28 Mart 2009 Cumartesi

BİR YALNIZLIK GECESİNİN VEHİMLERİ

Eserlerinden
Bölümler
(1)
HİKAYELERİM'den�

BİR YALNIZLIK GECESİNİN VEHİMLERİ
���������..
"Büyükbabam gözümün önünde öldü. Yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı renkte kupkuru bir ayak... Buruşuk bir yorgan... Arkasına yastıklar doldurulan hasta, yatağa yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak, göz alabildiğine uzak bir âleme dalmış...
Tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü...
Ne o? Gayet ufak bir hâdise!... Bir baş göğüse düştü... Bu adam öldü mü? Bu adam yok mu artık?
Nasıl olur? Ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
Mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. Halbuki çıldırmayız. O halde inanır mıyız? İnanmayız da... Hattâ öyle anlarımız olur ki, "bak bak, deriz; şimdi, şimdi kapı açılacak ve büyükbabam içeriye girecek sanıyorum!" İnanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz? Razı da olmayız. Herşeye rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir. Ah, alışmak!... Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum...

� � �

Bu şeylerin üstünden yıllar geçtikten sonra o kadar korktuğum bu evde, yapayalnız, bir gece geçirdim. Yapayalnız bir gece, o kadar korktuğum bu evde... Eski uğultulu âlem sanki bacalardan ve pencerelerden süzülüp gitmişti. Ölenlerle kalanların birbirinden farkı yoktu. Mademki biri yaşadığı halde yok olabiliyordu, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilirdi.
O gece hayâlimde sağlarla ölülerin birindeki varlık, ötekindeki yokluk esasları öyle bir birleşmişti ki, ateşi kırk dereceyi geçen bir hastanın vehim dediğimiz ölçüsüz hassasiyetiyle, ölüleri dirilerden daha mükemmel ve tam bir fiilin şartları içinde yaşıyor farzettim.
Odamın kapısını, küçüklüğümden kalma tabiî bir sevkle sımsıkı kapamış ve eski bir konsol üzerinde duran altı mumlu iki şamdanın bütün mumlarını yakmıştım. Odanın bir köşesinde bir koltuğa gömülmüş, düşünüyordum. Derin bir suda yüzerken bir anda altında kaç kulaç su bulunduğunu düşünüp bütün kuvvet ve cesaretini kaybeden bir yüzücü gibi, o anda benden başka içinde kimse bulunmayan yirmi odalı evi düşünüyor ve korkup korkmadığımı kendime soramıyordum. Ta karşımdaki duvarda, kızkardeşimin ufak bir fotoğrafıyla, büyük babamın adam boyu, yağlı boya bir resmi vardı. İki ölünün resimleri...
Gözlerim resimlerden mâziye aktı. Kızkardeşim elinde hafifçe ısırılmış bir elmayla yanıma geldi ve bir ayağını arkaya, bir elini omuzuma atarak yalvarmaya başladı: - Kuzum ağabeyciğim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı ver de, sana bu elmayı vereyim. Biraz ısırdım amma ziyânı yok..

� � �

Büyükbabamın ölüsünü hamama koymuşlardı. İşte halamın oğluyla beraber ölüyü görmek için bahçeye çıktık ve hamamın yüksek penceresine bir merdiven dayayarak içeriye göz attık. Çocuk merakı... Büyükbabam, teneşirde upuzun yatıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar baktığım ölüden bana çarpan şey, yalnız sakalları; sapsarı derisinin üstünde tane tane yapıştırılmış gibi duran seyrek ve beyaz sakalı oldu. Ölü bir tenden fışkıran, kurumuş otlar gibi ölü ve kıvırcık teller... Yıllar önce ölmüş bir insanın toprak altında çürümüş eczasını birleştiren muhayyilem, onu diriltti de... Birden sezdim ki, oturduğum oda büyükbabamın sağlığında hiç çıkmadığı, işte tam şu karşıki kanepede Fuzulî Divanını okuduğu oda... Büyükbabam köşesinde, Fuzulî Divanını okuyor... Aman Allahım, o sakal, o sakal... Seyrek, beyaz, kıvırcık... Gözlerinde gözlüğü... Kitabın, kenarları yenmiş siyah kabında tırnaklarının çizgisine kadar tanıdığım uzun, ince, fildişi gibi solgun parmakları duruyor. Elbisesi, ayakkabıları, o, o, Büyükbabam... Bir anda tam ve katı bir hakikât elbisesine bürünmüş zehirli bir duygu, tıpkı çukuruna giren bir bilye gibi beynime oturdu ve kulağıma şöyle fısıldadı:
- Kim demiş sanki, ölüler yaşamıyor? Şu anda sen Büyükbabanı ta karşında görmüyor musun? Yaşasaydı nasıl görecektin? Yine böyle, değil mi? O zaman belki biraz daha açık, daha tabiî, varlığına daha inanmış olarak görecektin! Mâdemki şimdi onu müphem de, bulanık da olsa yine görebiliyorsun, bu görüşün biraz daha tekâmül ettiğini farzet! Biraz daha tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu var mıdır? Boyuna tekâmül... Ne oldu? Büyükbaban bütün varlığıyla karşında, değil mi? Karşındaki vücuda inanıyorsun! Şimdi kalk ayağa, yürü Büyükbabana doğru! Yaklaş, uzat parmağını! Gözlerin öyle ayân görüyor ki, parmağını uzattığın zaman bir cisme değeceğinden eminsin! Dur şimdi, sakın bu emniyet hissini kaybetme; bu hissin üzerinde dur! Tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu yoktur. İşte elin bir maddeye değdi. Büyükbabanın ellerini tuttun! Sesini duymaya gelince, onun sesi çoktan beri kulağında... Dinle, sana ismini söylüyor! Kulak ver, buldun mu o sesin âhengini? Hiç kaçırma! Bu duygunun üzerinde ısrar et! Tekâmül... Ve işte konuşmağa başladın. Onunla konuşuyorsun! Görüyor, dokunuyor ve işitiyorsun! Demek ki, Büyükbaban yaşıyor. Bu kadar açık gördüğün, ellerini avucunda tuttuğun ve sesini beyninde dinlediğin bir vücut var değilse, o halde hiçbir şey var değil.. Bana var olan bir şey göster! Meselâ şu masa... Ben diyorum ki, masa yoktur! Gözünle görüyorsun, değil mi? Gözünle gördüğün şeyin o olduğunu ne biliyorsun? Çünkü elinle de dokunuyor, vurduğun zaman sesini kulağınla da duyuyorsun! Beş duygunla birden onun varlığını kaydediyorsun. Halbuki tutmak ayrı, görmek ayrı... Tuttuğun şeyi nasıl görebilirsin? Duymak ayrı, tutmak ayrı... Duyduğun şeyi nasıl tutabilirsin?
Bütün bu anlayış vâsıtaları, birbirini kontrol etmek hakkına mâlik değil... Hepsi kendi cinslerinden bir vâsıtayla ayrı ayrı kontrole muhtaç... Beş duygumuzun müşterek ve tek bir duygu halinde, bir varlığın künhüne yalnızca varabilen bir altıncısı nerede?
Farzet ki, gözün kör, kulağın sağır, uzviyetin de, donmuş bir parmak gibi dokunduğu yerin temasını hissetmeyecek kadar uyuşuk... Şimdi senin için dünya boşluk gibi bir şeydir. Fezanın ta kendisidir. Yere basmıyorsun, çünkü ayakların duymuyor. Gözün görmüyor ve kulağın işitmiyor. Havada yürür gibi yürü! Önüne bir duvar geldi. Çarp!... Ne malûm çarptığın? Çarptığını duymayacaksın ki, duvar yoluna engel olabilsin. Sen kendini yürür farzettikten sonra yürümediğini sana kim ispat edecek? Yere düştün! Ne malûm? Sen kendini, yerde yattığın halde bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra... Hissediyor musun? Bak, bir kaç duygunun iptaliyle kâinat ne hale giriyor? Fizik varlıklar nasıl hacimsiz bir satha ve sonra satıhsız bir fezaya doğru gidiyor? Hani bunların hepsi vardı? Birkaç hissimiz iptâl edilir edilmez nereye gittiler? O hâlde yok, değil mi, hiçbir şey yok... İster öyle diyelim, ister herşey var diyelim. Herhalde herşey var diyelim. Gözümüzün görmeyeceği ve kulağımızın duymayacağı şekilsiz vücutlar ve vücutsuz şekiller var... Bilhassa ölüler ve mâzi var... Hassasiyetimiz bir kere tabiînin üstüne çıkınca bizim için yepyeni bir âlem başlayacaktır. Girelim o âleme! Orada kaçırılmış bütün ânlarımızı, mazimizi ve ölülerimizi bulacağız. Sağır bir odaya kapandığımız zaman dışarıda uğuldayan şehirden ne kadar eminsek, ölülerimize de o kadar inanalım! İçinden bir kere geçip, bir daha görmediğimiz bir sokakla, bir ölünün farkı ne? O sokağı görmediğimiz ve bir daha görmeyeceğimiz halde yerinde sanıyoruz da, ölülerimizi, belki göreceğimiz halde yok biliyoruz. Bir inanış farkı...
Ölüler yaşıyor, ânlar yaşıyor; bütün hisler, fikirler, heyecanlar fezada, aklın gidemeyeceği kadar uzak ve başka bir iklimde ve muallâkta, dumandan buz haline geçmiş billûr ve sivri kayalıklar şeklinde yaşıyor, herşey yaşıyor..."





CİNNET MUSTATİLİ'nden�

DÖRT KÖŞE MEYDAN
���.
Yarabbi; (11 Mayıs 1953 Pazartesi akşamı, Ankara Hapishanesi revirinde dişçi odası, saat 7.30) bu satırları karaladığım, şu anda, senden, bu dünya cehennemine bir kartpostala bakar gibi, yanmadan ve kavrulmadan, sadece ibret ve haşyet gözüyle baktıracak ruh kuvvetini istiyorum. Yarabbi, bu kuvveti bana ver; ve içinde yandığım alevleri, onlardan alınacak ders ve ahlâk mahfuz, içimde kartpostallaştır! Onu kendime ve bütün dünyaya, senin için, hikmetlerin adına, emniyet ve hâkimiyetle gösterebileyim...
Ah, bu dört köşe meydanın, çepçevre dört çizgi halindeki yollarında duyduklarım!.. Eğer Allah ile aramdaki sırların hududunu örselemek korkusu olmasaydı, birkaç kelimeyle sizi fena edebilirdim. Tek kelime dinleyemez hâle gelir ve etinizden kılçık çeker gibi, bu bahsi kafanızdan atmaya, çıkarmaya, itrah etmeye, kayyetmeye mecbur kalırdınız.
Var ne, yok ne, ayniyet ne, zıddiyet ne, tek ne, çift ne, adet ne?...
"- Hiçbir nefse takatından fazla yüklemem!"
Buyuran Hakka ne diyebilirdim?.. Çekiyordum, çekecektim. Halimden sadece (fizyolojik) bir iki tezahür kaydedeyim: Sinirlerim o hâle gelmişti ki, dört köşe meydanın pencerelerinden gözüme çarpan Malatya ışıklarını sarımtırak beyaz değil de, kırmızı, kan rengi kırmızı görüyordum. Süt beyaz kara baksam yine o renk... Ve dehşetler içinde görüyordum ki, yatağımda veya dışarıda ve daima herkesten gizliyordum ki, gözyaşları, artık gözümden, (firijider)den çıkmış gibi, buz gibi gelmektedir. Katiyen insanı kandırmıyan ve cümudî bir bünyeden sızdığı hissini veren bu soğuk, buzdan soğuk göz yaşlarını, 40 küsur yıllık hayatımda ilk defa olarak, Malatya'da görüyordum. Bir müddet sonra, Kâinatın Efendisine, Peygamberlerin Başbuğuna ait bir düstur olarak öğrendim ki, en makbul gözyaşı, ruhanî gözyaşı buymuş; gözden buz gibi gelen yaş... Fakat ben kendimi böyle bir hâle lâyık görmediğim için teselli hissemi çıkaramıyordum.
Bu hâlin, farkındasınız, ruhî arazlarını tam anlatamıyorum; onlar bende kalacak, belki tohumlaşıp, nice esere gövde verecek, fakat aslâ oldukları gibi gösterilmeyecek ve dudaklarımın ucunda kalmış olarak benimle mezara girecektir. Fakat sakın bunları, telâfisi derhal mümkün ve çoğu maddeye bağlı dünya sıkıntılarına ait şeylerden doğma sanmayın!
Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz, çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli, artık bana "Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem" demekten bile korkan dostların vaziyeti... Bütün bunlar belki sıkıntılarımın başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet, mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak... Bunlar kaldı. Bunlar ve ben... Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali kurcalamaya mahkûm ben:
-Nokta ne, çizgi ne, satıh ne, cisim ne, renk ne, ışık ne, ruh ne?.."

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR