15 Nisan 2009 Çarşamba

1928-1938 Döneminde Dil Çalışmaları

1928-1938 Döneminde Dil Çalışmaları
Harf inkılâbı dilde yapılması gerekli olan değişikliğin ilk adımı olmuştur. Gerçi «harf inkılâbı» yapılmadan önce halk ağzından kelimeler derlenmiş, özellikle Büyük Millet Mec­lisinde konu ile ilgili görüşmeler olmuş, meclis kürsüsünden di­limizin sadeleşmesine ve kendi benliğine dönmesine dair ateşli konuşmalar yapılmıştı. Daha, vatan içten ve dıştan ateş çemberi içindeyken 9 Mayıs 1920'de (Yani Büyük Millet Meclisi ku­rulduktan on yedi gün soma) Besim ATALAY Meclis kür­süsünden:
«... herhangi bir kelime ve terkip bizim lisanımız içine girdi mi kendi hususiyetini (özelliğini), kendi kavaidini (ku­rallarını) muhafaza eder durur, aldırılmaz.Avam (halk) lisanı arasında kendi kelimelerimiz kay­bolup gidiyor. Biz avam lisanı arasında istimal edilen (kul­lanılan) kelimeleri toplayarak millî bir kamus (sözlük) teşkil edersek, hiç şüphesiz ki medenî ve asri bir millet olduğumuzu göstermiş oluruz... zamanımızda kendisi büyük telakki edilen maarif erbabından (irfan sahiplerinden) ilim erbabından sayılan zevatın (kimselerin) millî lisanımıza karşı yabancı ve kayıtsız kalmaları kat'iyyen muvafık (uygun) değildir...» diyordu('6).
İlk mecliste Tunalı Hilmi Bey, Türkçenin ateşli sa-vunucularındandır. Tarihimizde, Türkçe kanun teklifini ilk defa meclise sunan odur. Teklif geri çevrilir ama, o da kürsüye çı­karak aşağıdaki sözlerle içini döker:
«... Ben kendim bile, askerlikte okuyup yazma öğrenmiş bir babanın dizinde ilk mektebi, Türkçe ile geliştirerek idadiye geçtikten sonra, kalemimin züppeleşmeye başladığını gördüm. Benim o ana diliyle başladığım Türk kalemim büsbütün başka oldu, melez oldu, uydurma oldu. Fakat bir zaman geldi, mil­leti uyandırmak icap etti. Milleti uyandırmak için icap eden aşk ve seda ruhumu tutuşturdu ve benim ana dilime doğru götürdü. Her şey aslına döner akıbet; döndüm arkadaşlar. Gördük ki lisanımızda Arapça, Acemce kaideler; ya­bancıdır, fazladır, Türkçe değildir. ... Yemin ettim. Bir yi­ğidin sözü, özü gibi olmalıdır. O gün bugün yirmi seneyi ge­çiyor, benim kalemim Arapça ve Acemceyi kullanmıyor... Ben bu düşüncelerimi bu Büyük Millet Meclisinde kabul et­tirmeye muvaffak olursam, kürsüden inerken düşsem ölsem gözlerim arkada kalmaz. Ana dili olmayınca bir şey olmaz...»(17).
Tunalı Hilmi'nin kanun teklifi dilcilik tarihinde bir hatıra olarak kalmıştır.
Bütün bu uğraşmalar daha ilk meclis döneminde dil ko­nusunda ne kadar duyarlı davranıldığının delilleridir.
Harf inkılâbından sonra, pek çok Arapça kelime yazıdan gelen desteklerini kaybettikleri için yazı dilinde canlılıklarını kaybetmişti. Bu bakımdan yazı dili konuşma diline hızla yak­laşmıştı.
Türkçenin sadeleşme ve öz benliğine dönme konusunda 1 Eylül 1929 tarihinden sonra okullardan Arapça ve Farsça ders­lerinin kaldırılmasının da faydası olmuştur.
Harf inkılâbının gerçekleşmesinde, Dil Heyeti adı verilen bir komisyonun çalışmalarının büyük katkısı olmuştu. Bu komisyon inkılâbın gerçekleşmesinden soma dağılmamıştı. Bu komisyona Türkçenin sınırlarının çizilmesi, kelime hazinesinin meydana çıkarılması, dilimize ve yeni yazımıza uymayan ya­bancı kelimelerin yerine Türkçelerinin bulunması konularında görevler verilmişti. Ancak komisyon bütün bu sayılan işlerin üstesinden gelecek güçte değildi. Komisyon üyelerinin hemen hepsi «vazife duygusu ve dil sevgisi ile işe katılmış olan idealist şair ve ediplerdi»(l!i). Üyeler arasında dilin nasıl anlaşılması ge­rektiği konusunda da bir birlik yoktu. Fosilleşerek halka mal olmuş kelimelerin bırakılmasını istemeyenler olduğu gibi ça­lışmalarda dil estetiğinin ön plânda tutulması gerektiğini sa­vunanlar da vardı. Komisyon derlemenin dışında bir çalışma ya­pamadığı için Temmuz 1931'de dağıldı.
Bu arada Sadri Maksudi ARSAL 1930'da Türk Dili İçin adlı bir eser yayınladı. Yazar, bu kitapta dili düzeltme ko­nusunda türlü sebepler yüzünden aydınlarca kullanılmayan terk edilmiş kelimeleri; toplamak, düzenlemek ve bu kelimelere «edebî» ve «bilimsel» eserlerde yer vermek gerektiğini; dilin yapısına uygun, yeni kültür dilinin yaratılması ve yeni terimler yapılarak bunların yabancı terimlerin yerine kullanılması ge­rektiğini, bu şekilde dilin düzeltilmesinin yerinde olacağını be­lirtti.
Atatürk bu kitabı beğenmiş, kitap ve dil hakkındaki gö­rüşünü kitabın ön sayfasına yazmıştı. «Ülkesini ve yüksek is­tiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dil­ler boyunduruğundan kurtarmalıdır.» cümlesiyle biten bu görüş daha sonraki dil tartışmaları içinde değişik açılardan yo­rumlanacaktır.
Atatürk, Batılı tarihçilerin Türk tarihi hakkındaki olumsuz ve horlayıcı tarih görüşlerine karşı, Türk tarih tezini ortaya attı. Batılı tarihçiler Türkleri barbar bir kavim olarak ni­telendirmişlerdir. Onların bilim dışı, sakat ve çarpık görüşlerine dayanarak Sevr Anlaşmasında Anadolu topraklan pay edilmişti.
Atatürk'ün tarih tezi kısaca şöyledir:
Türk tarihi, sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihi değildir. Türklerin tarihi çok daha eskilere dayanır. Medeniyetin beşiği Orta Asya'dır ve beyaz ırkın ilk yurdu da Orta Asya'dır. Bu ba­kımdan medeniyetin yaratıcısı Türkler olmuştur. Tarih öncesi devirlerde Orta Asya'da meydana gelen uzun süren kuraklık se­bebiyle büyük göçler olmuş, insanlar yeryüzüne oradan da­ğılmışlardır. Bu bakımdan Anadolu'nun yerli (otokton) halkı Hititler Orta -Asya'dan gelmiş olup Türklerin atasıdırlar.
Bu tez, Avrupalıların kendini merkez sayan (egosantrik) tarih tezlerine bir karşı tezdi. Avrupalıların tarih tezleri em­peryalizm politikasından kaynaklanmaktaydı. Tarih tezi, Türk­leri ikinci sınıf(!) insan sayma görüşüne de karşı görüş olarak atılmıştı(19).
Türk tarih tezinin dil çalışmaları ve hareketleri içinde önemli rolü olmuştur. Türklerin yüzyıllarca küçümsenmesi dil­lerinin de küçümsenmesine sebep olmuştu. Osmanlı Devleti dö­neminde devlet «ümmet» ve «Osmanlılık» kavramlarıyla bir­likte yürütüldüğünden millî dil kurulamamıştır. Türklerin de hor görülmesi bu politika içinde tabiî idi. Cumhuriyet döneminde öncelikle milliyeti ve ana dili hor görme duygusunu ortadan kaldırmak gerekiyordu. Atatürk, tarih tezini millete, manevî kuvvet sağlamak için de ortaya attı. Tezin dil çalışmaları içinde başta moral etkisi olmuştur. Tarih tezi, zamanında romantik bir hava yaratmış, «milli rönesansımız»ın başlamasında rol oy­namıştır. Tez, toplum psikolojisi açısından topluma yön ve hedef vermiş, bu yönüyle faydalı olmuştu. Türk tarihi hak­kındaki bugünkü bilgilerimizi biraz da bu teze borçluyuz. Tezde ileri sürülen fikirlerin bugün yüzde yüz doğru olmadığı an­laşılmıştır; ancak, tez kitle psikolojisi açısmdan tarihî rolünü oynamıştır.




Atatürk, 12 Nisan 1931 yılında bugünkü adıyla Türk Tarih Kurumunu; 12 Temmuz 1932 yılında da yine bugünkü adıyla Türk Dil Kurumunu kurdurdu. Atatürk, Türk Dil Kurumunun çalışma programını 11 Temmuz gecesi yani kuruluştan bir gün önce çizmişti. Kurum, «sözlük-terim», «dil bilgisi-söz dizimi», «etimoloji», «filoloji-dil bilimi» çalışmaları yapacaktı. Ancak kurucu üyeler arasında dille ilgili bir iki kişi vardı, diğer üyeler değişik alanlardan kimselerdi. Türkçenin bütün meselelerini gö­rüşmek üzere bir kurultayın düzenlenmesi gerekiyordu. Nitekim kuruluşunun üçüncü ayı bitmeden Birinci Dil Kurultayı top­landı.
a. Birinci Dil Kurultayı
Birinci Dil Kurultayında Türk Dil Kurumunun çalışma il­keleri şöyle belirlendi; Kurum, Türkçenin kendi güzelliğini meydana çıkaracak çalışmalar yapacak; onu, dünya dilleri ara­sında değerine yaraşır yüksekliğe ulaştıracaktır(20). Bu iş için yapılacak çalışmalar şunlardı: Türkçe sözlük hazırlanacak, Türk lehçeleri sözlüğü yapılacak, terimler sözlüğü, Türk dil bilgisi hazırlanacak, Türkçenin ekleri araştırılacak; Türkçenin tarihî dil bilgisi yazılacak; Hint-Avrupa, Sümer, Hitit (Eti) dilleriyle kar­şılaştırmaları yapılacak; bunlardan başka dış ülkelerde Türkçe ile ilgili yapılan çalışmaların Türkçeye çevrilip yayınlanması gerçekleştirilecek(21).
Türk Dil Kurumu, bu yüklü programı gerçekleştirmek için iş bölümü yaparak çeşitli kollar kurdu: Bunlar, Dil Bilgisi Kolu, Terim Kolu, Yayın Kolu, Derleme Kolu, Dil Bilim ve Filoloji Koludur.
Kurum ilk iş olarak derleme çalışmalarına başladı. Bu ko­nuda devlet desteği de sağlandı. Derleme işi Bakanlar Kurulu kararıyla ülke çapına yayıldı. Bu çalışmalarda, özellikle di­limizdeki yabancı kelimelere karşılık bulma gayreti vardı.
Kurultayın temel düşüncesi, yabancı kelimelere yeni kar­şılıklar bularak, yeni bir kültür dili oluşturmaktı. Ancak ku­rultayda dilin toplumsal bir varlık olarak kendi kendine ge­lişmesi gerektiğini savunanlar da vardı. Dilde «devrim» yapılıp yapılmayacağı konusu bu kurultayda tartışıldı.

İkinci Dil Kurultayına kadar, sözlük, terim, dil bilgisi, dil bilim kollarında çatışmalar yapılmıştır. Bütünüyle Birinci Dil Kurultayı İkinci Dil Kurultayına hazırlık niteliği taşımaktadır. Kurultay programının Türkçenin Hint-Avrupa, Sami, Sümer, ve Hitit (Eti) dilleriyle karşılaştırılması dışında çizelen program maddeleri bugün de güncelliğini korumaktadır. Kurultaydan sonra ülke çapında derleme, tarama ve anket çalışmaları hız­lanmıştır.

b. İkinci Dil Kurultayı
İkinci Dil Kurultayı, 18 Ağustos 1934'te Dolmabahçe Sa­rayında başlamış ve altı gün sürmüştür. Bu Kurultaya başka ül­kelerden de Türkologlar katılmıştır.
Kurultayda terimlerin Türkçe köklerden türetilmesi ko­nusunda birleşilmiştir. Bu mümkün olmadığı takdirde, te­rimlerin doğrudan Batı dillerinden değil; bu dillerin kaynağı olan dillerden alınması ve bunların Türk dilinin ses yapısına uy­durulması teklif edilmiştir.

Bu Kurultayda alınan ve uygulanabilen kararlardan biri de Türkçeden Osmanlıcaya, Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kı­lavuzlarının hazırlanması kararıdır. Bu kılavuzların gayesi dilin özleşmesini ve sadeleşmesini pratik yolla sağlamaktı. Ni­tekim kılavuzların bu konuda pekçok faydası olmuştur. Kı­lavuzlarda yer alan şu kelimeler tutunmuştur: sayın, üye, özen, gerekmek, evren, seçim, önemli, gündem, subay, durum (va­ziyet), tepki (reaksiyon), uzman (mütehassıs), dilekçe (ar­zuhal), basın (matbuat), yayın (neşriyat), yayım (yayma, neş­retme), yarbay, albay yargıtay (Temyiz Mahkemesi), danıştay (Devlet Danışma Kurulu), eğitim (terbiye bu kelime anlam nüansı ile yaşıyor), tüzük (nizamname), sonuç, eşit, (müsavi), özet (hulasa), emekli, (mütekait), doğu, batı, anlam (mana), uysal (munis), aday (namzet), oturum (celse), konut (ikametgâh), aşama (merhale) oy (rey, görüş). Bu kelimelerin yanında tutunamayan pek çok kelime de kılavuzlarda teklif edil­miştir; görmen (şahit, müşahit), görü (istikamet), elgin (garip, hasis), uram (cadde), sorav (dava) vb... gibi. Kılavuzlarda 8.000 kadar kelimenin Türkçe karşılığı teklif edilmiştir.

Bu dönemde yabancı kelimeler konusunda o kadar ileri gi­dilmiştir ki herkes gelişigüzel kendi bulduğu kelimeleri kul­lanıyor, yazı dili kargaşanın içine sürükleniyordu. Yabancı ke­limeler konusunda o kadar disiplinsiz davranıldı ki Türkçe kelimelere bile Türkçe karşılıklar bulunmuştu. Kâmile İMER, Türk Dil Devrimi (1976,87) çalışmasında şunları yazmaktadır:
«Özellikle derleme ve tarama girişiminden elde edilen sonuçlar yazı dilinde yerleşmeye başlamış. Tarama Der­gisindeki sözcüklerle yazı yazmak bir moda olmuş, ancak bu durum kimi karışıklıklara yol açmıştır. Yabancı söz­cüklerle anlatılan bir kavramın Anadolu ağızları ve halk di­lindeki karşılığı ile çeşitli Türk lehçelerindeki kar­şılıklarının bir araya gelmesi, hangi sözcüğün seçileceği konusunda kararsızlık yaratmış, kimi zaman da bir Türkçe sözlük ayrı ayrı yabancı sözcüklerle anlatılan birden çok kavramın karşılığı olarak kullanıma sunulmuştu. Kısacası, ortaya çıkarılan geniş söz varlığı (125.000'i aşkın kelime) gerçek bir değerlendirmeden ve eleştiri süzgecinden ge­çirilmeden topluma sunulmuştu...
Bu arada Türkçe zannedilen bazı kelimeler de can­landırılmaya çalışılmıştır; hatta bunlardan bazıları tutulmuştur: kent, amaç, bitig (kitap), denk, acun, ozan, kamu (bir ül­kedeki halkın bütünü) yasa, tamu (cehennem) gibi...
c. Üçüncü Dil Kurultayı ve Dil Felsefesi
Üçüncü Dil Kurultayı 24 Ağustos 1936'da toplandı. Top­lantıya dış ülkelerden 13 Türkolog katıldı. Bunlar arasında dünya dillerinin Sümerceden çıktığını, bütün dünya dillerinin anasının Sümerce olduğunu iddia eden ve bu yolda bir teori ge­liştiren Fransız Sümerolog ve dil bilimcisi Hilaire de BA-RENTON da vardı.
Bu Kurultayın esas konusu Güneş Dil Teorisidir. Bu te­oride ileri sürülen fikirlerin inandırıcı olmadığı bugün an­laşılmıştır. Güneş Dil Teorisi Atatürk'ün tarih tezi esası üzerine kurulmuştur. Tarih tezinin hangi etmenler yüzünden ortaya atıl­dığı açıklanmaya çalışıldı. Burada teoriden hem tarihî bir değeri olduğu için, hem de son zamanlarda ileri sürüldüğü gibi, politik sebepler yüzünden ortaya atıldığı iddiasını çürütmek için kısaca bahsolunacaktır.

Bir Alman dilcisi 1922'de, ayda bir takım mistik özellikler bulurduğunu, insanların daha çok ayın etkisi altında olduklarını, bu yüzden dilin oluşmasında ayın rol oynadığını, insana ilk ke­limeyi ayın ilham ettiğini savunan bir teori geliştirdi. Bu te­orinin hiç bir bilimsel dayanağı yoktu. Tamamen mistik ve me­tafizik delillere dayanıyordu.
Dilin doğuşunu ve çeşitliliğini açıklamaya çalışan bazı te-orisyenler (glotogonistler) de güneşin bütün canlılara hayat ve-riciliğini göz önünde tutarak, dili de oluşturabileceğini ileri sür­müşlerdir. Bunlara göre güneş; ışığı, dolayısıyla varlıklarla insan arasındaki ilişkinin belirmesinde önemli rol oynamıştır. Bu rolün sonunda dilin meydana gelebileceği ileri sürülmüştür. Fiziksel bakımdan ışıksız görme olmayacağına göre eşyanın, daha doğrusu dünyanın fark edilmesinde güneşin rolü büyük ol­muştur. Atatürk, biraz sonra sözünü edeceğimiz teorilere de da­yanarak dilin güneşin rolüyle oluştuğunu, dilimizin dünya dil­lerinin kaynağı olabileceğini ileri sürmüştür.
Dilimizin eskiliği ve dünya dillerinin kaynağı olabileceği fikri, Güneş Dil Teorisi ortaya atılmadan önce de iddia edil­miştir. Feraizcizâde Mehmet ŞAKİR'in 1894 yılında Bursa'da yazdığı Persenk adlı eserde bir takım kök bilimsel yakıştırma ve zorlamalarla Türkçenin dünyanın en eski dili olduğu iddia edilmiştir^-1).
Güneş Dil Teorisi, Atatürk tarafından ortaya atılan «Türk Tarih Tezi»nin ışığı altında, Atatürk'ün geliştirdiği dilin doğuşu ve dillerin çeşitliliği ile ilgili felsefî bir açıklamadır.
Dilin doğuşu ve çeşitliliği konusunda pek çok fikir ge­liştirilmiş ve açıklamalarda bulunulmuştur. Dilin doğuşuyla ilgili açıklamalar M.Ö. VIII. yüzyıla kadar dayanır. Bu konuda genel tutum her açıklama yapanın kendi dilini dünyanın en eski dili saymasıdır. Yapılan bütün açıklamalar tahminler çizgisini aşamamaktadır.
Güneş-Dil Teorisini görmeye geçmeden önce «Teori nedir?» sorusunu cevaplamak yerinde olacaktır:
Teoriler, bilimsel açıklamalardır. Her bilim daimin kendi konularıyla ilgili olarak geliştirdiği teoriler vardır. Teorilerde ileri sürülen iddiaların geniş ölçüde pratikliği yoktur. Bunlar, düşünce alanında kalan bilgilerdir. Bir bakıma bilim elbisesi giydirilmiş iddialardır. Teorilerde iddia edilen bilgiler yüzde yüz kesinlik kazansa; yani iddialar çeşitli bilimsel metotlarla doğrulansa, teori, teori olmaktan çıkar kanun olurdu. İşte bu açıdan bakıldığında teoriler tabiî ve toplumsal bilimlerde daima yol göstericilik yapmış, bilimsel doğruların yani kesin, her du­rumda denetlenip ispatlanabilen doğruların -kanunların- bu­lunmasında yardımcı olmuştur. İspatlanması mümkün olmayan teoriler bilgi düzeyinde kalır. Teorilerin hareket noktası bilgidir; ancak bu öyle bir bilgidir ki henüz sistemleşmemiş -bilim ha­line gelmemiş- ; doğruluğu bazı bilimlerde geniş ölçüde, bazı bilimlerde dar ölçüde deneylerle, olgularla ispatlanabilen bil­gilerdir.
1935'te Viyana'da Dr. Phil Herman KİVERNİC tarafından Türk dili hakkında 40 sayfalık bir eser yazıldı. Bu eser, dil psi-kolojisiyle ilgiliydi. Türkçenin elemanlarına ünlü Psikolog Sig-murt FREUD (1856-1939)'ün psikanaliz metodundan ya­rarlanarak bakılmıştı. (Araştırmacı çalışmasının ön sözünde de «Sigmurt FREUD'ün psikanalizinden kazanılan bilgiler bu Türkoloji etüdünün temelidir.» şeklinde açıklamada bu­lunmuştur.) Bu çalışmanın bir nüshası Atatürk'e gönderilmiştir. Bu çalışma, Güneş Dil Teorisinin fikrî zeminini hazırlamıştır. KİVERGİC, bu çalışmasında Türkçenin, Moğol, Mançu, Tun­guz; Fin, Macar; Japon ve Hitit dilleriyle yakınlığını gös­termeye çalışmıştı.

Atatürk, ayrıca bütün dünya dillerinin ve soylarının Sü-merce ve Sümerler olduğunu iddia eden ve bu yolda eserler yazan Sümerolog P. Hilaire de BARENTON'in çalışmalarını da örnek almıştır.
Abdülkadir İNAN'm teorinin ortaya atıldığı yıl olan 1936da basılan Güneş Dil Teorisi Üzerine Ders Notları adlı kitapçığında teori şu şekilde açıklanmıştır:
«1. İlk insanların bütün dikkat ve ilgilerini üzerine çeken güneştir.
2. Haricî âlemi teşkil eden nesneler güneşe göre büyüklük, küçüklük; parlaklık, sönüklük veya yakınlık, uzaklık itibarıyla farklı bulunurlar.
3. İlk insanların her şeyin üstünde tanıdığı ve her şeyin üs­tünde tuttuğu ilk nesne güneş olmuştur. Güneş, onların her şeyi idi. Güneşi inceleye inceleye onun niteliklerinden önce maddî, sonra ruhsal fikrî, soyut kavramları anlamaya başladılar. Böy­lece güneşten ve onun hareket niteliklerinden aldıkları başlıca kavramlar şunlar olmuştur:
a. Güneşin kendisi; esas, sahip, Allah, efendi, yükseklik, büyüklük, çokluk, kuvvet, kudret.
b. Güneşin saçtığı ışık; aydınlık, parlaklık.
c. Güneşin verdiği sıcaklık; ateş.
ç. Güneşin sıcaklığı; zaman, yer, kara, toprak, hayat, gıda.
d. Renk, su.
e. Ses, söz.
4. İlk insanlar, bütün maddî ve fikrî varlıkları güneşe verdikleri adlarla anarlardı. Sonra kendilerini «ben-ego» kavramından çıkan bütün düşünceler ve nihayet tespit ettikleri bütün nesneleri de tapındıkları güneşin ve güneşten çıkan kav­ramların yerine koyarak bu güneş isminin anlamını ge­nişletmişlerdir.

5. İlk insanların güneşe verdikleri ad «ağ»dır. Bu ses en kolay çıkarabildikleri /a/ sesidir. Hayranlık da ifade eden bu sesin ilk kelime olması gerekir. Bu kelime /a/, /aa/, /aaa/ ün­lüsünün uzunca okunuşudur.

6. Ses cihazı geliştikçe «ağ» ın ilk söylenebilmiş olan tip­leri sırasıyla (ay, ağ, ak, ah) olmuştur. Bu «ağ» ana kökünün anlattığı bütün anlamlar köklerde birinci derecede vardır».
Güneş-Dil Teorisi, Atatürk'ün ölümünden sonra değişik şe­killerde yorumlanmıştır. Teori hakkında dilin sadeleşmesi açı­sından birbirine taban tabana zıt iki fikir ileri sürülmüştür. Bun­lardan birincisine göre, bu teori, dilimizdeki sadeleşme hareketinin çıkmaza sürüklenmesini önlemek gayesiyle ortaya atıldı. Dilin kendi benliğine dönmesi için yapılan çalışmalar, tasfiyecilik (dilin istisnasız bütün yabancı öğelerden te­mizlenmesi) hâlini almıştı; bu durum yazı dilimizi bir çıkmaza doğru sürüklüyordu... Gidişi Türkçenin geleceği açısından teh­likeli gören Atatürk, bu teoriyle Türkçenin çıkmaza gidişini ön­lemek istemiştir. Karşı görüşte olanlar ise; bu teori, dilin nasıl oluştuğunu açıklamak için ortaya atılmış bir düşüncedir, di­yorlardı. Dünyanın çeşitli dillerinde kaynağı açıklanamayan ke­limelerin Türkçe olabileceğini açıklamaya yarayabilecek bir id­diadır; yoksa, teorinin dilin sadeleşmesi hareketiyle hiç bir ilişkisi yoktur.
d.Sonuç
Atatürk döneminde yapılan dil çalışmaları Türkçemiz açı­sından çok verimli olmuştur. Özellikle harf inkılâbı dilimizin kendi benliğini kazanmasında çok önemli rol oynamıştır.
Atatürk, 12 Temmuz 1932'de Türk Dil Kurumunu kur­muştur. Bu kuruluş, bilimsel, tarihî, kültürel ve toplumsal ih­tiyaçtan doğmuştur.
Atatürk'ün sağlığında üç kurultay düzenlenmiş, bu ku­rultaylarda dilimizin güzelleşmesi, gelişmesi, milletin ve çağın ihtiyaçlarına cevap verecek duruma gelmesi, böylece dünya dil­leri arasındaki kendine yakışan yüksekliğe ve zenginliğe ulaş­ması konusunda çalışmaların yapılması, kararlaştırılmış, çeşitli bilimsel kollar kurulmuş, derleme ve yayın çalışmaları ger­çekleşmiştir. Birinci Kurultayın toplandığı tarih olan 26 Eylül 1932 tarihi Dil İnkılâbının başlangıç tarihî olarak kabul edil­miştir.
1932 yılından günümüze kadar konuşma dilimiz yazı di­limize yaklaşmıştır. Dilimiz, türetme, birleştirme, derleme, ta­rama, yollarıyla pek çok kelime kazanmıştır.
Atatürk zamanından bugüne kadar geçirilen tecrübeler gös­termiştir ki yeni türetilen kelimelerden ek ve kökleri işlek olan­ların benimsenme şansı daha fazladır. Bu konuda mutlaka bi­limsel verilerin göz önünde tutulması gereklidir. Millet tarafından benimsenen kelimelerin büyük bir çoğunluğu, dilin işlek köklerinden ve eklerinden türetilmiş kelimelerdir. Bu ke­limeler Türkçenin yapı bilgisi bölümünde teker teker gö­rülecektir. Kelimenin çağrıştırma kabiliyeti, tutunmasının en önemli sebeplerinden biridir.
Atatürk, terimler üzerinde çok durmuş, Türkçenin bilimsel ve teknik gelişmeleri ifadeye muktedir bir dil olmasını ar-zulamıştı. Kendi de bu konuda örnek bir çalışma yapmış, 1936 yılının kış aylarında güç ve soyut olan geometri gibi bir bilim dalında küçük bir eser yazmış ve bu eserde 50'ye yakın ge­ometri terimini Türkçeleştirmiştir. Atatürk'ün kendi eliyle yaz­dığı bu kitap, 1937'de basılmıştır. Geometri öğretenlere ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olması amacıyla basılan bu kitapta, Atatürk, 50'ye yakın geometri terimini Türkçeleştirerek neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda ölümsüz bir örnek vermiştir. Atatürk'ün Türkçeleştirdiği geometri terimleri şun­lardır: alan, artı, eksi, varsayı, toplam, oran, orantı, türev, gerekçe, çarpı, bölü, eksi, artı, yamuk, paralelkenar, ikiz­kenar, eşkenar, köşegen, dörtgen, beşgen, üçgen, konum, yöndeş, dikey, düşey, yatay, çekül, kırık, eğik, taban, açı, açıortay, teğet, çember, yay, kesit, yarıçap, çap, düzey, yüzey, uzay, boyut gibi... Bilim dilinde kullandığımız bu ke­limelerin hemen hemen hepsi, dilimize yerleşmiştir. Bu ke­limelerin yapı bilimi ve anlam bilimsel değerlendirilmeleri, il­gili bölümde yapılacaktır. Kelimelerin çağrışım güçleri meydandadır. Bu kelimelerden meydana getirilmiş yüzlerce terim bugün bilim dilimizde kullanılmaktadır. Aynı kitapta tek­lif edilmiş olup da tutunamayan kelimeler de vardır ki bunların sayıları azdır: katıy, ökül, t ü mey açı, büteyaçı, uzam... gibi.
Atatürk'ün dilimize katkısı değişik açılardan incelenip de­ğerlendirilebilir; dil politikası yönünden Atatürk dilimizin bi-liçli işlenmesini istemiş, bu işi millî çağdaşlaşma ideolojisinin bir gereği olarak görmüştür. Dil konularına devletin desteğini sağlamış, orduda ve okullarda Türkçe terimlerin kullanılmasını gerçekleştirmiştir. Ayrıca ülkemizde o güne kadar yapılan da­ğınık dil çalışmalarının bir kurum altında toplanmasını sağlamış ve dilimizin çağın ihtiyaçlarına, gidişine ayak uydurması için Türk Dil Kurumunu kurmuştur. Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesini de dilimizin gelişmesini sağlamak için temelini atmıştı. Dil ko­nusunda bir teori geliştirmiş, yeni terimler türetmiştir.
Atatürk'ün ölümünden sonra dil tartışmaları günümüze kadar sürüp geldi. Atatürk'ün sağlığında da dil tartışmaları ya­pılmış, dil meselelerinin nasıl halledilmesi gerektiği konusunda daha ilk kurultayda karşı görüşler ileri sürülmüştü. Dildeki ya­bancı öğelerin kendiliğinden temizlenmesi, dile «müdahale» edilmemesi, yeni türetilen kelimelerin bilimsel verilere da­yandırılması konularında karşıt düşünceler geliştirildi.
Bugün de ülkemizde dil tartışmaları yapılmaktadır. Tar­tışmalarda ortak olan nokta şudur: Dilimizdeki terimler mutlaka Turkçeleştirilmelidir. Batı dillerinden kelime akımı ön­lenmelidir. Yazı dilimiz azamî ölçüde konuşma dilimize yak-laştırılmalıdır.
Dil tartışmaları konusu, bu kitabın boyutlarını aşacağından görülmeyecektir. Ancak tartışmaların daha çok dili anlama ve kullanma tutumlarının farklılığından kaynaklanmakta olduğunu bilmekte fayda vardır.

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR