1928-1938 Döneminde Dil Çalışmaları
Harf inkılâbı dilde yapılması gerekli olan değişikliğin ilk adımı olmuştur. Gerçi «harf inkılâbı» yapılmadan önce halk ağzından kelimeler derlenmiş, özellikle Büyük Millet Meclisinde konu ile ilgili görüşmeler olmuş, meclis kürsüsünden dilimizin sadeleşmesine ve kendi benliğine dönmesine dair ateşli konuşmalar yapılmıştı. Daha, vatan içten ve dıştan ateş çemberi içindeyken 9 Mayıs 1920'de (Yani Büyük Millet Meclisi kurulduktan on yedi gün soma) Besim ATALAY Meclis kürsüsünden:
«... herhangi bir kelime ve terkip bizim lisanımız içine girdi mi kendi hususiyetini (özelliğini), kendi kavaidini (kurallarını) muhafaza eder durur, aldırılmaz.Avam (halk) lisanı arasında kendi kelimelerimiz kaybolup gidiyor. Biz avam lisanı arasında istimal edilen (kullanılan) kelimeleri toplayarak millî bir kamus (sözlük) teşkil edersek, hiç şüphesiz ki medenî ve asri bir millet olduğumuzu göstermiş oluruz... zamanımızda kendisi büyük telakki edilen maarif erbabından (irfan sahiplerinden) ilim erbabından sayılan zevatın (kimselerin) millî lisanımıza karşı yabancı ve kayıtsız kalmaları kat'iyyen muvafık (uygun) değildir...» diyordu('6).
İlk mecliste Tunalı Hilmi Bey, Türkçenin ateşli sa-vunucularındandır. Tarihimizde, Türkçe kanun teklifini ilk defa meclise sunan odur. Teklif geri çevrilir ama, o da kürsüye çıkarak aşağıdaki sözlerle içini döker:
«... Ben kendim bile, askerlikte okuyup yazma öğrenmiş bir babanın dizinde ilk mektebi, Türkçe ile geliştirerek idadiye geçtikten sonra, kalemimin züppeleşmeye başladığını gördüm. Benim o ana diliyle başladığım Türk kalemim büsbütün başka oldu, melez oldu, uydurma oldu. Fakat bir zaman geldi, milleti uyandırmak icap etti. Milleti uyandırmak için icap eden aşk ve seda ruhumu tutuşturdu ve benim ana dilime doğru götürdü. Her şey aslına döner akıbet; döndüm arkadaşlar. Gördük ki lisanımızda Arapça, Acemce kaideler; yabancıdır, fazladır, Türkçe değildir. ... Yemin ettim. Bir yiğidin sözü, özü gibi olmalıdır. O gün bugün yirmi seneyi geçiyor, benim kalemim Arapça ve Acemceyi kullanmıyor... Ben bu düşüncelerimi bu Büyük Millet Meclisinde kabul ettirmeye muvaffak olursam, kürsüden inerken düşsem ölsem gözlerim arkada kalmaz. Ana dili olmayınca bir şey olmaz...»(17).
Tunalı Hilmi'nin kanun teklifi dilcilik tarihinde bir hatıra olarak kalmıştır.
Bütün bu uğraşmalar daha ilk meclis döneminde dil konusunda ne kadar duyarlı davranıldığının delilleridir.
Harf inkılâbından sonra, pek çok Arapça kelime yazıdan gelen desteklerini kaybettikleri için yazı dilinde canlılıklarını kaybetmişti. Bu bakımdan yazı dili konuşma diline hızla yaklaşmıştı.
Türkçenin sadeleşme ve öz benliğine dönme konusunda 1 Eylül 1929 tarihinden sonra okullardan Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılmasının da faydası olmuştur.
Harf inkılâbının gerçekleşmesinde, Dil Heyeti adı verilen bir komisyonun çalışmalarının büyük katkısı olmuştu. Bu komisyon inkılâbın gerçekleşmesinden soma dağılmamıştı. Bu komisyona Türkçenin sınırlarının çizilmesi, kelime hazinesinin meydana çıkarılması, dilimize ve yeni yazımıza uymayan yabancı kelimelerin yerine Türkçelerinin bulunması konularında görevler verilmişti. Ancak komisyon bütün bu sayılan işlerin üstesinden gelecek güçte değildi. Komisyon üyelerinin hemen hepsi «vazife duygusu ve dil sevgisi ile işe katılmış olan idealist şair ve ediplerdi»(l!i). Üyeler arasında dilin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda da bir birlik yoktu. Fosilleşerek halka mal olmuş kelimelerin bırakılmasını istemeyenler olduğu gibi çalışmalarda dil estetiğinin ön plânda tutulması gerektiğini savunanlar da vardı. Komisyon derlemenin dışında bir çalışma yapamadığı için Temmuz 1931'de dağıldı.
Bu arada Sadri Maksudi ARSAL 1930'da Türk Dili İçin adlı bir eser yayınladı. Yazar, bu kitapta dili düzeltme konusunda türlü sebepler yüzünden aydınlarca kullanılmayan terk edilmiş kelimeleri; toplamak, düzenlemek ve bu kelimelere «edebî» ve «bilimsel» eserlerde yer vermek gerektiğini; dilin yapısına uygun, yeni kültür dilinin yaratılması ve yeni terimler yapılarak bunların yabancı terimlerin yerine kullanılması gerektiğini, bu şekilde dilin düzeltilmesinin yerinde olacağını belirtti.
Atatürk bu kitabı beğenmiş, kitap ve dil hakkındaki görüşünü kitabın ön sayfasına yazmıştı. «Ülkesini ve yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.» cümlesiyle biten bu görüş daha sonraki dil tartışmaları içinde değişik açılardan yorumlanacaktır.
Atatürk, Batılı tarihçilerin Türk tarihi hakkındaki olumsuz ve horlayıcı tarih görüşlerine karşı, Türk tarih tezini ortaya attı. Batılı tarihçiler Türkleri barbar bir kavim olarak nitelendirmişlerdir. Onların bilim dışı, sakat ve çarpık görüşlerine dayanarak Sevr Anlaşmasında Anadolu topraklan pay edilmişti.
Atatürk'ün tarih tezi kısaca şöyledir:
Türk tarihi, sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihi değildir. Türklerin tarihi çok daha eskilere dayanır. Medeniyetin beşiği Orta Asya'dır ve beyaz ırkın ilk yurdu da Orta Asya'dır. Bu bakımdan medeniyetin yaratıcısı Türkler olmuştur. Tarih öncesi devirlerde Orta Asya'da meydana gelen uzun süren kuraklık sebebiyle büyük göçler olmuş, insanlar yeryüzüne oradan dağılmışlardır. Bu bakımdan Anadolu'nun yerli (otokton) halkı Hititler Orta -Asya'dan gelmiş olup Türklerin atasıdırlar.
Bu tez, Avrupalıların kendini merkez sayan (egosantrik) tarih tezlerine bir karşı tezdi. Avrupalıların tarih tezleri emperyalizm politikasından kaynaklanmaktaydı. Tarih tezi, Türkleri ikinci sınıf(!) insan sayma görüşüne de karşı görüş olarak atılmıştı(19).
Türk tarih tezinin dil çalışmaları ve hareketleri içinde önemli rolü olmuştur. Türklerin yüzyıllarca küçümsenmesi dillerinin de küçümsenmesine sebep olmuştu. Osmanlı Devleti döneminde devlet «ümmet» ve «Osmanlılık» kavramlarıyla birlikte yürütüldüğünden millî dil kurulamamıştır. Türklerin de hor görülmesi bu politika içinde tabiî idi. Cumhuriyet döneminde öncelikle milliyeti ve ana dili hor görme duygusunu ortadan kaldırmak gerekiyordu. Atatürk, tarih tezini millete, manevî kuvvet sağlamak için de ortaya attı. Tezin dil çalışmaları içinde başta moral etkisi olmuştur. Tarih tezi, zamanında romantik bir hava yaratmış, «milli rönesansımız»ın başlamasında rol oynamıştır. Tez, toplum psikolojisi açısından topluma yön ve hedef vermiş, bu yönüyle faydalı olmuştu. Türk tarihi hakkındaki bugünkü bilgilerimizi biraz da bu teze borçluyuz. Tezde ileri sürülen fikirlerin bugün yüzde yüz doğru olmadığı anlaşılmıştır; ancak, tez kitle psikolojisi açısmdan tarihî rolünü oynamıştır.
Atatürk, 12 Nisan 1931 yılında bugünkü adıyla Türk Tarih Kurumunu; 12 Temmuz 1932 yılında da yine bugünkü adıyla Türk Dil Kurumunu kurdurdu. Atatürk, Türk Dil Kurumunun çalışma programını 11 Temmuz gecesi yani kuruluştan bir gün önce çizmişti. Kurum, «sözlük-terim», «dil bilgisi-söz dizimi», «etimoloji», «filoloji-dil bilimi» çalışmaları yapacaktı. Ancak kurucu üyeler arasında dille ilgili bir iki kişi vardı, diğer üyeler değişik alanlardan kimselerdi. Türkçenin bütün meselelerini görüşmek üzere bir kurultayın düzenlenmesi gerekiyordu. Nitekim kuruluşunun üçüncü ayı bitmeden Birinci Dil Kurultayı toplandı.
a. Birinci Dil Kurultayı
Birinci Dil Kurultayında Türk Dil Kurumunun çalışma ilkeleri şöyle belirlendi; Kurum, Türkçenin kendi güzelliğini meydana çıkaracak çalışmalar yapacak; onu, dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe ulaştıracaktır(20). Bu iş için yapılacak çalışmalar şunlardı: Türkçe sözlük hazırlanacak, Türk lehçeleri sözlüğü yapılacak, terimler sözlüğü, Türk dil bilgisi hazırlanacak, Türkçenin ekleri araştırılacak; Türkçenin tarihî dil bilgisi yazılacak; Hint-Avrupa, Sümer, Hitit (Eti) dilleriyle karşılaştırmaları yapılacak; bunlardan başka dış ülkelerde Türkçe ile ilgili yapılan çalışmaların Türkçeye çevrilip yayınlanması gerçekleştirilecek(21).
Türk Dil Kurumu, bu yüklü programı gerçekleştirmek için iş bölümü yaparak çeşitli kollar kurdu: Bunlar, Dil Bilgisi Kolu, Terim Kolu, Yayın Kolu, Derleme Kolu, Dil Bilim ve Filoloji Koludur.
Kurum ilk iş olarak derleme çalışmalarına başladı. Bu konuda devlet desteği de sağlandı. Derleme işi Bakanlar Kurulu kararıyla ülke çapına yayıldı. Bu çalışmalarda, özellikle dilimizdeki yabancı kelimelere karşılık bulma gayreti vardı.
Kurultayın temel düşüncesi, yabancı kelimelere yeni karşılıklar bularak, yeni bir kültür dili oluşturmaktı. Ancak kurultayda dilin toplumsal bir varlık olarak kendi kendine gelişmesi gerektiğini savunanlar da vardı. Dilde «devrim» yapılıp yapılmayacağı konusu bu kurultayda tartışıldı.
İkinci Dil Kurultayına kadar, sözlük, terim, dil bilgisi, dil bilim kollarında çatışmalar yapılmıştır. Bütünüyle Birinci Dil Kurultayı İkinci Dil Kurultayına hazırlık niteliği taşımaktadır. Kurultay programının Türkçenin Hint-Avrupa, Sami, Sümer, ve Hitit (Eti) dilleriyle karşılaştırılması dışında çizelen program maddeleri bugün de güncelliğini korumaktadır. Kurultaydan sonra ülke çapında derleme, tarama ve anket çalışmaları hızlanmıştır.
b. İkinci Dil Kurultayı
İkinci Dil Kurultayı, 18 Ağustos 1934'te Dolmabahçe Sarayında başlamış ve altı gün sürmüştür. Bu Kurultaya başka ülkelerden de Türkologlar katılmıştır.
Kurultayda terimlerin Türkçe köklerden türetilmesi konusunda birleşilmiştir. Bu mümkün olmadığı takdirde, terimlerin doğrudan Batı dillerinden değil; bu dillerin kaynağı olan dillerden alınması ve bunların Türk dilinin ses yapısına uydurulması teklif edilmiştir.
Bu Kurultayda alınan ve uygulanabilen kararlardan biri de Türkçeden Osmanlıcaya, Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzlarının hazırlanması kararıdır. Bu kılavuzların gayesi dilin özleşmesini ve sadeleşmesini pratik yolla sağlamaktı. Nitekim kılavuzların bu konuda pekçok faydası olmuştur. Kılavuzlarda yer alan şu kelimeler tutunmuştur: sayın, üye, özen, gerekmek, evren, seçim, önemli, gündem, subay, durum (vaziyet), tepki (reaksiyon), uzman (mütehassıs), dilekçe (arzuhal), basın (matbuat), yayın (neşriyat), yayım (yayma, neşretme), yarbay, albay yargıtay (Temyiz Mahkemesi), danıştay (Devlet Danışma Kurulu), eğitim (terbiye bu kelime anlam nüansı ile yaşıyor), tüzük (nizamname), sonuç, eşit, (müsavi), özet (hulasa), emekli, (mütekait), doğu, batı, anlam (mana), uysal (munis), aday (namzet), oturum (celse), konut (ikametgâh), aşama (merhale) oy (rey, görüş). Bu kelimelerin yanında tutunamayan pek çok kelime de kılavuzlarda teklif edilmiştir; görmen (şahit, müşahit), görü (istikamet), elgin (garip, hasis), uram (cadde), sorav (dava) vb... gibi. Kılavuzlarda 8.000 kadar kelimenin Türkçe karşılığı teklif edilmiştir.
Bu dönemde yabancı kelimeler konusunda o kadar ileri gidilmiştir ki herkes gelişigüzel kendi bulduğu kelimeleri kullanıyor, yazı dili kargaşanın içine sürükleniyordu. Yabancı kelimeler konusunda o kadar disiplinsiz davranıldı ki Türkçe kelimelere bile Türkçe karşılıklar bulunmuştu. Kâmile İMER, Türk Dil Devrimi (1976,87) çalışmasında şunları yazmaktadır:
«Özellikle derleme ve tarama girişiminden elde edilen sonuçlar yazı dilinde yerleşmeye başlamış. Tarama Dergisindeki sözcüklerle yazı yazmak bir moda olmuş, ancak bu durum kimi karışıklıklara yol açmıştır. Yabancı sözcüklerle anlatılan bir kavramın Anadolu ağızları ve halk dilindeki karşılığı ile çeşitli Türk lehçelerindeki karşılıklarının bir araya gelmesi, hangi sözcüğün seçileceği konusunda kararsızlık yaratmış, kimi zaman da bir Türkçe sözlük ayrı ayrı yabancı sözcüklerle anlatılan birden çok kavramın karşılığı olarak kullanıma sunulmuştu. Kısacası, ortaya çıkarılan geniş söz varlığı (125.000'i aşkın kelime) gerçek bir değerlendirmeden ve eleştiri süzgecinden geçirilmeden topluma sunulmuştu...
Bu arada Türkçe zannedilen bazı kelimeler de canlandırılmaya çalışılmıştır; hatta bunlardan bazıları tutulmuştur: kent, amaç, bitig (kitap), denk, acun, ozan, kamu (bir ülkedeki halkın bütünü) yasa, tamu (cehennem) gibi...
c. Üçüncü Dil Kurultayı ve Dil Felsefesi
Üçüncü Dil Kurultayı 24 Ağustos 1936'da toplandı. Toplantıya dış ülkelerden 13 Türkolog katıldı. Bunlar arasında dünya dillerinin Sümerceden çıktığını, bütün dünya dillerinin anasının Sümerce olduğunu iddia eden ve bu yolda bir teori geliştiren Fransız Sümerolog ve dil bilimcisi Hilaire de BA-RENTON da vardı.
Bu Kurultayın esas konusu Güneş Dil Teorisidir. Bu teoride ileri sürülen fikirlerin inandırıcı olmadığı bugün anlaşılmıştır. Güneş Dil Teorisi Atatürk'ün tarih tezi esası üzerine kurulmuştur. Tarih tezinin hangi etmenler yüzünden ortaya atıldığı açıklanmaya çalışıldı. Burada teoriden hem tarihî bir değeri olduğu için, hem de son zamanlarda ileri sürüldüğü gibi, politik sebepler yüzünden ortaya atıldığı iddiasını çürütmek için kısaca bahsolunacaktır.
Bir Alman dilcisi 1922'de, ayda bir takım mistik özellikler bulurduğunu, insanların daha çok ayın etkisi altında olduklarını, bu yüzden dilin oluşmasında ayın rol oynadığını, insana ilk kelimeyi ayın ilham ettiğini savunan bir teori geliştirdi. Bu teorinin hiç bir bilimsel dayanağı yoktu. Tamamen mistik ve metafizik delillere dayanıyordu.
Dilin doğuşunu ve çeşitliliğini açıklamaya çalışan bazı te-orisyenler (glotogonistler) de güneşin bütün canlılara hayat ve-riciliğini göz önünde tutarak, dili de oluşturabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre güneş; ışığı, dolayısıyla varlıklarla insan arasındaki ilişkinin belirmesinde önemli rol oynamıştır. Bu rolün sonunda dilin meydana gelebileceği ileri sürülmüştür. Fiziksel bakımdan ışıksız görme olmayacağına göre eşyanın, daha doğrusu dünyanın fark edilmesinde güneşin rolü büyük olmuştur. Atatürk, biraz sonra sözünü edeceğimiz teorilere de dayanarak dilin güneşin rolüyle oluştuğunu, dilimizin dünya dillerinin kaynağı olabileceğini ileri sürmüştür.
Dilimizin eskiliği ve dünya dillerinin kaynağı olabileceği fikri, Güneş Dil Teorisi ortaya atılmadan önce de iddia edilmiştir. Feraizcizâde Mehmet ŞAKİR'in 1894 yılında Bursa'da yazdığı Persenk adlı eserde bir takım kök bilimsel yakıştırma ve zorlamalarla Türkçenin dünyanın en eski dili olduğu iddia edilmiştir^-1).
Güneş Dil Teorisi, Atatürk tarafından ortaya atılan «Türk Tarih Tezi»nin ışığı altında, Atatürk'ün geliştirdiği dilin doğuşu ve dillerin çeşitliliği ile ilgili felsefî bir açıklamadır.
Dilin doğuşu ve çeşitliliği konusunda pek çok fikir geliştirilmiş ve açıklamalarda bulunulmuştur. Dilin doğuşuyla ilgili açıklamalar M.Ö. VIII. yüzyıla kadar dayanır. Bu konuda genel tutum her açıklama yapanın kendi dilini dünyanın en eski dili saymasıdır. Yapılan bütün açıklamalar tahminler çizgisini aşamamaktadır.
Güneş-Dil Teorisini görmeye geçmeden önce «Teori nedir?» sorusunu cevaplamak yerinde olacaktır:
Teoriler, bilimsel açıklamalardır. Her bilim daimin kendi konularıyla ilgili olarak geliştirdiği teoriler vardır. Teorilerde ileri sürülen iddiaların geniş ölçüde pratikliği yoktur. Bunlar, düşünce alanında kalan bilgilerdir. Bir bakıma bilim elbisesi giydirilmiş iddialardır. Teorilerde iddia edilen bilgiler yüzde yüz kesinlik kazansa; yani iddialar çeşitli bilimsel metotlarla doğrulansa, teori, teori olmaktan çıkar kanun olurdu. İşte bu açıdan bakıldığında teoriler tabiî ve toplumsal bilimlerde daima yol göstericilik yapmış, bilimsel doğruların yani kesin, her durumda denetlenip ispatlanabilen doğruların -kanunların- bulunmasında yardımcı olmuştur. İspatlanması mümkün olmayan teoriler bilgi düzeyinde kalır. Teorilerin hareket noktası bilgidir; ancak bu öyle bir bilgidir ki henüz sistemleşmemiş -bilim haline gelmemiş- ; doğruluğu bazı bilimlerde geniş ölçüde, bazı bilimlerde dar ölçüde deneylerle, olgularla ispatlanabilen bilgilerdir.
1935'te Viyana'da Dr. Phil Herman KİVERNİC tarafından Türk dili hakkında 40 sayfalık bir eser yazıldı. Bu eser, dil psi-kolojisiyle ilgiliydi. Türkçenin elemanlarına ünlü Psikolog Sig-murt FREUD (1856-1939)'ün psikanaliz metodundan yararlanarak bakılmıştı. (Araştırmacı çalışmasının ön sözünde de «Sigmurt FREUD'ün psikanalizinden kazanılan bilgiler bu Türkoloji etüdünün temelidir.» şeklinde açıklamada bulunmuştur.) Bu çalışmanın bir nüshası Atatürk'e gönderilmiştir. Bu çalışma, Güneş Dil Teorisinin fikrî zeminini hazırlamıştır. KİVERGİC, bu çalışmasında Türkçenin, Moğol, Mançu, Tunguz; Fin, Macar; Japon ve Hitit dilleriyle yakınlığını göstermeye çalışmıştı.
Atatürk, ayrıca bütün dünya dillerinin ve soylarının Sü-merce ve Sümerler olduğunu iddia eden ve bu yolda eserler yazan Sümerolog P. Hilaire de BARENTON'in çalışmalarını da örnek almıştır.
Abdülkadir İNAN'm teorinin ortaya atıldığı yıl olan 1936da basılan Güneş Dil Teorisi Üzerine Ders Notları adlı kitapçığında teori şu şekilde açıklanmıştır:
«1. İlk insanların bütün dikkat ve ilgilerini üzerine çeken güneştir.
2. Haricî âlemi teşkil eden nesneler güneşe göre büyüklük, küçüklük; parlaklık, sönüklük veya yakınlık, uzaklık itibarıyla farklı bulunurlar.
3. İlk insanların her şeyin üstünde tanıdığı ve her şeyin üstünde tuttuğu ilk nesne güneş olmuştur. Güneş, onların her şeyi idi. Güneşi inceleye inceleye onun niteliklerinden önce maddî, sonra ruhsal fikrî, soyut kavramları anlamaya başladılar. Böylece güneşten ve onun hareket niteliklerinden aldıkları başlıca kavramlar şunlar olmuştur:
a. Güneşin kendisi; esas, sahip, Allah, efendi, yükseklik, büyüklük, çokluk, kuvvet, kudret.
b. Güneşin saçtığı ışık; aydınlık, parlaklık.
c. Güneşin verdiği sıcaklık; ateş.
ç. Güneşin sıcaklığı; zaman, yer, kara, toprak, hayat, gıda.
d. Renk, su.
e. Ses, söz.
4. İlk insanlar, bütün maddî ve fikrî varlıkları güneşe verdikleri adlarla anarlardı. Sonra kendilerini «ben-ego» kavramından çıkan bütün düşünceler ve nihayet tespit ettikleri bütün nesneleri de tapındıkları güneşin ve güneşten çıkan kavramların yerine koyarak bu güneş isminin anlamını genişletmişlerdir.
5. İlk insanların güneşe verdikleri ad «ağ»dır. Bu ses en kolay çıkarabildikleri /a/ sesidir. Hayranlık da ifade eden bu sesin ilk kelime olması gerekir. Bu kelime /a/, /aa/, /aaa/ ünlüsünün uzunca okunuşudur.
6. Ses cihazı geliştikçe «ağ» ın ilk söylenebilmiş olan tipleri sırasıyla (ay, ağ, ak, ah) olmuştur. Bu «ağ» ana kökünün anlattığı bütün anlamlar köklerde birinci derecede vardır».
Güneş-Dil Teorisi, Atatürk'ün ölümünden sonra değişik şekillerde yorumlanmıştır. Teori hakkında dilin sadeleşmesi açısından birbirine taban tabana zıt iki fikir ileri sürülmüştür. Bunlardan birincisine göre, bu teori, dilimizdeki sadeleşme hareketinin çıkmaza sürüklenmesini önlemek gayesiyle ortaya atıldı. Dilin kendi benliğine dönmesi için yapılan çalışmalar, tasfiyecilik (dilin istisnasız bütün yabancı öğelerden temizlenmesi) hâlini almıştı; bu durum yazı dilimizi bir çıkmaza doğru sürüklüyordu... Gidişi Türkçenin geleceği açısından tehlikeli gören Atatürk, bu teoriyle Türkçenin çıkmaza gidişini önlemek istemiştir. Karşı görüşte olanlar ise; bu teori, dilin nasıl oluştuğunu açıklamak için ortaya atılmış bir düşüncedir, diyorlardı. Dünyanın çeşitli dillerinde kaynağı açıklanamayan kelimelerin Türkçe olabileceğini açıklamaya yarayabilecek bir iddiadır; yoksa, teorinin dilin sadeleşmesi hareketiyle hiç bir ilişkisi yoktur.
d.Sonuç
Atatürk döneminde yapılan dil çalışmaları Türkçemiz açısından çok verimli olmuştur. Özellikle harf inkılâbı dilimizin kendi benliğini kazanmasında çok önemli rol oynamıştır.
Atatürk, 12 Temmuz 1932'de Türk Dil Kurumunu kurmuştur. Bu kuruluş, bilimsel, tarihî, kültürel ve toplumsal ihtiyaçtan doğmuştur.
Atatürk'ün sağlığında üç kurultay düzenlenmiş, bu kurultaylarda dilimizin güzelleşmesi, gelişmesi, milletin ve çağın ihtiyaçlarına cevap verecek duruma gelmesi, böylece dünya dilleri arasındaki kendine yakışan yüksekliğe ve zenginliğe ulaşması konusunda çalışmaların yapılması, kararlaştırılmış, çeşitli bilimsel kollar kurulmuş, derleme ve yayın çalışmaları gerçekleşmiştir. Birinci Kurultayın toplandığı tarih olan 26 Eylül 1932 tarihi Dil İnkılâbının başlangıç tarihî olarak kabul edilmiştir.
1932 yılından günümüze kadar konuşma dilimiz yazı dilimize yaklaşmıştır. Dilimiz, türetme, birleştirme, derleme, tarama, yollarıyla pek çok kelime kazanmıştır.
Atatürk zamanından bugüne kadar geçirilen tecrübeler göstermiştir ki yeni türetilen kelimelerden ek ve kökleri işlek olanların benimsenme şansı daha fazladır. Bu konuda mutlaka bilimsel verilerin göz önünde tutulması gereklidir. Millet tarafından benimsenen kelimelerin büyük bir çoğunluğu, dilin işlek köklerinden ve eklerinden türetilmiş kelimelerdir. Bu kelimeler Türkçenin yapı bilgisi bölümünde teker teker görülecektir. Kelimenin çağrıştırma kabiliyeti, tutunmasının en önemli sebeplerinden biridir.
Atatürk, terimler üzerinde çok durmuş, Türkçenin bilimsel ve teknik gelişmeleri ifadeye muktedir bir dil olmasını ar-zulamıştı. Kendi de bu konuda örnek bir çalışma yapmış, 1936 yılının kış aylarında güç ve soyut olan geometri gibi bir bilim dalında küçük bir eser yazmış ve bu eserde 50'ye yakın geometri terimini Türkçeleştirmiştir. Atatürk'ün kendi eliyle yazdığı bu kitap, 1937'de basılmıştır. Geometri öğretenlere ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olması amacıyla basılan bu kitapta, Atatürk, 50'ye yakın geometri terimini Türkçeleştirerek neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda ölümsüz bir örnek vermiştir. Atatürk'ün Türkçeleştirdiği geometri terimleri şunlardır: alan, artı, eksi, varsayı, toplam, oran, orantı, türev, gerekçe, çarpı, bölü, eksi, artı, yamuk, paralelkenar, ikizkenar, eşkenar, köşegen, dörtgen, beşgen, üçgen, konum, yöndeş, dikey, düşey, yatay, çekül, kırık, eğik, taban, açı, açıortay, teğet, çember, yay, kesit, yarıçap, çap, düzey, yüzey, uzay, boyut gibi... Bilim dilinde kullandığımız bu kelimelerin hemen hemen hepsi, dilimize yerleşmiştir. Bu kelimelerin yapı bilimi ve anlam bilimsel değerlendirilmeleri, ilgili bölümde yapılacaktır. Kelimelerin çağrışım güçleri meydandadır. Bu kelimelerden meydana getirilmiş yüzlerce terim bugün bilim dilimizde kullanılmaktadır. Aynı kitapta teklif edilmiş olup da tutunamayan kelimeler de vardır ki bunların sayıları azdır: katıy, ökül, t ü mey açı, büteyaçı, uzam... gibi.
Atatürk'ün dilimize katkısı değişik açılardan incelenip değerlendirilebilir; dil politikası yönünden Atatürk dilimizin bi-liçli işlenmesini istemiş, bu işi millî çağdaşlaşma ideolojisinin bir gereği olarak görmüştür. Dil konularına devletin desteğini sağlamış, orduda ve okullarda Türkçe terimlerin kullanılmasını gerçekleştirmiştir. Ayrıca ülkemizde o güne kadar yapılan dağınık dil çalışmalarının bir kurum altında toplanmasını sağlamış ve dilimizin çağın ihtiyaçlarına, gidişine ayak uydurması için Türk Dil Kurumunu kurmuştur. Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesini de dilimizin gelişmesini sağlamak için temelini atmıştı. Dil konusunda bir teori geliştirmiş, yeni terimler türetmiştir.
Atatürk'ün ölümünden sonra dil tartışmaları günümüze kadar sürüp geldi. Atatürk'ün sağlığında da dil tartışmaları yapılmış, dil meselelerinin nasıl halledilmesi gerektiği konusunda daha ilk kurultayda karşı görüşler ileri sürülmüştü. Dildeki yabancı öğelerin kendiliğinden temizlenmesi, dile «müdahale» edilmemesi, yeni türetilen kelimelerin bilimsel verilere dayandırılması konularında karşıt düşünceler geliştirildi.
Bugün de ülkemizde dil tartışmaları yapılmaktadır. Tartışmalarda ortak olan nokta şudur: Dilimizdeki terimler mutlaka Turkçeleştirilmelidir. Batı dillerinden kelime akımı önlenmelidir. Yazı dilimiz azamî ölçüde konuşma dilimize yak-laştırılmalıdır.
Dil tartışmaları konusu, bu kitabın boyutlarını aşacağından görülmeyecektir. Ancak tartışmaların daha çok dili anlama ve kullanma tutumlarının farklılığından kaynaklanmakta olduğunu bilmekte fayda vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder