1 Mart 2009 Pazar

BATICILIK

______________________________________________________________

BATICILIK
______________________________________________________________



Osmanlı İmparatorluğu'nda başlayıp Cumhuriyet Türkiyesi'nde yeni boyutlar kazanan, Batı Avrupa'nın toplumsal ve fikirsel bileşimini erişilmesi gereken bir hedef olarak gören yaklaşım. Bu görüş bazen ılımlı bir biçimde ortaya çıkmış, bazen çok köktenci- geleneksel kültür öğelerimizi eleştiren ve karşısına çıkan- boyutlar kazanmıştır. Ancak, sözcüğün kendisi daha çok Batı'yı her hususta örnek almak isteyenlerin yaklaşımını adlandırmak için kullanılmıştır.

BATICILIĞIN İLK DEVRESİ

Osmanlı İmparatorluğu, Batı kültürüyle hiçbir zaman ilişkisini kesmemiştir. Ne var ki , İmparatorluğun Yükselme Devri'nde, Osmanlılar, kendi uygarlıklarını Batı'nınkini üstün saymışlar, Batı'nın bir model olarak izlenmesi bir sorun olarak ortaya çıkmamıştır. İmparatorluğun gerilemeye başlamasıyla, niçin geriledği sorusu, önce devlet yönetiminin bozulduğu ileri sürülerek, daha sonra belki de yüzeyleşen bir tutumla Batı'nın askeri üstünlüğü gösterilerek cevaplandırılmıştır. Böylece, daha 18. yüzyıl başlarında, Batı'nın akseri kurumlarının ve silah gücünün İmparatorluğa nasıl getirebileceği önemli bir devlet sorunu olmuştur. Bu düşünceler, III. Ahmet zamanında (1703-1730), bilhassa 1720'lerden sonra, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın (1718-1730) desteğiyle teşvik görmüştür. Batıcılığın bu ilk devresinde Batı'nın askeri teknolojisinin savaştaki rolü ve savaşın sonucunu kısmen Tanrı'ya bırakma şeklinde köklü inanç tartışılmıştır. Zamanla (1780'lerde) bunun karşısına, savaşta enn çok teknolojinin sonuç vereceği görüşü belirecekti. Gerilemeyi "din bütünlüğü" nün yitirilmesine bağlayan biraz farklı görüşlerse bir kısım ulema arasında ortaya çıkmıştır.

İLK TEPKİLER: III. Ahmet Devri'nde Batı'dan gelen bir mülteci, İbrahim Müteferrika, basın sanatını Osmanlı İmpartorluğu'na getirmiş, Batı'nın askeri eğitimi ve teknolojisi konusundaki bilgilere İmparatorlukta Önem verilmeye başlamıştır. Gene bu yıllarda Yirmisekiz Mehmet Çelebi , Nişli Mehmet Ağa gibi devlet katında görevli kimseler Avrupa'nın "ahvali" ni öğrenmeye çeşitli başkentlere elçi olarak gönderilmişlerdir. Öte yandan, Batı uygarlığının kişinin refahına yönelik değerleri Osmanlı idareci sınıfına sızmıştır. Bu yaşayış tarzını bir üst kesitin imtiyazı ve aynı zamanda mahalli kültürün kösteklenmesi olarak algılayan İstanbul'un alt ve orta sınıfları, devletin bu sırada ortaya çıkan zaafı karşısında yeniçerilerle ve sadrazamın düşmanlarıyla birleşerek ayaklanmışlardır. (Patrona İsyanı). Batıyla kurulan ilişkileri halkın yararlarının unutulması olarak değerlendiren, Osmanlı toplumunun içinden kaynaklanan bu itiş Cumhuriyet Devrine kadar sürecek olan Batılılaşma ile birlikte gelen bir etki-tepki mekanizmasının ilk örneğidir.
Batı'nın askeri kuruluşlarından örnek alma çabaları I. Mahmut (1730-1754), I.Abdülhamit (1774-1789) ve özellikle III.Selim zamanında (1789-1807) hızlanmıştır. Batı'da sürekli Osmanlı elçiliklerinin kurulması bu devreye rastlar. Osmanlı İmparatorluğu için Batı'nın genel bir "model" olarak kullanılmasına dayanan "tanzimat" teklifleri de buradan kayaklanmıştır

II.MAHMUT DÖNEMİ VE TANZİMAT'IN İLANI

II. Mahmut Devri'nin sonlarına doğru Batı'da görevli bulunan Osmanlı elçileri Batı'nın yeni bir özelliğini keşfettiler. 18. yüzyıl Avrupası'nda bazı krallar teb'anın verimliliğini artıracak bir koruyucu tedbirler bütününü devletin olağan bir politikası haline getirmişlerdi. Kralı otoritenin bir temsilciler meclisiyle paylaşılmadığı ülkelerde bile milli devlet kurmak isteyen hükumdarlar teb'anın mülkiyet haklarının garanti altına alınmasının zorunluluğunu anlamışlar, eğitimi halka yaymanın kendilerine getireceği faydayı algılamışlardı. Milli devletlerin kurulmasına ve orta sınıfların güç kazanmasına paralel yürüyen bu politika, aynı zamanda milli bütünlük kurmayı ve feodalizmden kalan imtiyaz "cep"lerini temizlemeyi amaçlıyordu. O zamanlar Avrupa'da yeni gelişmekte olan devlet bilimlerinde ise bu öğelere "kameralizm" adı veriliyordu. "Tanzimat" olarak bildiğimiz, 1839'da Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun ilanıyla başladığı kabul edilen yenilik hareketi, büyük çapta "kameralizm" den esinlenmiştir. Kameralizmin belki en cazip gelen tarafı, Osmanlı İmparatorluğu gibi dağınık bir ülkeyi birleştirici bir görüntü getirmesiydi. Osmanlı devlet adamları milli çapta idari, hukuksal ve iktisadi tedbirlerle Osmanlı İmparatorluğu'nda yüksek sayıda yer alan kültür bilimlerini eritebileceklerini bir Osmanlılık şuuru yaratabileceklerini sanıyorlardı. Uzun vadede bu amaç gerçekleşemedi, fakat Batılı milli devletin birçok kurumu bazen özünü yitirmiş olarak imparatorluğa yerleşti.
Tanzimat'ın, Mustafa Reşit Paşa gibi kurucuları, Batı'nın askeri ve idari yapısını Osmanlı İmparatorluğu'na aktarırken Batı'nın günlük kültürü de İmparotorluğa girmişti. giyim, ev eşysı, paranın kullanılışı, evlerin sitili, insanlar arası ilişkiler Avrupai olmuştu. Osmanlı tutucu tarihcisi Cevdet Paşa, bu hayat değişikliğinin eski Osmanlı değerlerini nasıl kösteklediğini anlatır. İlk ve ikinci kuşak Tanzimatçılara karşı sistematik eleştirilerse ancak 1860'larda başladı. Namık Kemal ve Ziya Paşa önderliğindeki bu eleştiriciler grubuna "Yeni Osmanlılar" adı verilmiştir.Yeni Osmanlılar, Tanzimatçıların sömürü olayını anlamadıklarını, bir üst tabaka meydana getirdiklerini, kendi kültürlerini kösteklediklerini ve ancak yüzeysel anlamda Batılı olduklarını ileri sürdüler.

1856 ISLAHAT FERMANI

1860'larda şekillenen en etkili gelişme, Islahat Fermanı adını verdiğimiz organik (anayasal) belgenin ilanıydı. Tanzimat'ı başlatan Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun ikinci bir aşaması görünümünde olan Islahat Fermanı devletin güttüğü politikaya karşı önemli tepkiler yarattı. Islahat Fermanı, o zamana kadar "millet-i hakime" olan Müslümanlardan bu imtiyazlı durumu alıyor, din farkı gözetmeksizin bir Osmanlı vatandaşlığı kurmaya çalışıyordu. Islahat Ferman'ında yüzeyde amaçlanan beraberliğin tersine çevrildiği, gayrimüslimlerle yabancıların kendilerine sağlanan hukuksal imkanları Müslüman teb'ayı çok geride bırakır şekilde kullandıkları görüldü.Bundan sonraki Türk düşünürlerinin çoğu bu iktisadi gelişme farkını Batı'ya verilmiş ödünlerin sonucu saymışlardır.



II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ

II. Abdülhamit, Batıcılığı Batı'nın tekniğini, idari sistemini ve bilhassa askeri teşkilatını ve eğitimini alma şeklinde anlıyor; bunun yanında Müslümanlığı teb'ası arasında güçlendirmeye çalışıyordu. Bu amaçla, Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbiye'nin programları geliştirilmiş, okullarda bilgili bir kuşak yetişmiştir. Böylece Batı'yı, Batı'da geliştirilen müspet bilimle bir tutan bir kuşak yetişti.Bu kuşak Batı'yı aynı zamanda güçlü olmaya pirim veren bir uygarlık olarak görmeye başladı. Batıcılığın güçlülükle bir sayılması eski dinsel değerlerin ancak millî gücü artırdıkları oranda önemli oldukları kanısını yerleştirdi. Bu fikirler padişaha karşı muhalefeti Avrupa'da sürdüren Jön-Türkler arasında etkili olduğu için hürriyetin ilanından sonrada Jön-Türklerin politikasında izini sürdürdü.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ

II. Meşrutiyet'in hakim siyasal kuruluşu İttihat ve Terakki Partisi'nin düşüncesinde Batı'nın güçlülükle bir tutulması devam etmiştir. Ancak bu eğilimin karşıtı adını verebileceğimiz bir diğer eğilim de İttihat ve Terakki tarafından korunmuştur. Bu da Ziya Gökalp'in Batı'nın toplumsal özelliklerini araştıran, bu özelliklerden hangi oranda yararlanılabileceğini arayan tutumudur. Türkiye'de Batı'nın insancı zihniyetini ciddiye alarak anlamaya çalışmış olan .
kimseler çok azdır. Aralarında en başta şair Tevfik Fikret'i saymak gerekir. Batı' nın sanat anlayışının devamlı bir ekseni olan "sanat sanat içindir." anlayışı da, genel olarak o devirlerin Türkiye'sinde rağbet görmemiştir.

ATATÜRK VE BATICILIK

Batı ile temasta olan Osmanlıların Batı uygarlığı fikirlerini "kudret" in bir boyutu, toplumun şekillenmesinin bir yönü olarak görmüş olmaları bir tesadüf eseri değildir. Bunu, eninde sonunda, Osmanlılarda hakim devlet geleneğiyle izah etmek mümkündür. Atatürk'ün düşünceleri bu gibi geleneklerin bir şahsiyetin özel katkısıyla birleştiği bir odak noktası olarak görülebilir.
Atatürk Batı'nın en önemli katkısınını toplumun şeklinde ve bu topluma hakim olduğuna inandığı müsbet bilimlerde görmüştür.
Atatürk'ün kendi devrinde parlamenterizme karşı bizzat Batı'da şekillenen tepkiye ve faşizmin ve kominizmin gelişmesine rağmen, sistematik bir seçkincilik veya halk diktatörlüğünden kaçınan bir toplum anlayışına sahip olması dikkate değer. Bu noktada Atatürk'ün orjinal bir vurgusunu bulmak mümkündür. O da Atatürk'ün temel optimizmi ve onun arkasında yatan "kişi onuru" kavramıdır. Kişinin kendi başına, toplumdan ayrı bir meşruiyet kaynağı oluşturabileceği Jön-Türklerde arka plana atılmış yabancı bir özlem olarak görülür, İttihat ve Terakki'nin aydınlık devri fikirlerinden kesinlikle ayrılan yönü burada belirir. Atatürk'teki derin yapısal vurgu, kişinin kişi olarak bir toplumsal meşruiyet kaynağı oluşturduğu şeklinde formelleştirilmiş bir inançtır. Atatürk'ün bazen "özel girişimci" olarak nitelendirilmesinin nedeni bu eğilimdir. Konuyu başka bir açıdan ele alarak İslam medeniyetinde, kişi onuru, ilahi varlığın karşısında, ya da devlet ve cemaat karşısında davranış meşrulaştıcısı olarak değerini yitirir. Batı'nın 18. yüzyıl düşüncesinin en genel çizgisinde böyle bir yitirilme söz konusu değildir. Kişi egemendir. Atatürk'ü bu açıdan Batı'nın temel değerlerinin bu kişisel "onur" anlayışıyla ne kadar köklü bir şekilde bağlantılı olduğunu sezen, Batılılığı bu anlamda da ilerleme sayan orjinal bir düşünür olarak görebiliriz.

ATATÜRK'ÜN ÖLÜMÜNDEN SONRA BATICILIĞA KARŞI TEPKİLER

Atatürk zamanında Cumhuriyet'in bir umdesi haline gelen "Garplılaşma" ölümünden bir müddet sonra gene eleştirilere uğramış Batıcılığın bir Batı taklidinden ileri gidemediği "sağ" da ve "sol" da bir daha ifade edilmiştir ("Gardrop Atatürkçülüğü"). Daha 1940'ların sonunda Türk Müslüman kültürüne Cumhuriyet'te ihanet edildiği teziyle ortaya çıkan bu eleştirilerin "sol" dan gelen örneklerine daha çok 1960'lardan sonra rastlanır. Bu iki açıdan oluşturulan makale ve kitapların sayısı muhtemelen 1960-1980 yıllarının kültür konusunun en zengin alanını oluşturur. Bu eleştirilerin bir kaynağını Atatürk devrinde yetişen bir kuşağın hızla değişen 1950 ve 60'ların ortamında dünyayı algılama sistemlerinin kırılmış olmasına bağlayabiliriz. Batı'ya karşı ortaya çıkan tepkinin iki buçuk asır kadar kis ve değişerek sürebilmiş olması ilginç bir toplumsal araştırma konusu olarak karşımıza çıkar. Bu süre içinde devamlı olarak ileri sürülen tezlerden Batı'nın Türkiye'ye en yalıtkan ve yüzeysel biçimleriyle yerleştiği doğrudur. Ancak, bunun nedeni, taklit eğiliminde değil, Müslüman-Osmanlı-Türk kültürünün bir yapı unsurunda aranmalıdır.

BATICILIĞIN ÖNDE GELEN DÜŞÜNÜRÜ, ABDULLAH CEVDET: Türkiye'ye Batılılaşma düşünce alanında, İttihat ve Terakki'nin kaynağını oluşturan, çekirdeğini yeşerten Dr. Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının bilinçli atılımlarıyla giriyordu. Daha 1904'te İsviçre'de çıkarmaya başladığı İçtihat dergisini 1905'te Mısır'dan sonra İstanbul'da sürdüren Dr. Abdullah Cevdet, Batılılaşmanın yılmaz, dirençli bir öncüsü, savunucusu olmuştur.
Dr. Abdullah Cevdet, İçtihat dergisinde, dar kafalılıkla savaşa döğüşe Avrupa düzeyine ulaşmak istiyordu. Dr. Abdullah Cevdet dergisinde, Turan özlemini İrfan kavramıyla karşı çıkıyordu. Turan'a karşı İrfan, yani bilim ve teknik.
Ama aslında, Abdullah Cevdet 28 yıllık mücadelesinde, adına klerikalizm denen körükörüne dinciliğe, bilim düşmanlığına saldırıyordu.
İçtihat'ın amacı, softa kafasını, şeriat ve meşihat otoritesini yıkmak, hür ve muhterem olarak yaşamaktı.

BATILI İLE BATICI AYRIMI

Bakış açısına göre, Batılılaşmakta hem ileri gidip hem geri kalmanın çelişkisi belki "Batılı" ve "Batıcı" kavramları arasında bir ayrım yaparak açıklanabilir. Batı'da devlete ve sivil topluma özgü birçok kurumlar ile yaşanan karmaşık bir hayat vardır ve son analizde "Batılı" olma, bu çoğulcu hayat tarzını sürdürmektedir. "Batıcı" kavramında ise, bu hayat tarzını yaşıyor olmaktan çok, buna erişme yolunda, şu veya bu derecede yoğunlaşan bir yönelim, bir zorlama anlamı içkindir.
Burada önem kazanan sorun, şüphesiz Batının ne olduğudur. Bu soru üstüne düşünüldüğünde, bir tek Batı kavramıyla özetlenebilecek, homojen, tek parçalı bir gerçeklik olmayacağını görmek güç değildir. Batı'nın çeşitli ülkeleri arasında son derece önemli farklar vardır; her ülkede, var olan sınıfların yaşanan hayata katılış biçimi farklıdır. "Batılılaşma" deyimiyle anlatılmak istenen hedefin kendisi bulanıklaşmaktadır. Bunun sonucu da, bu sözle anlatılan Batı'nın büyük ölçüde "yapıntı", "kurumsal" bir Batı olmasıdır.
Batılılaşmayı hadef koyan devlet olduğu için, bu kurgusal Batı'nın en çekici yanı, her zaman teknolojik üstünlük olarak görünmüştür. Buna karşılık, Batı denilen karmaşık bütünlüğün eşit derecede önemli parçaları olan "sivil toplum", "demokrasi" gibi gerçeklikler özellikle erişilmesi gereken hedefler olarak kavranmıştır. Tersine, "Batıcı", kendi tanımladığı biçimde bir "Batı'ya" ulaşmak için toplumu yukarıdan aşağıya yöntemlerle zorlayan kişi olmuştur. Batı, kendi özgül tarihi boyunca devlet karşısında bireyi özgürleştirerek bugün bilinen uygarlığını kurmuşken, Türkiye o düzeye devlet eliyle gelmeye çalışmıştır. Böylece "Batıcı", aslında "Batılı" ya en fazla ters düşen çelişik bir tip olmuştur.

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR