1 Mart 2009 Pazar

Yüzyılın En Büyük Felaketi: GDO

Yüzyılın En Büyük Felaketi: GDO
Bugday
07/07/2005
________________________________________
Yaklaşık 50 sivil toplum kuruluşunun üye olduğu “GDO’ya Hayır Platformu” GDO’ları (Genetiği Değiştirilmiş organizmalar), “yüzyılın en büyük felaketi” olarak nitelendirdi. Kamuoyunun dikkatini GDO tehlikesine çekmek amacıyla bir açıklama yapan platform, Şubat 2004’de yayımladığı “YAŞAM PATENTLEMEZ” başlıklı deklarasyonla birlikte başlattığı imza kampanyasının yanı sıra paneller ve çeşitli etkinlikler düzenlenlenerek konuyu tartışmaya açıyor.
________________________________________
“GDO’ya Hayır Platformu” adına açıklama yapan organik ürün üreticisi Levent Gürsel Alev, “Neden GDO’ya hayır?” sorusunun cevabını yanıtladı:
1. İnsanlık tarihinde ilk kez canlılar üzerinde mülkiyet hakkı elde edilmektedir. Bir biyoteknoloji şirketi herhangi bir canlıya ait bir genin fonksiyonunu açığa çıkardığı zaman o gen üzerinde mülkiyet elde etmektedir. Oysa patent hakkı, yenilik getiren sınai buluşlara verilmektedir. Biz diyoruz ki, patent sadece o genin fonksiyonunu açığa çıkarmakta kullanılan tekniğe verilebilir. Hiçbir kişi ya da kuruluş kendini yeniden üretebilen ve milyarlarca yıl yaşayabilen bir canlı organizma üzerinde mülkiyet sahibi olamaz. Bunun adı biyolojik korsanlıktır.
2. Yeryüzünde gen kaynakları bakımından zengin ülkeler genellikle güney yarımkürede bulunan üçüncü dünya ülkeleridir. Kuzeyde bulunan gelişmiş ülkeler ise gen kaynakları bakımından fakirdir. Örneğin ülkemizde varolan bitki türü yaklaşık 11 bin civarındadır. Avrupa kıtasında toplam 11 bin 500 bitki türü vardır. Biz gen kaynaklarımız bakımından tüm Avrupa kıtasıyla eşdeğer zenginliğe sahibiz.
Sözünü ettiğimiz biyolojik korsanlığın amacı; çok uluslu şirketlerin yüzyılımızın yeşil altını olarak gördükleri gen kaynaklarını sömürmesi, üçüncü dünya ülkelerinin biyolojik zenginliğinin gelişmiş ülkelere transfer edilmesidir.
3. GDO’lu üretim insan sağlığı için ciddi riskler taşımaktadır. Kolera bakterisi taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk geni taşıyan patates, balık geni domates gibi frankeştaynlar gıda olarak soframıza getirilmeye çalışılıyor. Uzmanlar, hastalıklar ve böceklere direnç gösteren transgenik bitkilerin diğer bitkilerden daha yüksek bir alerjik potansiyele sahip olduğunu söylüyorlar. Yapılan deneyler, genetik yapısı değiştirilen patateslerin fareler için toksik olduğunu, bağışıklık sisteminde bozukluklar ve viral enfeksiyonlar gibi birçok etkileri olduğunu ortaya çıkarmıştır.
GDO’lu gıdalar, durgun virüslerin yeniden harekete geçmesi ve yeni bulaşıcı diziler oluşturabilecek kombinasyonlar üretmesi tehlikesini artırmaktadırlar. Örneğin, hamile farelere yedirilen virüs DNA’sının barsaklarda sindirilmediği, fare genomuna yerleştiği ve yeni doğmuş yavruların hücrelerine geçtiği kanıtlandı. Sonuçta, GDO’lu gıdalar antibiyotiklere karşı dayanıklılık oluşturması, toksik ya da alerjik etki yapması, doğrudan alım durumunda da insan ve hayvan bünyesindeki mikroorganizmalarla birleşme tehlikesini doğurmaktadır.
4. GDO’lu tarım, kendi dışındaki tarım şekillerini, özellikle ekolojik tarımı ve son tahlilde de biyoçeşitliliği tehdit eden totaliter bir tekniktir. Arılar ve rüzgarlar yoluyla taşınan GDO’lu polenler 5-10 km’lik bir alana yayılmakta, komşu tarla ya da köylerdeki geleneksel ekinin ya da orman bitkileri gibi yabani türlerin genetiğini değiştirme tehlikesi doğurmaktadır.
Böylece; değiştirilmiş genler, bulundukları çevredeki doğal ürünlerde de genetik çeşitliliğin kaybına neden olmakta ve yabani türlerin doğal yapılarında sapmalar meydana getirmektedir.
Yani milyonlarca yılda oluşan türler beş on yıllık bir sürede yok olmakta ve yeni oluşan deli bitki türleri ortaya çıkabilmektedir. GDO, yeryüzündeki milyonlarca canlı türün varlığını tehdit etmekte, ekosistemi tahrip etmektedir.
5. İnsanlık tarihinde, tarım toplumlarının varoluşundan bu yana, üretim yapan çiftçi ektiği üründen bir sonraki ekimde kullanmak üzere tohumluk ayırır. Böylece kuşaktan kuşağa geçen bu sağlıklı tohumlar binlerce yıllık genetik yapıyı korur, geliştirir.
GDO’lu tohum ise çiftçiyi her ekimde yeniden tohum satın almak zorunda bırakmaktadır. Temel girdileri, enerji, gübre, ilaç ve tohum olan ülkemiz çiftçisi sürekli tohum satın almak zorunda bırakılarak çok uluslu tohum şirketlerine bağımlı hale getirilmek istenmektedir.
Ayrıca belli bir zararlıya karşı genleriyle oynanmış tohum, potansiyel başka bir zararlıyı önleyemez. İddia edilenin aksine GDO’lu tohum kullanan çiftçi daha fazla tarım ilacı kullanmak zorunda kalmaktadır. ABD’li köylüler bugün düşük verim nedeniyle GDO tüccarlarına davalar açmaktadır.
Çiftçiyi sürekli yeniden tohum satın almak, daha fazla tarım ilacı satın almak zorunda bırakan GDO’lu tarımı reddediyoruz.

GDO’ya Hayır Platformu'nun talepleri
1. Gelecekte ekoloji ve insanlık adına ne kadar bedel ödeteceği belli olmayan, sistemi tümüyle değiştirebilecek, çıkaracağı sağlık problemleriyle dünyanın düzenini bozacak GDO’lu ürünleri kesinlikle reddediyoruz. GDO’lu tarım kendi dışındaki tüm tarım şekillerini ve özellikle ekolojik tarımı yok eden totaliter bir tekniktir. Bunların Türkiye’ye sokulmasının önlenmesini istiyoruz.
2. GDO’lu besinler geleneksel ve yerel beslenme kültürü ve hakkına açık bir saldırıdır. GDO’lu ürünlerin ülkeye girişinin mümkün olması durumunda ve her halükarda bu ürünlerin üzerinde “ne olduklarını” belirten “etiketlerin” olmasını istiyoruz. Tüketicinin alacağı üründe GDO olup olmadığını bilmesi, seçimini kendi insiyatifine göre yapabilmesi tüketicinin en temel hakkıdır.
3. GDO’lu ürünlerin kullanılmış olması ihtimaline karşı GDO’lu ürün kullandığı bilinen Nestle ürünleri gibi ithal bazı ürünlerin mercek altına alınmasını, Cargill, Novartis, Zeneca, Du-Pont, Syngenta, Monsanto ve Dow Chemical gibi GDO üreticisi şirketlerin Türkiye’ye getirdiği ürünlerin mercek altına alınmasını istiyoruz.
4. GDO’lu ürünlerin yüzde 98’i böcek ilacı içerdiği için Sağlık Bakanlığı’nın ilgili kuruluşlarınca denetlenmelidir.
5. Çiftçi örgütleri, ziraat odaları gibi kurumlar GDO’lu ürünlerle mücadele kapsamında kendi aralarında uzlaşmaya gitmelidirler. Gelecekte olası bir GDO tehlikesinde, gen tekniklerinden ve genetik olarak değiştirilmiş ürünlerden arındırılmış olan kurtarılmış bölgeler, ancak bu şekilde oluşturulabilir.
6. Ulusal Biyogüvenlik Komitesi’ne başta ekoloji-çevre örgütleri olmak üzere, ziraat odaları, tarımla ilgili tüm sivil toplum kuruluşları ve tüketici örgütleri katılmalıdır.
7. GDO’lu tohumların ekimleriyle ilgili karşı çıkışlar ve oluşturulan muhtıra sadece ekolojik olarak hassas bölgelerle sınırlı olmamalıdır.
8. Genetiği değistirilmiş tarım ve yem ürünleri Türkiye’deki fiyatların çok çok altındadır. Bu fiyatlar Türk çiftçisi ve hayvancılık ile uğraşanlar için ekonomik açıdan çok cazip görünmektedir. Bu aldatmacanın karşısında gerekli bilgilendirmenin başta il ve ilçe tarım örgütleri olmak üzere ilgili kurumlarca kesinlikle yapılması, devletin ve sivil toplum örgütlerinin görevidir.
9. Cartagena Protokolü olarak tanımlanan Uluslararası Biyogüvenlik Çerçeve Sözleşmesi 24 Ocak tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Ancak, Cartagena Protokolü, ulusal acil eylem planı ve gerekli yasal düzenlemelerin yapılması ile gerçek anlamda yürürlüğe girebilecektir.
GDO’lu ürünler hakkında her ülkenin kendi önlemlerini alacağı yönündeki uyarı gereği Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Genelgesi’nin 11. ve 12. Maddelerinde belirtilen yasaklamalar geçerliliğini korumalı, bu hükümlerin aksine düzenlemelere gidilmemelidir.
10. Türk Gıda Kodeksi mevzuatında GDO’lu ürünler tanımlanmalı ve insan sağlığına zararlı olduğu için yasaklanmalıdır.
11. İnsan sağlığını tehdit edecek, kamu düzenini bozacak, çevre sağlığına, ekolojik sisteme ve biyolojik çeşitliliğe zarar vereceği düşünülen buluşlara patent verilmemesi, varolan patentlerin de iptal edilmesi gündeme getirilmelidir.
12. Genetiği değiştirilmiş tarım ve yem ürünleri için mevcut yasa, yönetmelik ve mevzuatlarımız, gümrüklerimiz, analiz için laboratuvarlarımız hazır değildir. Bu hazırlıkların bir an önce yapılması gerekmektedir.
13. Ülkemizin sahip olduğu gen kaynakları en önemli zenginliklerimizden biridir. Bu çerçevede devlet ve sivil toplum kuruluşları yerli gen kaynaklarının korunması ve ıslahı için kurumsallaşmalı, gen kaynaklarımız, yasalarla çok uluslu şirketlerin tehditlerine karşı korunmalıdır.
Ayrıntılı bilgi için:
Ekmekten kozmetiğe 1600 üründe GDO alarmı!

Uzmanlar uyarıyor: Türkiye'nin tarımı, biyoçeşitliliği ve sağlığı ciddi tehdit altında!



Biyogüvenlik Yasası Yılan Hikâyesine Döndü
Dünya, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar'ın (GDO) etkilerini tartışırken uluslararası protokole dört yıl önce imza atan Türkiye'nin hâlâ ulusal bir biyogüvenlik yasası yok! Bu denetimsizlik yıllardır tonlarca GDO'lu mısır ve soyayı, yiyip içtiğimiz 1600 çeşit ürüne sokuyor. Dört yıldır çıkarılamayan yasanın perde arkasını ve GDO'larla ilgili gerçekleri Yeni Aktüel'e anlatan uzmanlar uyarıyor: Türkiye'nin tarımı, biyoçeşitliliği ve sağlığı ciddi tehdit altında!
Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 1970'lerin ortalarında "Petrolün kontrolüyle bütün bölge ve kıtaları, gıdanın kontrolüyle de bütün insanları kontrol edebilirsiniz" demişti. Cümlenin birinci kısmı petrolün olduğu yerlerde; Ortadoğu'da, şimdilerde de Afrika'da, ikinci kısmıysa insanın olduğu her yerde karşımızda.
Laboratuvarlardan tarlalara, fabrikalardan pazara, markete, sofralarımızdan da vücudumuza uzanan zincir birileri tarafından biyoteknoloji yardımıyla sıkı sıkıya örülüyor.
Canlılara fiziksel özelliklerini veren genleri bir canlıdan alıp başka bir canlıya nakletme işi, yani genetik mühendislik sayesinde bugün bakteri genleri patateslere, sığır genleri balıklara, balık genleri domateslere aktarılabiliyor. Ve bu işlemin sonunda ortaya çıkan "canlılara", "Genetiği Değiştirilmiş Organizma", kısaca GDO deniyor. Bu şekilde sıcağa, soğuğa, böceklere ya da virüslere karşı dirençli yeni "tür"ler yaratılmış oluyor. Amaç "açlığa çözüm"! Çünkü GDO teknolojisiyle çok daha fazla ürün elde edilmesi, besin değerlerinin arttırılması ve raf ömürlerinin uzaması hedefleniyor
Patentlerle açlık körükleniyor!
Aslında çevrebilimciler açlık sorununun üretim eksikliğinden değil, plansız kullanım ve adil olmayan paylaşımdan kaynaklandığı görüşünü savunuyor. Hatta mevcut tarım kapasitesinin dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli olduğu vurgulanıyor. Peki GDO'ların sihri nerede kaldı diye soruyoruz Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın'a, bakın ne yanıt alıyoruz: "GDO meselesinde çokuluslu şirketlerin, tohum tekellerinin genetiğiyle oynayarak yaşamı patentlemeye çalıştıklarını ve ilaç şirketleriyle de evlilikler yaparak çevre ülkelerin tüm köylü ve üreticilerini artık merkez ülkelere değil, merkez ülkelerin çokuluslu şirketlerine bağlama çabalarını görürüz. Bu çaba çevreden merkeze kaynak aktarma mekanizmasının yanında doğayı ve biyolojik çeşitliliği yok eden bir süreci de çok hoyrat bir şekilde dünyanın tüm coğrafyalarına dayatıyor. Aynı zamanda insan ve hayvan sağlığı açısından da ciddi tehditler içeren bir süreç olarak önümüzde duruyor." Kissinger'in sözünü şiar edinen ABD bu süreci ürettiği "terminatör" tohumlarla yönetiyor. Yani mısır, soya ya da pamuk genlerine aktarılan bu "yok edici" genler bir hasat dönemi sonunda "intihar ediyor" ve bir daha kullanılamıyor. Çiftçiler bu tohumu almak için her yıl yeniden para ödüyor. Ve Amerikan Monsanto şirketi yıllık 100 milyar dolarlık cirosuyla bu alanda en büyük paya sahip.
Çiftçiler de intihar ediyor!
Çiftçiliğin temel prensiplerinden "tohum saklama" yöntemi işleyemiyor bu süreçte. Bu durum Hindistan'da çiftçilerin intiharlarına kadar vardı. Biyo-çeşitlilikte dünyanın önde gelen ülkelerinden olan Hindistan biyoteknolojinin yarattığı çevresel bozulmayla boğuşurken, 1998'de Dünya Bankası bazı düzenlemeleri dayatarak Hindistan tohum piyasasını Monsanto gibi çokuluslu şirketlere açtı. Terminatör tohumlar binlerce yıldır kendi kendini idame ettiren tarım sistemine hakim oluyor. Bugün ekilebilir Hint topraklarının yüzde 75'i kurak alan. Çünkü genetiği değiştirilmemiş pirinç tohumlarından 1 kilogram ürün alabilmek için 3 bin litre su gerekirken, GDO'lu tohumlar aynı miktar için 5 bin litreye ihtiyaç duyuyor!
Ayrıca GDO'lu polenler, çevrede ekili GDO'suz tohumların genlerini de rahat bırakmıyor. "Gen kaçması" adı verilen bu durum, orijinal türleri de yok ediyor. GDO'ya Hayır Platformu Sözcüsü Levent Gürsel Alev'in sözleriyse durumun ciddiyetini ortaya koyuyor: "GDO'cular ekolojik, konvansiyonel tarımda da GDO'lu ekim yapılabilir diyor. Fakat bakıyorsunuz ki mısırda tozlaşma 35 kilometreye kadar uzanabiliyor doğal yollarla. Bu en azından kendi türünden olanları dölleyecek. GDO'lu tohumların tozlaşmaması ancak laboratuar ortamında olur." Üstelik bir kez değişime uğrayan orijinal genin de geri dönüşü yok! Ayrıca, zararlı böceklere karşı direnç sağlamak için bitkilere aktarılan toksin karakterli genler, o böcekleri yiyerek beslenen yararlı böcek türlerini de yok ediyor. "Süper yabancı otlar"ın yaratılması da biyo-çeşitlilik üzerindeki başka bir tehdit. Tüketici Hakları Derneği Başkanı Turhan Çakar durumu şöyle örnekliyor: "GDO'larla ilgili öngörü dünyada tarım ilacı kullanımının azalacağı, kalite ve verimliliğin artacağı yönünde. Fakat tam tersine Pestisit (zararlı böcek ilacı) kullanımı arttı. İngiltere'de yağlık kanola denemeleri sırasında çevrede kanolaya zarar veren yabani hardal otu tespit edilmiş. GDO'lu kanola bitkisinin genlerinin hardal otuyla birleşmeyeceği söylendi. Fakat birleşti ve süper bir bitki meydana geldi. Onu yok edecek ilaç yok şimdi de."
Ormansızlaşma da olayın diğer boyutu. Brezilya ve Arjantin'deki yağmur ormanları GDO'lu soya ve biyodizel üretimi için kullanılmak üzere ekilen GDO'lu kanolalar için yok ediliyor. Çin'deyse ormansızlaşmayla mücadele için GDO'lu ağaçlar dikiliyor. Ağaç ömrünün bitkilere göre kat kat fazla olduğu düşünülürse biyo-çeşitlilik üzerindeki tahribatını varın siz düşünün!
aktüel

Levent Gürsel Alev
leventgurselalev@superonline.com
www.bugday.org/gdo
www.gdo.ekolojikpolitika.org

Hiç yorum yok:

reklam izle kazan

SPONSOR REKLAMLAR