşadıklarını fark ediyoruz. Bugün, Efendimiz’e (sas) ve O’nun Ashabı’na (r. anhüm) dost olmanın yolu, bilim, teknoloji, eğitim ve ekonomi sahalarındaki yarışları kazanmaktan, zihin ve kalbimizi her tür yabancı düşünce ve anlayıştan temizlemekten, vahyin mesajlarını iradî ümmiyetle dupduru algılamak ve yaşamaktan geçiyor.

Uhud bölgesinden sonra, Hendek Savaşı’nın gerçekleştiği Yedi Mescitler bölgesini ziyaret ediyoruz. Rehberimiz bir strateji harbi olan Hendek’i anlatırken, bu mücadelenin bütün boyutlarıyla günümüzde de devam ettiğini fark ediyoruz. Zîrâ, stratejik araştırmalar yapma, alternatif fikirler üretme, düşünülmeyeni düşünme, yenilik merkezleri kurma, beyin fırtınaları yapma, hayatın her alanında vazgeçilmez hâle gelmiş problem çözme teknikleri geliştirme, Hendek Harbi’nin bir bakıma günümüzdeki izdüşümleridir. Güç ve imkânların eşit olmadığı durumlarda mücadeleler, strateji üretilerek kazanılır. Dolayısıyla Müslümanlar Hendek Harbi’nin günümüzde de devam ettiğini, bir işe başlamadan önce alternatif strateji ve seçenekler üretmenin muvaffakiyet için önemli bir dua olduğunu unutmamalıdırlar.

Medine’de ayrıca Kıbleteyn ve Kuba Mescitlerini ziyaret ediyor, Osmanlı’nın yaptığı Medine Tren Garı’nı ve yanındaki 6666 adet taştan yapılı mescidi kapalı oldukları için ancak dışarıdan görebiliyoruz. Mukaddes mekânlara yaptıkları güzel hizmetler için ecdadı rahmetle anıyor ve onların ruhlarına Fatihalar gönderiyoruz. On günlük yolculuğumuzun son dört gününü Medine’de geçirdikten sonra, feyiz dolu topraklardan ayrılmanın hüznü içimizi sarmaya başlıyor. Ancak var oluşumuzun mânâsı bize, “Allah’tan başka her şey yok olmaya mahkûmdur.” ve “Her şey aslına geri döner ve her yolculuk dairevî olduğundan başladığı yerde son bulur.” prensiplerini hatırlatıyor.

Umre ibadeti, özetle nefis, kalb, akıl ve iradenin aydınlanmasını, dengelenmesini ve bütünleşmesini hatırlatan Tevhid eksenli bir aksiyon ibadetiydi. Umre’de beden sağlığının ve nefsi terbiye etmenin ne kadar önemli olduğunu daha iyi kavradık. Tavaf ederken, Allah’tan başka bir şeye gönül bağlamanın fânîliğini daha iyi anladık. İhram, tavaf ve sa’yin, insanı güzelliklere sevk edici hususiyetlerini yaşadık. Sa’y ibadeti sayesinde Allah’tan bir şey talep etmenin ön-şartının çalışıp, çabalamak, akıl ve iradenin hakkını vermek olduğunu, aktif sabrın, tevekkül ve arayışın niçin teşvik edildiğini daha iyi idrak ettik. İslâm’ın evrensel mesajının ilk günkü gibi taptaze varlığını sürdürdüğünü, ilâhî emir ve yasakların beşerin bütün dertlerine deva olduğunu, İslâmiyet’in herhangi bir reform ve yenilenmeye ihtiyacı olmadığını, aksine bizim temizlenmeye ihtiyacımız olduğunu anladık.

http://sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=4533

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR