28 Mart 2009 Cumartesi

BİR ADAM YARATMAK YA DA BİR NECİP FAZIL FACİASI

Dilek Yigiterhan

BİR ADAM YARATMAK
YA DA BİR NECİP FAZIL FACİASI

Varlığının sebebi sen misin?
Ben yok olamam.
Yeni sezonda İBŞT ‘de sahnelenen Necip Fazıl Kısakürek’in Bir Adam Yaratmak adlı oyununun tanıtım cümleleri bu cümleler. Yollarda bilboardları süsleyen bu cümle için yazımı bitirmeden bir yorumda bulunmayı tercih etmiyorum.
Hakkında daha sahnelenmeden fırtınalar kopartılan ve neredeyse laik-antilaik, islami kesim/laik kesim tartışmalarına sebep olan oyunun yazarı hakkında kısaca bilgi edinelim. Kimdir Necip Fazıl Kısakürek?İstanbul Üniversitesi ve Sourbonne Üniversitesinde felsefe öğrenimi görmüş,renkli kişiliği ve hayatı ile edebiyatımızın önemli simalarından biri olagelmiş bir şair ve oyun yazarı. Kendi deyimi ile debdebeli bile zengin/köşk yaşantısının içinde kendini,tanrısını ararken yolu Eyüp’teki bir şeyhin evine düşer ve ondan sonra bir yüzleşme ve dönüşüm süreci başlar hayatında. Bu dönüşümü ve yaşadığı köşkü Ahşap Konak adlı oyununda daha ayrıntılı bir biçimde görmek mümkündür. Kısakürek yaşadığı bu lümpen hayattan öylesine nefret etmektedir ki oyunun sonunda içinde annesi ve kız kardeşi olduğu halde konağı yakmaktan kendini alamaz
Bu kendini ve tanrısını arama süreci Bir Adam Yaratmak oyununun da esas temasını oluşturmaktadır. Sanatın tanımı ve işlevi,insanın kadere karşı mücadelesi ise bu esas temaya eklemlenen yan temalardır. Yazar eserinin 7 başlık altında algılanmasını ister.
1.Eser ve eseri karşısında insan
2.Allah ve Allah karşısında insan
3.Cemiyet ve cemiyet karşısında insan
4.Ölüm ve ölüm karşısında insan
6.Bazı dost ve aile ilişkilerimizde gözlerimizden perde kaldıran cinnet dünyası ve bunun doğruluk derecesi
7.Cemiyette bazı faaliyet nevillerini temsil eden cüce tipler,rolleri,hareket tarzları,ruh halleri.
Yazar oyunun başında böyle bir açıklama getirerek oluşabilecek her türlü yanlış anlamayı da bertaraf ediyor(!).
Böyle bir oyunun konusu ne ola ki?
Oyun meçhul bir tarihte İstanbul’da geçer. Ruhsal hezeyanlar içinde yanıp tutuşan Hüsrev yeni bir tiyatro eseri yazmıştır. Eserinde evinin bahçesindeki incir ağacına kendini asarak hayatına son verir kahramanı. Tıpkı gerçek hayatta babasının yaptığı gibi. Bu tesadüfü(asıl oyundaki kilitli noktada budur:Sanat-ayna ilişkisi)bir gazeteci farkeder ve yazar. Bunun üzerine toplum içinde düşeceği durumu düşünerek (babasının ölümü ve ölüm nedeni cemiyetten saklanmıştır) bunalıma giren Hüsrev’in oyunun sonunda kendini bahçedeki incir ağacına asma kararına kadar varır. Hüsrev, insanın yarattığı eseri bir kader olarak yaşayıp yaşamayacağı üzerine düşünürken kazayla onu seven genç bir kadını/amcasının kızını da öldürür. Oyundaki tek saf ve temiz ,sevgi dolu iyilik timsali kişilik de böylece daha ilk perdenin başında oyun dışı kalmıştır. Oyunun diğer iki perdesi boyunca çıkarcı gazete patronu ve iffetsiz karısı,sürekli ağlarken gördüğümüz ve annelik dışında bir özelliği olmayan annesi,sessiz uşak ,oyunun sonunda iyilik meleği kesilen muhabir genç ve yardımsever genç tiyatro oyuncusu ve Hüsrev arasında sanat,kader,insan ilişiklerindeki vurdumduymazlıklar,çıkar ilişkileri,ölüm ve Allah üzerine sonu gelmez ve bitimsiz sarmal bir biçimde Hüsrev’in sonunu getiren,onu delirten diyaloglarla karşılaşırız.
Kısakürek’in ilk büyük Türk trajedisi( o dönem türkçe’siyle facia deniliyordu) dediği oyunda Hüsrev’in aklını kaybetmesi bugünden bir bakışla oldukça akla yakın görünüyor. Kısakürek’in ve belki de bugün onu canla başla bir yerlere koyanların belki de sadecece onların bakışıyla Hüsrev’in erdem olarak görünen nice tavrı ve yaklaşımları benim için bir akıl zafiyetinden,hastalıklı bir düşüncenin ürünlerinden başka bir şey değil.
Bir hududu zorladım. kendimin dışına çıkmak isterken,kendime rast geldim. Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık taslamalıymışım. Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkmalıymışım! “ (II;5)
Bir sanat eseri yaratırken sanatçının kendisiyle , yaşadığı toplumla,dünyayla yüzleşmesi,iç benliğiyle hesaplaşması kaçınılmazdır. Ancak narsizmin ve megalomanlığın sınırları bu kadar zorlanmamalıydı. İnsan kendine rastladığı yerde Allahı bulabilir,bu kişisel bir şeydir ancak Tanrının insanı nefret,küçük görme ve akıl zafiyeti içinde ve bir sanrı sırasında yarattığını düşünmek türümüz için ne utanç verici olur. Hüsrev’in hal ve tavırlarındaki esriklikle birleşince bu cümleden başka bir sonuç çıkarmak mümkün görünmüyor.

“ Bir adam yaratmaya kalkıştım. Ona bir surat ve kader bulmak...Nerede bulayım? Kendimi buldum. “ (III;9)

“ Yaratıcı neymiş,yaratmağa kalkışarak tanıdım. Yalancı ilah,doğrusunu tanıdı....Ben şimdi şu anda tanıyorum Allah’ı.”(III;9)
İnsan ne yaparsa yapsan kendinden uzağa düşemez, demek istemiş herhalde diye düşünüyorsanız bu kadar basit değil. Çünkü Hüsrev’in düşünüşüyle bakacak olursak ortada devinimsel,sebep sonuç ilişkisiyle açıklanabilecek hiç bir şey yok. Her şey tamamen sezgisel demek bile bir açıklama olamaz.

“ Sebep dediğiniz de ne?Bir hiç,bir hiç! “ (I;11)

“ Bir sigara kağıdını şu masaya koy,üç yüz sene sonra gel,yerinde bulursun. Belki sararmış,belki buruşmuş,fakat yine o. Bir sigara kağıdı kadar yaşamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz. “ (III)

Bundan üç yüz sene sonra masaya koyduğumuz sigara kağıdının değişmesi artık başka bir şeye dönüşmesi ve bizim de (aynı nehirde iki kez yıkanılmaz çünkü artık ne o nehir eski nehirdir ne de sen eski sen ilkesinden hareketle)aynı kalmamızın mümkün olmadığı gerçeği/gerçekliği Hüsrev’in düşünüşünde asla yer bulmayan bir gerçekliktir. Onun için her şey sonsuz,döngüsel ve kaçınılmaz bir şekilde kaderin elindedir. İnsanın bu kaderden kaçması ya da bu kadere karşı koyması felaketlere yol açar ve olanaksızdır.Hüsrev acı çekmek için vardır ve kaderine razı olur,gazete patronu arkadaşı iki yüzlü ve çıkarcıdır oyun boyunca başka türlü davranması beklenemez. Karısı iffetsiz bir kadındır. Hüsrev’in şu sözleri karşısında bile titreyip kendine gelmez:

“ Sen tam bir kadınsın. Cinsiyetinin kör hamlelerinden başka bir şey görmüyorsun. Haklısın. Çünkü tabiatın çocuğusun.” (II;6)

Kadın tabiyatı hakkındaki bu tesbitin uzandığı toplumsal ve ideolojik platformlara girmeyi sözü uzatmamak adına burada uygun bulmuyorum. Ancak aşina geldiğini söylemeden edemeyeceğim.
Kısakürek’in oyun kişilerinin çiziminde izlediği bu şablon biçimi tercih etmesinin nedenini bir tragedya yaratma çabasına verebiliriz. Yine de uzun ve edebi diyaloglarla dolu bu üç perdelik uzun oyunun günümüz seyircisi için seyri güç olmasında oyun kişilerinin gelişim çizgisinden uzak oluşunun da etkisi olduğu kanaatindeyim. Şunu da eklemeden edemeyeceğim oyun kişilerinin tip olduğu tiyatro oyunlarında bunun seçilmiş bir durum olduğu ve bu yolla toplumsal bir eleştirinin amaçlandığı açıktır. Ancak Hüsrev’in ağır felsefi ve psikolojik yönlerinin altının çizili olması ve tip değil karakter olarak çizilmesi diğer oyun kişileriyle aralarındaki iletişimi yok ediyor. Böylece amaçlanan toplumsal eleştiri sağlanamazken iyi/kötü çatışması ekseninde yaşanan durum sığlaştırılıyor.
Belki de bu Kısakürek’in kendisinin de içinde bulunduğu duruma bir göndermede bulunuyor.

“ Hepimiz,her şey Allah’a doğru gidiyoruz.” Allah gayedir. Her varılan şey gaye olabilir mi?” (III;9)

Her şey gaye olabilir mi? Hüsrev’in bulduğu kurtuluş yolu bir gaye olabilir mi?
Oyunun başında ölüme ilaç ölümdür diyerek teslimiyetçi bir tutum içine giren ancak oyunun sonunda ölmek yerine akıl hastanesine kapatılmayı kabul eden Hüsrev için tam tersi bir okuma da yapılabilir mi? Hüsrev kaderini değiştirmiştir diyebilir miyiz?Çok mu pembe gözlüklerle bakmak olur bu dünyaya?
Diyelim ki öyle diyelim ki bu filozofun bu eski oyununu bugünden bakarak ve içindeki çelişkiler yardımıyla böyle okuduk. Hüsrev kaderine karşı geldi dedik, Allahına karşı koydu çünkü kendisine sahip çıktı dedik. Bu savı oyunu okunca hemen çıkarmak mümkün değil elbet...Oyunda sadece teslimiyetçi bir düşünüş biçiminin açmazları var diyebiliriz ancak. Hem de çok bariz bir biçimde. Öyle sanıyorum ki sahnelemede ortaya çıkan ve bazı kesimlerin tepki duyduğu zayıflıkların ve anlaşılmaz hatta komik durumların temelinde de metnin içindeki, Kısakürek’in içindeki bu açmazlar yatıyor.
Oyunu Fatih Reşat Nuri Sahnesinde bir matinede bir salon dolusu imama hatip lisesi öğrencisiyle izleme fırsatı buldum. İzleyicinin oyunda gösterdiği tepkilerin eşsiz ve çok anlamlı olduğu görüşündeyim .Yer yer kahkahalarla yer yer kıs kıs gülerek ama her zaman perde sonlarında derin bir huşu ve mutlak alkışla izlenen oyunun sonu ne yazık ki sürpriz oldu. Sürprizi yazının sonuna saklıyorum.

Perde açıktı seyirciler salona yerleşmeye başladığında. Sahnede kırmızı ışıkla aydınlatılmış başsız bir gövdeyi andıran ağaç ve üzerinde sallanan düğümlü bir ip vardı.
Bir evin salonu, pencereler(ilk bakışta tablo gibi görünüyorlardı), karşılıklı iskemleler ve koltuklar. Sanki tv. de bir tartışma programı izleyecektik. Duvarlar beyaz. Ağacın dalı biraz dikkatle bakıldığında insan yüzünü çağrıştırıyordu. Daha çok maymun gibi hatta. İki koltuk , berjer eski model oymalı ve karşısında kırmızı bir son model (bellona herhalde) koltuk;eski yeni sentezi sanki....Sonra masanın üzerinde likör takımları.
Gerçekten de zamanı anlamak çok güç. Ancak dekorun işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Oyunun atmosferine ve Hüsrev’in iç dünyasına dekorun katkısı oldukça fazla. Hatta zaman zaman oyunculardan rol çaldığı bile söylenebilir. Örneğin pencerelerin tek tek açılması Hüsrev’in ruh halindeki geçişler için kullanılmış. Sanat-düşünce-hayat üçgeni üzerine Hüsrev piyesinden parçalar okurken pencereler de birer birer açılır. Pencereler Hüsrev’in iç dünyasını simgelerler adeta..Oyunun sonunda bütün pencereler açıktır. Acaba bu da savıma bir katkıda bulunacak bir gösterge olabilir mi?
Sonra duvarlarda karşılıklı birer martı tasviri...Kim bilir? Belki de gizliden bir özgürlük arzusu taşıyorlar.
Gitgide yaşama alanını daraltan bir özgürlük arzusu? Sahne değişimlerinde duvarlar içeri gelerek mekanı daraltıyor. Duvarlar oyunun sonuna doğru mekanı iyice daraltıyor. Bir kara korku hikayesi sanki sahnede oynanan. Işık oyunlarıyla korkunç bir yaratık halini alıyor ağaç.. 3. perde başı dal yukarıdan sarkar gövdesi yoktur,kökü de,pencerelerin de çoğu açıktır. Dalları hareketleniyor,boru sesini andıran bir müzik duyuluyor, karanlık;Hüsrev’in hezeyanları...İşte oyun böylece bitiveriyor.
Sahneleme aşamasında oyunculuk yorumuna pek girmek istemiyorum çünkü sahnedeki herkes elinden geleni yapıyor. Metinden kaynaklanan olumsuzluklara rağmen...
Uzun diyaloglar, durumun ve kişilerin anlaşılmasını zorlaştırıyor. Yine de bir aktör gibi görev yapan dekor ve samimi oyuncularıyla oyun tahammül sınırlarının altında kalabiliyor.

Sürpriz mi?
Bu oyunda belki de en önemli rolü oynayan ve üç perdeyi de tahammülle izleyen izleyici özellikle Hüsrev’in hezeyanlarında gülmekten kendini alamadıysa da her perdenin sonunda gizli bir umutla mı yoksa bir tür şükran duygusuyla mı bilinmez alkışını eksik etmedi. Son perde hariç Perde sonunda alkış biraz geç geldi çünkü seyirci oyunun bittiğinden emin olamadı. Benim için gerçekten sürpriz oldu. Çünkü oyunun sonunda Hüsrev kendini öldürmekten vazgeçerek kendini yakın bir arkadaşının –yine çıkarcı bir arkadaşının-özel kliniğine akıl hastası olarak yatmaya razı olur. Toplum yararına buna razı olmuştur. Belki de gayesine en yakın olacağı yerin orası olduğuna kanaat getirmiştir. Ancak her varılan gaye Allah mıdır?Allah yolunda kaybettiği aklına karşılık toplum için ruhunu da kapatmaya karar vermiştir. Bu yine de varlığına sahip çıkma adına girişilmiş bir eylem olarak kabul edilemez mi? Başka türlü nasıl açıklanır onca karmaşık,çelişen replik birbiriyle?

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR